Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@nouvvva

“Güneş doğmasa bir sabah, ben gücümü senin ışığından alırdım Niri.”

– Mağlup Prens

 

Gökyüzünün kızılı sokaklara düşmeye başladığında penceredeki yerimi almıştım bile. Daha şimdiden bu gecenin sıkıcı olacağından emindim. Herhangi bir görevim veya yardım etmem gereken bir durum yoktu bu da devriye gezmekten başka çarem yok demek oluyordu.

Dirseklerimi pencere pervazına yaslayıp hafifçe sokağın meydana açılan ucuna doğru baktım. Satıcılar çoktan toplanmaya başlamışlardı bile. Gelişigüzel paketledikleri ürünleri el arabalarına fırlatıp topukluyorlardı. Hatta öylesine acele ediyorlardı ki denetimciler onları görse muhtemelen şüpheli listelerine eklerlerdi.

Meydana bakmaya devam ediyor olsam da arkamdaki kapıya birinin yaslandığını hissettiğimde gözlerimi yavaşça yanımdaki masada bulunan aynaya çevirdim. Babamın iri vücudu çerçevenin içine sığmıştı. Önünde bağladığı ellerinden birini kaldırıp selam verince yaslandığım yerden doğrulup kapıya döndüm. Hayal kırıklığına uğramışçasına başını iki yana sallıyordu. “Aynaya bakmana gerek olduğunu görmek beni üzdü ay ışığı. Adımları tanıman konusunu hallettik sanıyordum.” Tahtaları gıcırdatarak yaslandığım yere doğru yürüdü. “Tekrar yapmamı ister misin?” diye sordu odanın ortasında durup.

Onun bu ukala tavrı karşısında kendimi gülmekten alıkoyamadım. “Bu eve senden benden başka kimsenin adım dahi atamayacağından fazla eminim. Cesaret etmek isteyen varsa bu gece deneyebilir.” Neredeyse bir deste kandonduran ve iki düzine de eğrip zehri ile kaplanmış oklarımın olduğu çantamı işaret ettim. Yeterince tehditkar gözüktüğümden emindim. “Eğrip zehrini henüz deneme şansım olmadı.” Diye ekledim.

Babam yatağa doğru bakıp memnun olmuşçasına dudaklarını büzdü. “Bunlar Mick’in söylediği oklar mı?” Diye sorunca başımla onayladım. Bir süre duraksadı. “Zehrin işe yaradığını nereden biliyorsunuz?” diye sordu endişeyle.

Eğrip zehrinin peri kanatlarını acımasızca şoka soktuğu söylemlerinden haberi olmalıydı. Kızının bir periyi kanatlarından ettiği ihtimalini düşünmek istememesini anlayabiliyordum. Ne de olsa bunun ne kadar büyük bir işkence olduğunu en iyi ikimiz anlardık. Farklı şekillerde olsa bile.

“Geçen ay gemiyle geldi. Diğer otlarda olduğu gibi eğripte de bilgilendirme parşömeni vardı.” Biraz durup babamın ifadesini inceledim. “Gerçekten birini bu zehirle vurduğumu düşünmüyordun değil mi?” diye sordum. Sesim biraz hayal kırıklığıyla yükselmişti. Kullanmış olabileceğim ihtimalini değerlendirmesi bile bir nebze sinirimi bozmuştu.

“Hayır.” Diye cevap verdi kararlı bir şekilde. “Endişe duyduğum kişi sen değilsin.” tavrını savunduğunda gözümün önünde tek bir kişi belirdi.

Victor.

Hakkında endişelenmemiz için elimizde çokça sebep vardı. Özellikle Sepulkrin’den her ay gelen türlü türlü silah ve sıradışı etkileri olan bitkilerle bile babamın sislerin ardında onun ne yaptığından korkmaya başladığından emindim. Sesi beni Victor’ın tüyler ürperten silüetini hayal etmekten çekip çıkartmıştı. “Kanatlarını utanç içinde kaybetmiş bir adamın kızı olarak bu konuda hassas olacağından emindim zaten.” Gözlerim pelerinin altından sızan duman karası kanatlarına takıldı. Bir zamanlar güneş ışığının bile yanında sönük kaldığı görkemli kanatları olduğunu düşünmek bile göğsümde bir baskı hissettirmişti, alacalı gümüş rengi saçları da artık parlamıyordu. Sadece onu kırışıklarının yanında daha da yaşlı gösteriyordu. Bedenine bir lanet gibi yayılan karanlık varolmadan önce nasıl göründüğünü bile bilmiyordum aslında. Ama son yirmi yıldır gittiği her yere peşinden gelen utançtan başka bir şey değildi.

Bariz şekilde kanatlarına baktığımı fark edince pelerinini düzeltip yüksek sesle öksürdü. “Hazırlan. Devriyeye katılacaksın bugün. Denetim muhafızları bir periyi görmeye gidecekler.” Diyerek cevap beklemeden odadan çıktı. O gidince kafamdaki soruları bir kenara koyup hazırlanmaya başladım. Dolaptan neredeyse kendi boyum uzunluğundaki yayımı çıkartıp omzuna geçirdim. Mick’in yaptığı okları da yataktan alıp pelerimin üzerine taktım.

Merdivenlerden inip kapüşonumu kapattıktan sonra hızlıca babamı yokladım. Koridorun sonundaki kapalı kapının önünde bir süre durdum. Kapısının kapalı olması girmemem gerektiği anlamına geliyordu. Hızla yumruğumu sıkıp aramızda belirlediğimiz bir çeşit melodiye uyacak şekilde çaldım. Bu, çıkıyor olduğumun bir göstergesiydi. Aynanın karşısına dikilmiş olduğundan emindim. Az önce kanatlarına bakıp durduğum için yine bir şeyleri hatırlatmış olmalıydım.

“Babam beni hiç uçurmuyor…” Victor’a babamla ettiğim bir başka kavgayı anlatıyordum Mitch’in atölyesinde. Bir süredir gündüzleri burada çalışıyordu.

Elindeki bezi omzuna atıp bana döndü. “Israr etmiyorsundur umarım. Zaten derdi başından aşkın.” Diye mırıldandı. Bana bir türlü anlatmıyorlardı, babam küçük olduğumu söyleyip durmuştu. Victor da küçüktü!

“Ben uçmak istiyorum!” Diye bağırdım aniden. Yine o siniri bozulmuş ifadesiyle bana bakıp önüme gelene kadar adım attı. Arkasını döndü. “Atla.” Dedi dürtükleyip. Kollarımı boynuna sarıp sırtına bindim, ama bu uçmak değildi ki! Dükkandan çıkıp arkadaki sokağa girdik hala ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. “Victor, uçmuyoruz ki…” diye söylendim. Önce küçük binalardan birine tırmandı sırtında varken, sonra çatıları geçip daha büyük olanlara. Uçmadığımızın farkındaydım ama yükseğe çıktıkça heyecanlanıyordum. Aşağı baktıkça dönüp yüzümü sırtına gömüyordum.

En sonunda saat kulesinin yanındaki çatıya vardığımızda durup yukarı baktı. “Ama orası çok yüksek.” Diye mırıldandım. “Ya düşersek?”

“Uçmak istediğini söylemiştin.” Dedi omzunun üzerinden bana bakıp. Dudaklarımı büzüştürüp kafamı iki yana salladım. “Artık istemiyorum. Düşersek yaralanabilirsin.”

“Sen de yaralanabilirsin.” Dedi karşılık olarak.

“Ama önce hep sen düşüyorsun!”

Bir süre olduğum yerde durdum, aslında bana cevap vermesini gerektiren bir durum yoktu ancak sanki kapıyı açmasına ihtiyacım vardı. Yalan olduğunu bilsem de iyi olduğunu söylemesini dilerdim.

Birkaç dakikalık umutsuz bekleyişin ardından sonunda pes edip kendimi Rindek’in bir başka gecesine attım. Koşar adım devriye perilerinin yanına gittim. En az yirmi hafif zırhlı peri çember şeklinde bir ateşin etrafında toplanmıştı. Genç Elys’ler silahlarını karanlık dumanların yayıldığı sihirleriyle güçlendirirken onlara doğru geldiğimi gördüklerinde hazır ola geçtiler.

Aralarından sıyrılıp öne çıkan adam tam karşıma dikildi. “Efendi Hyper bu gece bize katılacağınız konusunda bizi bilgilendirdi. Onur duyduk efendim.” Dedi yüksek sesle. Omzunun üzerinden arkasındaki perileri inceledim. Birkaç tanıdık sima haricinde kalanı yeni yüzlerdi. Rindek’te güneş battığında bir sonraki günü göremeyecek yüzlere bakıyor olmak artık tüylerimi ürpertmiyordu. Bir amaca hizmet etmek korkulacak bir şey değildi.

Ama masumları avlamak, benden korkmalarını gerektiren bir amaçtı.

“Herhangi bir susturma olacak mı?” Diye sordum, düşüncesi bile kan akışımı hızlandırmıştı. Bir susturmaya katılmayalı çok uzun zaman olmuştu.

“Hayır efendim. Sadece listedeki kadını ziyaret edeceğiz. Efendi Hyper doğacak perinin ırkı hakkında bizden bilgi bekliyor. Ignis olması durumunda gelecek avda susturma protokollerini başlatacağız.” Dedi adam kendinden emin bir tonla.

“Pekala öyleyse, benim size eşlik etmemi gerektirecek bir durum yok diye düşünüyorum. Devriye perilerine eşlik etmeyi tercih ederim.” Dedim bir umut denetlemeden tüyme ihtimaline sarılarak. Eğer susturma olmayacaksa askerleri uzaktan takip edip hedef perinin yerini belirlemem gerekiyordu. Yarından sonra kadının ortadan kaybolduğunu gördüklerinde en son şüphelenecekleri kişi olmalıydım. Her zamanki gibi.

“Tercih ederseniz genç erlerden birisine devriyede eşlik edebilirsiniz.”

“Memnuniyet duyarım. Size görevinizde başarılar dilerim.” Son sözümde istemeden sırıtmıştım. Şimdiden mahçup bir şekilde babamın karşısına çıkıp periyi ellerinden kaçırdığını anlatacak olan yüzü gözümün önüne geldi. Bazen bu başarısızlıklarına acımak istiyordum. Ancak kucağında bebeğiyle bir anneyi özgürlüklerine götüren geminin sevinci ağır basıyordu. Her gece, bu zamana kadar gönderebildiğim bir düzine kadın için dua ediyordum. Victor’un Sepulkrin’de onlara bir yuva verdiğine inanmak istiyordum.

Göz ucuyla hangi periyle devriye gezsem diye seçmeye çalıştım. Bana dikkatsiz ve koşulsuz emirlerimi dinleyecek zavallı bir zihin gerekiyordu. Hatta mümkünse güçlerini kullanmayı yeni öğrenen bir çocuk. Sorgulamadan denetleme grubunu takip edebilir ve anne perinin yerini öğrenebilirdim.

Ben aralarında dolaştıkça ayağa kalkıp üniformalarını düzeltiyorlardı. Benden korkmadıklarına bahse girerdim, konu babamdı. Hepsi onun lanetinin grip gibi bir şey olduğuna inanıyordu. Elini sallasa hepsini kanatlarından ve güçlerinden edecek bir lanet. Bu korkuları beni şaşırtmıyordu, zira babamın hataları yüzünden sırtımda kanat köklerine benzeyen doğum lekesi dışında bir insan görünümünde doğmuştum. Neyse ki yaşlanmam onlarınkinden farksızdı. Hatta henüz 12 yaşımdayken bile buradaki birçok yeni yetmeden uzundum.

Biyolojik olarak bir peri olmamama rağmen, onların saygısını kazanmış ve babamın da onayıyla !!! birliğe katılmıştım. Bu, gurur duyduğum bir şey değildi; ne de olsa denetleyicilerin görevi, Rindek adalarına sürgün edilmiş atalarımızın suçlarından bile daha caniceydi. Ben Ateş ırkının soyunun devam etmediğinden emin olması gereken bir birliğin üyesiydim.

Babamın küçüklüğümden beri bana anlattığı uyku öncesi hikayelerle birliğin asıl amacı hakkında detaylı fikirlere sahiptim; ancak bu, yapmak zorunda kaldığımız şeyi daha masum hale getirmiyordu.

Ateş perileri yani bilinen adlarıyla Ignislerin, soylarının devamı babamın önderliğindeki bir grup tarafından engelleniyordu. Bu görev ona bizzat Kral tarafından verilmişti. Sebebini İlk İsyan’a bağlamıştı babam, ama ben Ignislerin isyanı kazandığını biliyordum. Yani sevgili Kral’ımız Thaddeus sarayında davetler verip huzur içinde uyurken, bizler burada onun muhtemel pis işlerini örtmeye çalışıyorduk.

Birlik her şeyin hazır olduğundan emin olduktan sonra hızla meydanı boşalttı. Kafamda bin bir türlü düşünce olsa da gözlerim listeyi denetlemeye gidecek grubun üzerindeydi. Bu gece kontrol edecekleri perinin kim olduğunu henüz bilmiyordum, ancak bunu birkaç gün içerisinde öğrenemezsem gelecek gemiyle kimseyi gönderemeyebilirdim.

Kendimi birliğin bir üyesi olarak hatırladığımdan beri bu askerler herhangi bir Ignis ile kan bağı olan perileri gözetim altında tutuyorlardı. Olası bir hamilelik durumunda ise bebeğin ait olduğu ırk belli olana kadar sürekli teşrif ediliyordu. Eger doğacak çocuk Ateş ırkına mensup olacaksa da “Susturma” adı verilerek yaptıkları şeyin öldürmek olmadığını savundukları protokoller başlatılırdı.

Thalnia’da çok fazla melez birliktelik olmasından dolayı; Terra, Marin veya Elyslerin ataları Ignis olabiliyordu. Bu da çocuklarının Ateş özünden oluşma ihtimalini doğuruyordu. İlk İsyan’ın ardından Rindek adalarına sürülen Ignis halkının, İkinci Mağlup Prens İsyan’ından sonra babama verilen görev ile soylarının devamlılığı engellenmekteydi. Onlar doğması lanetlenen çocuklardı. Ben ise lanetli doğan. Lanetten doğandım.

Bütün devriye perileri sokaklara dağıldığında ben de diğerlerine nazaran daha genç bir ruh perisiyle birlikte limana doğru gittim.

“Kaç yaşındasın sen?” diye sordum çocuğa sessizliği bozmak için. “On iki” diye cevap verdi. Elindeki minik bıçağı sıkıca tutarken en ufak ses duyduğu yöne titreye titreye bakıyordu. Bu korkak hali komiğime gitti. Çocuğun kanatları çok küçük olsa da uçup gidebilirdi aslında. Korkmasına gerek yoktu.

“Çocuk.” Diye seslendiğimde peri adımlarını hızlandırıp bana yetişti. “Bak şuraya.” Diyerek limandaki parıltıları gösterdim. Çocuk gemilerin üzerinde dolaşan kızıl partikülleri görünce koluma sarıldı. “Onlar, yoksa?” kelimelerin içinde boğulurcasına bir şeyler söylemeye çalışıyordu. “Ateş mi? Ne yapmalıyız?” tekrar tekrar anlamsızca söyleniyordu. Bir limana bir de çocuğa bakıyordum. Yavaşça birkaç adım öne çıkıp ıslık çaldığımda limandaki kızıl parıltılar hızla bize doğru gelmeye başladılar, çocuk kolumun altından onlara doğru baktı. “Ateş perileri?”

Göğe doğru uzanan onlarca silüet üstlerinde uçuşurken kahkahalar atıyordum ve perilere selam veriyordum. Sonra başımı eğip çocuğa baktım. Elini kaldırması için işaret ettim. Biraz çekinse de yavaşça benimle birlikte ellerini havaya kaldırdı. Çocuk bu kızıl gösteriye hayran kalmıştı. “Anlaşılan liman Ignislerin elinde. Burada sıkıntı çıkmaz. Biz meydanı geçip kalenin ardındaki sokaklara gidelim.” Diyerek geldiğimiz sokağa tekrar girdim.

Ignisler İlk İsyan ile birlikte Rindek’e sürüldükten sonra zamanın Ignis Başperisi Zephyr, kendi de dahil olmak üzere bütün ırkının soyunu kurutmuş. Toplu bir katliam sonrasında hayatta kalan hiçbir Ignis perisi olmamış. Şimdi ise onların başka ırklardan olan çocukları ateş özü doğurabilme ihtimalleri ile Krallığa tehlike arz ediyordu. Onları temizlemek de biz Rindeklilere kalıyordu.

“Efendi Isolde bana ateş perilerini gösterdiğiniz için teşekkür ederim.” Çocuk olduğu yerde zıplayarak, gülümsedi. Ben de dalgınlıkla başımı eğip göz kırptım. “Ignisler. Onlara bu şekilde hitap etmelisin. Ayrıca başka av geceleri için de geçerli, onlardan korkmana gerek yok. Genelde sorun çıkartmazlar.” Ben geçmişten bahsetmeye başlayınca küçük çocuğun gözleri büyümüştü. “Neden lanetlenmişler peki?” diye sordu.

“Thalnis’in ilk isyanını çıkarttıklarında Kral Peri…” durup çocuğa baktım. “Siz bunları eğitimde öğrenmiyor musunuz?” diye sordum. Çocuk olumsuz anlamda başını iki yana salladı.

“Henüz değil. Ben gelecek yaz dönümünde öğreneceğim.” Dediğinde hikayeye devam etmedim. Bu hikayelerin belli yaşlarda öğretilmesinin bir sebebi vardı.

“O zaman öğren, öyleyse. Her şeyin bir sırası var küçük.” meydandaki sokaklardan birine girdim. Çocuk adımlarıma yetişmeye çalışırken hızlanıyor, bir yandan da beni sorulara boğmaya çalışıyordu. Ancak cevap alamayınca odağı tekrardan etraftan gelen seslere kaymıştı.

Çocuğun korkmaya başladığını fark ettiğimde adımlarımı yavaşlattım. Gözlerimle sokağı taradıktan sonra aradığım şeyi bulmuştum. Denetimciler. Bir süre önce benimle konuşan peri en önlerinde yürüyordu. Bahsettiği kadının evine gidiyor olmalıydılar. Perinin söylediğine göre özün kaynağını öğrenmeleri an meselesiydi. Bu da acele etmem gerektiği anlamına geliyordu.

Ateş özlerine hamile kalan perileri kaçırıp, her ay dolunayda gelen gemi ile onları Sepulkrin’e gönderiyordum. !!! yaşımdan beri ancak bir düzine periyi kurtarabilmiştim. Doğum oranı her geçen yıl azalıyordu, kimi zaman denetleyiciler benden önce davranıyorlardı. En acısı da onlardı.

İşin ilginç tarafı ise, Sepulkrin’de Victor kurtardığım perilere ne yapıyor, onlarla ne planlıyor bilmiyordum. Ancak ölümden daha kötü olamayacağına inandırmıştım kendimi. Onları kurtarıyoruz diyordum sürekli. Son iki seneye kadar, mektup yazmayı kesmesinden önce, gönderdiğim periler hakkında bilgilendiriyordu beni aslında. Şimdi kim bilir neler dönüyordu Sepulkrin’de.

Bir yandan dikkatlice yolumuzu denetimcilerin ardına kilitlerken, diğer yandan çocuk şüphelenmesin diye dikkatini başka şeylere çekmeye çalıştım. Olabildiğince doğal gözükmek zorundaydım. “Anlat bakalım. Peri türleri. Baştan say.” Diyerek elimle beş parmağını kaldırdım. Çocuk baktığı yerden bana dönüp düşünmeye başladı. “Şey biz varız. Ruh perileri…” çocuğun lafını kestim. “İsimleriyle say.” Sesim soğuk çıkmış olsa da, “biz” demesi yüreğimi sızlatmıştı. Ben peri falan değildim.

“Elysler, biz yani ruh perileri. Sonra şey var Ignis. Az öncekiler ateş perileri, ama onlar ölmüşler sayılır mı?” diye sorduğunda başımla onayladım. Hala doğuyor olduklarından haberi yoktu bu çocuğun. Sepulkrin’de varlık sürdüklerini bilse ne yapardı acaba.

“Tamam o zaman başka, Lumi var! Işık perileri. Efendi Hyper gibi…” dediğinde ani yükselen heyecanı söndü. Düşünmeden söylediği son sözlerinden endişe duymuş benim ne tepki vereceğime bakıyordu. Babam artık Lumi sayılır mıydı emin değilim. O unvanını, ışığını, onurunu kaybetmişti. Doğrular için verdiği savaşta yalanlara boğulmuştu. O Sofisli Hyper’dı. Irkına ihanet ettiği için lanetlenmişti. Başarısızlığı kendi ile birlikte herkesi lanetlemişti. Gün ışığı sönmüştü. Derinlerde kaybolmuştu. Ay ışığı da karanlıktı. Ait değildi.

Çocuğun endişesi samimi gelmişti bana. Bir şey yapmamdan korktuğu için değil de beni üzdüğünü düşündüğü içindi sanki. Doğru gelmişti, saftı. Havada kalan iki parmağımı oynatarak gülümsedim. Her ne kadar beni bir nebze de olsa sinir etmiş olsa da takipte kalmam gereken bir denetim grubu ve dikkatini dağıtmam gereken bir peri vardı. Çocuk gülümsememi görünce rahatlayıp saymaya devam etti. “Terra, orman perileri. Yok doğa yani canlılar falan anladınız siz. Bir de Marin; okyanuslar, su canlıları.” Çocuk bitirdiğinde sevinçten ellerini çırptı.

Memnun olmuş şekilde başını salladım. Zorlama bir gülümsemeyle sokağın diğer ucunu gözledim. “Aferin küçük. Peki hangi periler krallığın neresinde yaşar?” yeni sorusunu sormamın ardından göz ucuma ilişen manzarayla çocuğa sessiz olmasını işaret edip yolun kenarındaki varillerin arkasına doğru itekledim. “Hay yazıcı aşkına. Tam sırasıydı.” Diye söylendim. Başımı uzatıp sokağın diğer ucuna baktığımda iki perinin boğuştuğunu gördüm.

Denetimciler sokağı geçmeden sağa dönmüşlerdi, kavga eden iki periyi umursamadılar bile. Görüş açımda değillerdi artık. Bir denetimcilerin girdiği yola, bir de boğuşan perilere baktım. Yeterince hızlı halledebilirsek grubu yakalayabilirdim. Sadece hangi eve, hangi periye gittiklerini öğrenmem yeterliydi. Asıl iş yarın başlayacaktı.

Tekrardan sokağın ucuna baktım. Bir tanesi bariz şekilde yaralıydı ve sadece direnmeye çalışıyordu. Dönüp çocuğu dürttüm. “Denemek ister misin?” diye sorup bıçağını işaret ettim. O kavgayı sonlandırırken sıyrılıp karanlığa karışabilirdim. Evet, cevabını aldığımda çocukla yer değiştirdim. İki varilin arasında olacakları izlemeye başladım.

Ay ışığının aydınlattığı sokakta küçük gölge ilerlerken perilerden biri onu fark edip ayağa kalktı. Yerde yatan adam ise acı içinde bağırıyordu. Çocuğun elleri havaya kalktığında ayaktaki adam küfür savurup uçmaya çalıştı ancak sanki boğuluyorcasına boğazını bir şeyden kurtarmaya çalışıyordu. Çocuğun avuçlarından çıkan kara dumansı yapı perinin boğazını sarmış ve onu öldürürcesine sıkıyordu. Çocuğu izlerken az önceki o korkak tavırlarından eser kalmamış olmasına hayret etmiştim. Güçlerinin olması onu cesur da yapıyordu anlaşılan. Kanatları da vardı hem. Gece karası, dumanlı kanatları. Kaçıp gidebilirdi korksa. Saklanmazdı.

Boğulan peri son nefesini vermesine rağmen çocuğun sihri adamı bırakmamıştı. Emin olması gerekiyordu. Perinin ruhunu hissedemeyene kadar onun öldüğünün bir kesinliği yoktu.

Çocuk ağır adım yürüdüğünde küçük bedeni yerdeki adamı görmemi engelleyince olduğum yerden tamamen kalktım. Çocuk hala boğduğu adama doğru giderken diğer perinin avuçları parladı. “Lanet avcılar!” diye bağırdığında açılan ağzından içeri giren okla yere devrildi. Karanlığın içinden yanlarına doğru geldiğimde çocuk da tuttuğu periyi bırakmıştı.

“Benimki daha kısa sürdü.” Dedim çocuğa bakıp, sonra da ağzında okla yerde yatan periye baktım.

Çocuk kıkırdadı. “Benimki daha havalıydı ama.” Diye karşılık verdiğinde vurduğum periyi işaret edip sırıttım.

Adamın karanlık enerjiden oluşan kanatları büzüşmeye başladığında çocuk da hayretler içinde ona bakıyordu. “Nasıl ya?” diye bağırdı heyecanla. “Öğreneceğin çok şey var küçük.” Diyerek adamın boğazından okunu çıkarttım. Eğrip otunu ilk defa kullanmıştım. Gerçekten de memnun edici derecede güçlüydü. “Deneyim bir: Ellerinle birinin ruhunu sökebiliyor olman seni herkesten korumaz. Hele ki benden. Asla.” İronik bir ciddiyetle çocukla dalga geçtiğimde onun sinir etmeyi başardığını fark edip güldüm. “Aman ya! Dalga geçiyorum.” Küçüğün omzuna vurup saçlarını dağıttım.

Babam bir sonraki sefer sorduğunda, Eğrip otunun işe yaradığını öğrenecekti. Ve benim bununla birini vurduğumu.

Biraz sonra dizlerimin üstüne çöküp çocuğun gözlerine baktım. “Beni dinle evlat.” Omuzlarından tuttum. “Sen bir Elys’sin. Canlıların ruhları senin hizmetinde. Ancak bu seni yanıltmasın. Koyulan sınırların içerisinde kalmalısın. Daha ilerisi cazip gelebilir, emin ol bunun havalı olmakla bir ilgisi yok. Bir bakmışsın kontrol ettiğin ruhlardan bedeninde bir damla bile kalmamış.” çocuk başıyla onayladığında omuzlarının üzerinden çocuğun kanatlarına dokundum. Sanki...

Ölümle tokalaşmak gibiydi.

Yutkundum. “Eğer sen korkarsan da uçup gidebilirsin. Korkabilirsin, kalabilirsin veya gidebilirsin. Ama her zaman bir gözün arkanda olmalı. Karanlığa asla güvenemezsin. Ellerinden ve kanatlarından dökülüyor olabilir ancak ışığın olmadığı yerde karanlığa kimin hükmettiğini bilemezsin. Kontrol edebiliyor olman, hakim olduğun anlamına gelmez.” çocuğun sessizliği karşısında tekrar doğrulduğumda önümden yürümeye başladı.

Denetimciler?!

Tamamen aklımdan çıkmıştı.

Yerde cansız yatan perileri bırakıp denetimcilerin girdigi sokağa girdik. Küçük neyse ki pek soru sormuyordu, ne teklif etsem onayliyor sessizce takip ediyordu. Çok vakit kaybetmiştim. Denetimciler sokakta yoktu. Geçtiğimiz her evi dinlemeye çalıştım. Sessizliği dinledim. Bir çeşit feryat, yardım çığlığı. Acı hissetmeye çalıştım. Ateş özüne hamile olduğunu öğrenen ve susturulacak olan bir kadının çağrısını dinlemeye çalıştım.

Sessizlik.

Belki de ateş özü değildir. Bir Elys olacaktır daha yüksek bir ihtimal ile.

Çocuktan kurtulmak zorundaydım. Riskse risk, denetimcileri sokaklarda dolanarak bulamazdım. “Limana geri dön, batıdaki hangarda görevli bir ekip var. Onlara katıl.” Dedim çantamın bağını çözerken. Biraz içini eşeleyip aradığım kumaş parçasını buldum. Ayak sesleri duymamıştım bu yüzden maskemi görünüre çıkartmadım. “Neyi bekliyorsun çocuk?”

“Başarısız olduğumu düşündüğünüz için gönderiyorsunuz değil mi? Beni baş denetimciye şikâyet edecek misiniz? Bir daha görevlere gelemeyecek ve pazarda babamın yanında çalışacağım değil mi?” tekrar tekrar ağlamaklı sorular sormaya başladığında şok içinde kalakaldım. Nefes bile almıyordu ve soru soruyordu. Sürekli. “Biraz daha bekleseydiniz o periyi öldürebilirdim gerçekten…”

“Sevgilimle görüşmeye gidiyorum. Henüz bilmemen gereken şeyler yapacağız.” Diyerek lafını kestim. Bunun onun yaşındaki birini utandıracağından emindim. Kırmızı yanaklar ve kocaman gözler başardığımın işaretiydi.

Şimdi de buradan topuklaması gerekecekti. Hatta nerede olduğumu soran birine cevap bile veremezdi.

“Belki yatağa bile girmeyiz, hiç ailen mutfakta falan…” cümlemi bitiremeden yanımdan fırlayıp gittiğinde omuz silktim. Kesinlikle kimseye bir şey demezdi bu.

Arkasından bir süre izlediğimde çocuğun minik kanatlarına hayranlıkla baktım. Uçmak, özgürce gökyüzünde süzülmek, hayalimdeki bir düş gibi görünüyordu. Savaşmaktan yorulmuş bir ruh için çıkış yoluydu. Etrafı tek boynuzlu atlarla dolu imkansız bir patikadan geçiyordu.

Maskemi çıkartıp yüzümün yarısını kapatacak şekilde bağladım. Hızlıca sokağı kolaçan ettikten sonra bir evin taş duvarındaki çıkıntılara tutunup tırmandım. Hiçbir adımımdan çıt bile çıkmıyordu, her hareketim beni çatıya biraz daha yaklaştırıyordu. Perdeleri yarı kapalı bir pencerenin üstüne atlayıp tırnaklarımı çatıdaki tuğlalara geçirdim. İçerideki periler birbirleri üstünde benden daha çok ses çıkartıyorlardı. Şaşırtıcı bir manzara değildi, Rindek’teki her bir aptal çift tehlikeyi umursamadan önlem almadan birlikte oluyordu zaten. Kimsenin atalarımızdan kalan ‘bağ’ı umursadığı falan yoktu. Sonra hayatlarını kurtarmak bana düşüyordu.

Şikâyet ettiğimden değil ama olan geride kalan babaya oluyordu. Gemiye tek bir kişi bindirebildiğim için sadece anneyi gönderebiliyordum. Ruhlardan oluşan mürettebatın aptalca bir kuralıydı işte.

Birkaç evin çatısından atladıktan sonra uçta durup belime bağladığım kumaş parçasını çözdüm. Sokaklarda denetimcilerden iz yoktu. Dinlemek zorundaydım.

Kumaşı gözlerimin üzerine bağlayıp çömeldim. Bir elim soğuk taş çatıda, diğeri de yayımdaydı. Rüzgârın uğultusu bütün kulağımı doldurduğunda babamın sözlerini hatırlattım kendime.

Sen dinlersen, o konuşur.

Rüzgârı dinlememeliydim. Uzaktan gelen birkaç avcı periyi veya güney korusundaki bir başka kavgayı duymamalıydım. Sadece bana gereken ayak sesleri. Düzenli ve sert. Belki kınından çekilen bir kılıç ya da bir annenin feryadı.

Bir fısıltı.

“Lütfen. Lütfen bebeğimi incitmeyin.”

Hızla bulunduğum noktadan aşağı atılıp sokağı geçtim. Ses çok uzakta değildi, yardım çığlığındansa yalvarış gibiydi. Gözlerim bağlı olmasına rağmen birkaç grup perinin yanından geçtiğimin farkındaydım. Bu halimle hiçbiri kim olduğumu anlayamazdı neyse ki.

“Hayır. Hayır bu imkansız.”

Ignis.

Bir varilin arkasına saklanıp yolun karşısına doğru verdim kulağımı. Gözümdeki kumaşı araladığımda dar sokağın diğer ucunda üç denetimci bekliyordu. Babama bildirmeleri dahilinde bu gece de öldürebilirlerdi ancak babam bunu bildiğinden her gün batımında ortadan kayboluyordu. Sadece bana zaman kazandırabilmek için. Kalpleri olduğundan değil ama hava aydınlıkken susturma yapılmıyordu, muhtemelen sokaklara çıkan halkın karşısında cesaret edemiyorlardı. Bu kadar bir canilik bile Elysler için fazlaydı.

Doğmakta olan güneş ışığı açıkta kalan bileğimi ısıttığında karanlıkta kalmış bir sokağa gömüldüm. Artık evin yerini biliyordum. Periyi oradan çıkartıp dolunaya kadar saklamalıydım. Tabii önce olası şüpheleri ortadan kaldırmalıydım. Gözümdeki kumaşı çözüp maskemin ardından çantama attım.

Saçlarımı biraz dağıtıp üstümdeki paçavranın korse bağlarını gelişigüzel tekrar bağladım. Sokaklar yavaş yavaş canlanmaya başlarken ben de tekrar toplanma alanına gittim.

Çocuk ağzını tutamamış olacak ki bütün devriye perileri, bulunan Ignis bebektense benim kiminle ne yaptığımı konuşuyordu. Utangaçlığı bir banaymış anlaşılan. Daha şimdiden herkes kıkırdayarak bana bakıyor ciddiyetimle karşılaşınca silahlarına gömülüyorlardı.

Bu aptalca dedikodu zırvalığını umursamayıp etrafta dolandım. İki ceset torbası sayabilmiştim, birkaç tane de ağır yaralı. Neyse ki avlanan suçlu sayısı ölen devriye perilerinden hep fazlaydı. Yeterli olmasa da Rindek’te suç oranını bu şekilde düşük tutabiliyorduk. Burada kavganın bile affı yoktu. Kimse de şikayet eder gibi durmuyordu gerçi.

“Sana Oli ile aranızda bir şey var mı dediğimde hayır demiştin.” Babamın sesiyle irkilip arkamı döndüm. Ayak seslerini nasıl duymadığıma kızıp yere baktım. Bir kum kütlesi taş kaldırımın üzerine yayılmıştı. “Kum bir bahane olamaz.” Savunmamı tahmin edip konuyu değiştirmesine rağmen ben söylediğine sırıtıyordum.

“Cevabımın arkasındayım.” Diyerek bir kaşımı kaldırdım. Kendi yaydığım söylenti babamın bile kulağına gitmişti.

Baştan aşağı bana baktığında, bizzat kendi ellerimle dedikoduyu desteklediğimi fark ettim. Tabi babam asla yalan söylemediğimi bildiği için cevabım kanıt olacaktı. “Haklısın. Oli seni bu halde göndermezdi.”

“Baba! Oli hakkında böyle bir yorumu nasıl yaparsın?” diye söylendim utançla. En yakın arkadaşım olması bir yana, bizi o şekilde düşünmesi bile garipti.

“Fazla kurusun.”

“Ne?!”

Ani yükselişimle kıkırdayıp burnunu ovuşturdu. Neyi ima ettiğini veya aklına ne geldiğini hayal etmek dahi istemiyordum. “Saçların kuru. Kıyafetlerin. Oli bir okyanus perisi, suda yapar diye düşünmüştüm.”

“Aman tanrım.” Diyerek derin bir of çektim. “Annemde bir okyanus perisiydi. O zaman siz… Bekle hayır. Bilmek istemiyorum.” Vazgeçip hızlıca konuyu kapatmaya çalıştım. Seri adımlarla devriye perilerinin toplanma alanından ayrıldım.

“Genelde saraydaki sıcak havuzu tercih ediyordu.” Babam peşimden sakin bir tavırla yürüyordu. Boyu yüzünden attığım üç adımda bana yetişebiliyordu.

“Lütfen şunu keser misin? Gerçekten bu konuyu konuşmak istemiyorum.” Diye mırıldandım utançla. O aptal velet nasıl oluyor da herkese bunu anlatabiliyordu. Ben babamdan dinlerken kulaklarımı kopartmak istiyordum.

“Perilerden devriyeyi bırakıp sevgilinin yanına gittiğini duyuyorum. Doğal olarak bir açıklama bekliyorum.”

“Baba. Oli benim sevgilim değil. Ayrıca neden ortadan kaybolduğumu…” gülmeye başladığını duyduğumda duraksayıp ona baktım. Tabi ki böyle olmadığını biliyordu ve sadece benimle uğraşıyordu. “İnanılmazsın. Ne sanıyordum ki?” diye mırıldanıp evin kapısını hışımla açtım. Ardımdan gelip kapıyı kapattı.

Oli, en yakın arkadaşım olması dışında Marin devriye askeriydi. Marin’ler Thalnis’in etrafını saran suları sürekli denetlerlerdi. Rindek’in bilinmeyen adalarından veya derinlerden gelebilecek saldırılara karşı korurlardı. Bir nevi hapishane saydıkları adaları çevreleyen gardiyanlardı. Sofis’teki kraliyet bozuntuları dış krallıklardansa kendi halkından korkuyordu çünkü.

Annem ölmeden önce Marin baş perisiydi. Bir zamanlar Oli gibilerin, hatta generalin bile, emir aldığı Leydi Niri. Ardından Marin tahtına kimse seçilmemişti. Babam lanetlenmeseydim annemin ardından benim Leydi olacağımı söylemişti. Ailemizin Thalnia’ya bıraktığı bir başka kara leke daha. Adeta Marin soylularının kökünü kurutmuştuk.

Yürüyebilecek yaşa geldikten sonra zamanımı genelde sahilde geçiriyordum. Zaten 12 yaşıma kadar Victor ile sayısız antrenman yapıp birbirimizin sınırlarını zorlamakla meşguldük. Şehrin içine hiç gitmez, hep sahilde takılırdık. Nedeni bilinmezdi ama Sofis sarayını görmek yumruklarımızı daha sert sıktırırdı bize.

Victor’ın varlığından mıdır emin değildim ama o Sepulkrin’e gittikten sonra namımı duyan Marin devriye askerleri uzaktan beni izlemeye gelmeye başlamışlardı. Birçoğu için bir gün çıkıp gelecek baş peri, diğerleri için de arkasından gülünecek zavallı biriydim. Oli bana selam veren tek seyircim olmuştu. Aslında o da meraklı gözlerden biriydi ancak kısa sohbetlerimizin ardından her devriyesinde bana zaman ayırır hale gelmişti. Benden Rindek adasını, Elys perilerini tekrar tekrar dinlemek istiyordu. Aynı krallıkta yaşıyor olsak da birbirlerinden bihaber iki ırkın dostluğu bizim için yepyeni dünyaları tanımak demekti. Ben de her gün penceremden gördüğüm sarayı öğreniyor ve hatta Oli’nin bile bilmediği şeyler olduğunu keşfediyordum. Biz iki dost senelerdir her sabah kumsalda buluşuyor kimi zaman da Oli’nin yunuslarının sırtında gezintiye çıkıyorduk.

“Ay ışığı. Biraz gelir misin?” ses tonu az önceki neşesini silip süpürünce merdivenlerde durdum. Yayımı duvara yaslayıp çantamı da yanına bıraktım. Peşinden yatak odasına girdiğimde kapıyı kapatmam için eliyle işaret etti. Şakacı tavrından eser kalmamış hatta yüzünü bir hüzün kaplamıştı. Bugün denetimcileri neredeyse elimden kaçırdığım için kızgın diye düşündüm. Gün doğduğunda ben hala maskemle sokakta duruyordum ve bu oldukça riskliydi.

“Kimse görmedi yemin ederim.”

“Biliyorum.” Dedi derin bir nefes vererek.

“O zaman, sorun ne?” yatağın etrafından dolanıp yanına oturdum. Parmak uçlarım istemsizce sönmüş kanatlarına değdi. Soğuk ısırığı iliklerime kadar işlediğinde elimi bacağımın altına gizledim.

Bir süre sanki kelimelerini seçmeye çalışıyor gibi pencereye daldı. Dudakları arada bir aralanıyor ancak kısa bir soluktan başka bir şey çıkmıyordu. Sorun bambaşka bir şey olmalıydı.

“Baba…”

“Oli seni bekliyor olmalı. Oğlanı bekletme.” Diye kesti lafımı. Vazgeçti söylemekten. Israr edemedim ve parmak uçlarımda odadan çıktım. Parmak eklemlerimle kapıya üç kez hızlı, bir kez de duraksayarak tıkladım.

Babamı o zamandan beri bu kadar hüznlü görmemiştim. En son… Victor gittiğinde aylarca konuşmamıştı. Bu da bir ayrılığın muhtemel işaretiydi. Ölmesi ihtimalini zihnimden kazıyıp attım. Belki cevapları bulabileceğim başka biri vardı.

Ben sokakları geçtikçe, dalgaların sesi de giderek yükseldi. Gece Ignislerin cirit attığı limanda şimdi Elys perileri vardı. Limana Sepulkrin’den başka hiçbir yerden gemi gelmezdi, gelemezdi. Ancak Victor’ın gönderdiği gemiler o kadar büyük oluyordu ki babam buraya her ay daha fazla işçi almak zorunda kalıyordu.

Sonunda masmavi okyanusun kumsalla buluştuğu sahile geldiğimde çıktığım gri dünyanın ardından parlaklıktan kamaşan gözlerimi ovuşturdum. Sahil Rindek’in sokaklarından çok farklıydı. Tamamen taştan yapılma o renksiz adanın canlı olduğu tek yer burasıydı. Muhtemelen hiçbir perinin buraya gelmemesinin en büyük sebebiydi. Kimse karşılarında göklere uzanan Sofis sarayını manzara olarak tercih etmezdi.

Biz hariç.

Kendimi bildim bileli Victor’ın öğretileriyle büyümüştüm. Yaşamın bütün gerçeklerini ondan dinlemiş, ondan öğrenmiştim. Beni gücün hükmettiği bu topraklarda kanatsız bir peri olarak sağlam basabilmem için eğitmişti. Ansızın bırakıp gitmeden önce.

Ayaklarımı suya uzatıp kumların üstündeki bir kayaya yaslandım. Karşımdaki adalara dalıp gittim bir süre sonra. Thalnis’in merkez adasıydı Sofis. Göklere uzanan saray krallığın her yerinden görülebiliyordu. Belki de bu yüzden o kadar uzun yapılmıştı. Bulutlar olmasa sonsuzluğa gidiyor denirdi muhtemelen.

Sofis’in etrafını sarıp sarmalayan Skeler adalarının cıvıl cıvıl dünyasını da uzaktan seçebiliyordum. Ormanın ve okyanusun birleştiği inanılmaz bir tabiat. Rindek’in hiçbir zaman sahip olamadığı renklerin dalga geçercesine günden güne değiştiği, perilerin sürekli gökyüzünde görülebildiği bu ada da suyun gökle buluştuğu seviyede görülebiliyordu. Haritalara göre bir kalkan gibi Sofis’i sarıyormuş.

Skeler ve Sofis’in aksine Rindek parça parçaydı. Manzaranın diğer taraflarına baktığım sırada karanlıklara gömülmüş diğer Rindek adalarını kestirdim gözüme. Daha iyi görebilmek için yerimden doğrulduğumda Sepulkrin’in etrafını saran kara bulutları ve dinmeyen fırtınalar ensemdeki tüyleri ürpertti. Sanki mavi gökyüzü bile oraya varmaktan, güneş adayı aydınlatmaktan korkuyordu. Siyah bir boşluk gibiydi Thalnis üzerinde.

Küçük Isolde için bir umut bulutların ötesini görmeye çalıştım. Bugün de gelmemişti. Geçen iki yılda olduğu gibi. Yine görememiştim göklerde anka kuşunu. “Rex…” dedim kendi kendime. Çaresiz bir fısıltıydı bu. Gözlerini dolduran türden bir özlem. Yıllarca mektuplarıyla tutunmaya çalışmıştım dostluğumuza. Şuraya inip gözlerime baksa oklarımdan ikisini mavi ve yeşiline saplayıp suratına haykırmak geliyordu içimden.

Yine o aldatmaca gibi görünen gözleri beni dalıp götürmüşken bir anda çığlık atarak yerinden sıçradım. Buz gibi bir dalga bütün bedenimi savurmuştu. Yerimde doğrulup öfkeyle kendime baktım. Tamamen içgüdüsel olarak “Oli!” diye haykırdım. Bunu yapan kişi en yakın dostum, Marin devriye askeri Oli’den başkası olamazdı.

“Isolde çok özür dilerim! Hala buz üzerinde çalışıyorum biliyorsun. Onun buz olması gerekirdi, iyi misin sen?” kızıl kafa telaşla taşların üzerine çıkıp yanıma geldi. “Affedersin. Durmaya çalışıyordum da.” Diyerek tekrar tekrar özür diledi.

Yumruklarımı sıkıp onu suya geri ittim. Zaten kafam allak bullaktı, bir de bu salak sırılsıklam etmişti beni. Babam haklıydı. “Hay yüce yazıcı.” Diye homurdandım. Sudan kafasını çıkartıp pis pis sırıttığında arkasında atlayıp kafasını derine gömdüm. “Bilmem kaç yüz yaşına gelmişsin, çocuktan farkın yok!” Tamamen sinir bozmak için biraz debelenir gibi yaptı, deniz atı büyüklüğündeki beyniyle su altında nefes alabiliyordu. Maalesef. Ancak onu sinir etmek için kaba kuvvete ihtiyacım yoktu. Bu tamamen benim şahsi zevkimle ilgiliydi. “Kaç yüz mü? Daha yüz yaşıma basmadım bile!” diye zırlayınca geri çekildim. Oli’nin yaşı ve saçı onun en hassas noktalarıydı.

“Otur şuraya tamam sakin ol. Geçenkine göre çok daha iyi en azından.” Deyip yanıma oturması için pelerininden çekiştirdim. Tekrar kayanın üzerine tırmandığımızda burnunu çekiştirip saçlarını düzeltti.

Hayatımda gördüğüm en parlak kırmızı onun saçları olabilirdi. Neredeyse ateş gibiydi. Her zaman söylediğim gibi bu canlı rengin doğal olmadığına inanıyordum, sırf sinir olsun diye. Ayrıca geçen kış dipleri daha koyuydu.

Yüzümdeki sırıtışı fark edip gözlerini devirdiğinde “Yine saçıma bakıyorsun.” Diye mırıldandı.

“Boyamışsın yine. Bu sefer güzel olmuş.” Gözlerimi kısıp tepki vermesini bekledim. Oli ile uğraşmak için yumruklar boşaydı. Saçına hakaret etsem tsunami yaratmasına neden olabilirdim. Lanet olsun ki onu hakaret edemeyecek kadar çok umursuyordum.

“Çok acımasızsın! Niye boyayayım ki ayrıca? Seninkiler simsiyah diye çekemiyorsun işte.” Diye bağırmaya başladı. Bir yandan kollarımdan beni itmeye çalışırken diğer yandan da bağırıyordu. Ben ise aptalca tepkisine kahkahalarla gülüyordum. Biliyordum ki bir gün itiraf edecekti.

Ellerinden kurtulup dil çıkarttıktan sonra bağdaş kurdum. Neyse ki fiziksel olarak karşılık vermesi kısa sürüyordu. Birini incitmekten korkan minnoş bir askerdi Oli.

Kavganın ardından durulduğumuzda bir süre sessizce oturduk. Oli gardını düşürüp “O dediğin bitkiyi kullanmış olabilirim. Yani parlatsın diye ama.” Diyerek itiraf ettiğinde gülümsemekle yetindim. Ne tamamen doğru ne de saf yalandı.

“Kanadında hiç kırık yok. Mükemmel bir askersin.” Dedim sessizce. Ben saçlarını çoktan aşmıştım. Oli’nin kanatlarına dalıp gitmiştim şimdi de. Üzülecek bir şeyler arıyordum yine. Babamın bu sabahki hali aklımda çıkmıyordu. Mutlu olmamak için elimden geleni yapıyordum.

“Girme şu konuya. Canın sıkılıyor sonra. Başka şeylerden konuşalım.” Diyerek konuyu dağıtmaya çalıştı. Kanatlarım olmadığı için zaten dertlendiğimi biliyor, bir de onun hasarsız kanatlarına içim gidince sinir oluyordu. Çaresiz kalıyordu çünkü. Eli kolu bağlıydı. Bense bir dert yumağıydım.

“Babam bu sabah bir şey hakkında konuşmak istedi. Ancak ağzından tek kelime alamadım.” Diye mırıldandım.

“Başka konudan konuşalım darken çiçekler böcekler falan diyordum ama… Bu da olur.” Hafifçe omzumu dürtükleyip benden bir gülümseme koparttı.

“Hüzünlüydü Oli. Sanki… O günkü gibiydi.”

“Yasta mı?”

“Sayılır. Birini kaybettiğinde konuşmazmış. Annem öldüğünde de ben konuşmayı öğrenene kadar ağzını açmamış.” Gözlerim sert duruşuma ihanet edip dolduğunda burnumu çekip başka yöne baktım. Oli’nin karşısında ağlamaktan utanmıyordum. “Victor söylemişti.”

Ağlamanın kendisinden utanıyordum.

“Isolde. Baban ne olursa olsun bir peri. Yine doğasına göre ölüp gidecek.”

“Ama Lumi perileri sizin ırklarınız gibi değil. Babam elli yaşını çoktan geçti. Ya bir… Ya bir sabah…” kısık bir küfür ederek avuç içlerimi gözlerime bastırdım. Ağlamıyordum ama sesim acı bir tona varmıştı.

Diğer peri ırkları yüzyıllarca genç bedenlerinde yaşayabilirken anlamsız bir şekilde kraliyet soyu olan Lumi perileri ancak ellili yaşlara kadar hayatta kalıyordu. Kendi kaderleri ile yatakta ölmektense sanki birisi onların ruhlarını sökmüş gibi öldüklerini duymuştum Skeler’dan sürgün edilen bir saray hademesinden. Babamı o şekilde görme ihtimali ile kalbimi sıkıştırıyordu.

“Sanırım seni nasıl teselli edebileceğimi bilmiyorum Isolde. Belki de… Hazırlıklı olmalısın.” Oli’nin mırıltısıyla ona doğru sokuldum. Kollarını bana sarıp yüzümü göğsüne gömmeme izin verdi. Hala tek damla gözyaşı dökmüyordum. “Ya Baban artık güçlerine sahip olmadığı için, bilirsin ya, yaşamaya devam ederse?”

“Bugün bana onu söyleyeceğinden eminim. Gün geçtikçe zayıflıyor. Sen biliyor musun? Süreç bu şekilde mi işliyor?” burnumu elimin tersiyle silip başımı kaldırdım.

“Yani ben… Bilmem ki. Sofis’e giremiyoruz biliyorsun. Sadece bazen general birkaç Marin askerini Saraya gönderir. Arkadaşlarımdan birisi peri boyutunda bir tabutu Thalnia sularından uzağa götürdüklerini söylemişti.” Oli pek de varolmayan bilgisiyle açıklama çalıştığında başımı aşağı yukarı salladım. Sofis’e ışık perileri veya baş periler dışında kimse giremezdi. Bu yüzden Oli’nin orada ne döndüğünden hiçbir fikri olmayacağını biliyorum. Yine de açıklamasına minnettardım.

Sessiz saatler geçtikten sonra Oli devriyesini tamamlamak üzere tekrar sulara daldı. Onu derinlerde kaybolana dek berrak okyanustan gözlerimle takip ettim. Şimdi tekrar dönmem gerekiyordu. Güneş neredeyse batacaktı. Taşın üzerinden yayımı alıp omzuma geçirdim. Kumları eze eze sahilden çıkıp kendimi sokaklara attım. Döngü tekrar başlıyordu.

Kırık tezgahlardan oluşan bir yığının üzerinden bir evin çatısına çıktım. Hızla tanıdığım yolları aştıktan sonra evimizin duvarına attım kendimi. Birkaç pencereye tutunarak odamın bulunduğu kata tırmandım. Camı açıp içeriye atladığımda babamı kapıda gördüm. Elinde ok çantamı tutuyordu. Yüz ifadesi ve nefes alıp verişinden bir şeylerin ters gittiği belliydi. Sabahki endişesi sanki çığ gibi büyümüş, zaten beyaz olan cildini soldurmuştu.

Endişeyle pencere pervazından atlayıp karşısında bittim. “Baba? Neler oluyor?” diye sordum.

“Bu gece ava katılmayacaksın ay ışığım.” Dediğinde öfkeden gözüm dönmüştü. Anne periye ne olacaktı peki? Babam böyle bir kararı neye göre vermişti? “O da ne demek? Baba denetimciler bu gece periyi öldürmeye gidecekler.” diye kükredim ancak ateşim hızla söndü. Babama bağırmış olduğumu fark edince utancımdan yerin dibine girmiştim. Elimle yüzümü ovuşturup odanın diğer ucuna yürüdüm.

“Bu gece Oli ile onun teknesinde bekleyeceksin. Yarın sabah konuşuruz.” Dedi babam bir süre sonra. Bana sabahtan beri tek bir açıklama bile yapmıyor, öylece beni gönderip duruyordu. Ona karşı gelmekten hoşlanmasam da bir açıklamayı hakkettiğimi düşünüyordum.

“Hayır.” dedim dönüp karşısına geçerek. “Şimdi konuşacağız. Neler döndüğünü bilmiyorum ve bu tavrın beni korkutuyor baba. Ertelemek, söylemen gerekenleri silip süpürmeyecek.”

“Isolde. Israr etme.”

“Benimle konuşmuyorsun, içinden anlatmak geliyor ancak susup oturuyorsun. Ben emirler yağdırabileceğin bir askerin değilim.” Dedim biraz da sesimi yükselterek. Korkuyordum çünkü. Aynı şeylerin bir başka halinin bizi bulmasından korkuyordum. “En azından güneş batana kadar hala kızınım. Şimdi rica ediyorum bana bir şey söyle.” Soluk soluğa gözlerinin içine baktım. Bomboş iki gümüş girdap gibiydi. Birinden öbürüne çaresizce baktım.

“Bu sabah, Sofis’ten mektup geldi.” Duraksadı. Deliye dönmüştüm adeta. O züppeler şimdi ne istiyorlardı? “Yarın sabah, Marin generali buraya gelecek.”

“Rindek’e mi? Derdi neymiş peki?” babam yıllardır birçok kez kraldan bir mektup alır ve yeni bir kurala soyunurdu. En son gelen mektup yıllar önceydi, her suçun ardına ölüm cezası koyulmasını emretmişti. Halkın kaosa sürüklendiği o korkunç geceleri hatırlıyorum da şimdi bir iki aptal hırsız veya kavgacı peri dışında kimse ağzını açmaya bile cesaret edemiyordu.

Bildiğim diğer mektuplar da sevgili mankafamıza aitti. Victor ben on iki yaşıma gelene kadar Rindek’te kalmıştı. Onun bazı geceler denetimlere katıldığını görmüştüm, geç saatlerde döndüğünde kan revan içinde olurdu. Neden o halde olduğunu asla anlatmazdı bana, ta ki bir gün susturmanın ne olduğunu öğrenip ona mektup yazana kadar. Geldiği o gecelerin arkasındaki sır perdesi aralanmıştı ve ben “susturma” ile yüzleşmek zorunda kalmıştım. Bu da kralın bir başka mektubuydu anlaşıldığına göre.

Neyse ki Victor ile bu işe bir çözüm yolu bulabilmiştik. Orada bir gemi inşaa edildiği ve Victor’ın her ay bir kez Rindek’e gelecek bu araca ateş özü doğuracak perileri bindirmemi söylediği andan beri bu işin altındaydım. Harika ilerleyen planımızdan yıllar sonra Victor toza dumana karışmış, mektuplar kesilmiş olsa da o gemi gelmeye devam ediyordu.

Çoğu kez içine gizlenen bir peri ile de geri dönerdi. Mürettebatı havada süzülen kara duman kütlelerinden oluşuyordu. Ağızlarını bıçak açmaz, ne söyleneni dinlerler ne de istenileni yaparlardı. Öylece erzak bırakıp geri dönerlerdi.

Bir de üzerine yakut taşı konulmuş bir tane ok.

Victor’ın bana gönderdiğinden emindim. Şimdiden hepsi dolaplarımdan birisini ağzına kadar doldurmuştu bile. Kullanmaya kıyamıyordum en başlarda. Ta ki bunun aptallık olduğunu fark edip ondan sonra gelen her oku paramparça edip gemiyle geri gönderene kadar. Artık ona karşı içimde sadece öfke vardı.

Ama o burada yoktu bile.

“Seni almaya geliyor.”

Babamın kelimeleri beni Victor’ın yokluğundan söküp aldığında donakalmıştım. Rindek’ten birisi asla dışarıya çıkamazdı. Bu da başka bir kanundu. Şimdi bizzat general beni mi almaya geliyordu?

“Baba yoksa…”

“Sanmıyorum. Önce denetimcilerden duyardık.”

Beni cezalandırmaya götürüyor olabilirlerdi ne de olsa yıllarca kralın emirlerinin arkasından iş çevirmiştim. Bunu sonunda öğrenmiş ve beni lanetlere boğmaya götürüyor olabilirlerdi. “Peki ya kral bir şekilde kendisi öğrendiyse?”

Babam başını iki yana sallayıp ellerini omuzlarıma koydu. “Bir çeşit anlaşma için oraya gitmeni istiyorlar. Thaddeus…” bu ismi onun ağzından uzun zamandır duymamıştım. Kendisi bile afallayıp boğazını temizledi. “Mektubu bizzat kendi yazmış. Thalnia bazen anlaşmalar için tarafsız birisine ihtiyaç duyar.”

“Baba ben pek tarafsız gibi durmuyorum ama.”

“Bir peri ırkına mensup olmaman karşı taraf için seni gri bölgede gösterecektir. Muhtemelen anlaşma seni beni pek ilgilendirmeyen bir şey. O bu yüzden seni talep etmiş olabilir.”

“Ne yani bu zamana kadar bir başka anlaşma olmamış mı? Önceden kimi çağırdılarsa onu getirsinler tekrar.”

Babam güçsüzce gülümseyip omuzlarımı sıktı. Beni rahatlatmaya çalıştığının farkındaydım ancak soracak çok sorum ve söylenecek çok bahanem vardı. “Anlaşmalar pek düşündüğün gibi işlemez. Bir krallık tarafsız bir kişi ile görüşmeleri sağlayabilir. Bir çeşit arabulucu gibi. Ancak bu seçeneği talep edecek hiçbir kral tanımıyorum.” Biraz şüpheci bir edayla duraksadı. Belki de kendisi bile sorgulamaya başlamıştı durumun garipliğini. “Bunu talep eden kişi Thaddeus’tan pek de hazzetmiyor demektir. Karşısına geçeceğin insan, peri veya elf tehlikeli birisi olabilir ay ışığım. O sarayda kimseye güvenemezsin. Sadece söylenenleri diğer tarafa ilet yeter. Yorum yapma, fikrini…”

Geri bir adım atıp onun tutuşundan sıyrıldım. Sözleri yarıda kesildiğinde anlamsızca bana baktı. “Göndermeyi düşünüyorsun yani. Gidecekmişim gibi konuşuyorsun.” Dedim hayal kırıklığıyla. Nasıl olur da buna bu kadar çabuk ve bana sormadan karar verirdi aklım almıyor? O Kral bozuntusuna nasıl olur da körkütük itaat ediyordu ki?

“Isolde. Thaddeus’a karşı gelemem.” Bir bitkinlik ve dudaklarından kaçan nefes onu o kadar çaresiz göstermişti ki karşısında paramparça olmuştum. Gözlerimi kırpıştırıp var olmayan yaşları ortadan kaldırdım. Rüzgardan uçuşan perdenin ardından yaklaşan geceyi gördüm. Babama bir daha bakamadan çıkıp gittim.

 

Yakut,

Bu mektubu sana nasıl göndereceğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Endişelenmeni istemem ama ormanda inşa ettiğim bir barakada kalıyorum. Geceleri Rindek’teki gibi Ignis ruhları etrafta geziniyor. Pek barışçıl durmuyorlar, özellikle de adada yaşayan Elysler. Henüz kendimi gösterme cesaretinde bulunamadım ama merak etme. Halledeceğim, her zaman hallederim.

Burası tamamen el değmemiş ormanlarla dolu. Yapılaşma tek bir köyden ibaret. Sepullkrin’in olayını biliyorsun zaten. Thalnia’dan sürülen en tehlikeli periler buraya tıkılmış haldeler. Umarım endişe etmiyorsundur yakut. Vaktini bununla harcama. Bol bol antrenman yap. Dikenleri ve sana aldığım okları dolabına bırakmıştım. Devriyelere katılmak istersen Mitch’i bul, o sana istediğin kadar ok verir. Ödeme yapma sakın, ben hallettim.

Sana ulaşır mı bilmiyorum ama umarım iyisinizdir. Hyper’ın seni prenses gibi yetiştirmesine izin verme. O hayalleri kuruyorsan da bir elinde de kılıcın olacak. Ya da yayın. Her zaman oklara daha ilgiliydin. Gerçi ben bıçakların sana daha çok yakıştığını düşünüyorum.

Sepulkrin çok karışık, buradaki periler tahmin ettiğimden daha vahşi görünüyorlar. Hyper’ın elçisi olarak hepsini dize getireceğim ama. En azından bunu başaracağım. Ignislerle olan konuşmalarını dinliyorum geceleri. Burada diğerlerinden çok daha bilge olan bir ateş perisinin ruhu var. Bana yardımcı olabilir. Öncelikle onun saygısını kazanmalıyım.

Çaldığım kağıt dolmak üzere. Bunu saklayacağım.

Sana ulaşmanın bir yolunu bulacağım yakut.

 

Selamlaaar, artık buralardaymışız! Umarım iyisinizdir hepinizz. Caldorin Efsanesi'nin benim için önemi çok büyük bu yüzden sizlere bu platformda da ulaştırmak istedim. Aslında Wattpad'de yayınlıyorum ancak kitlelere ulaşabilmek için burada da paylaşmak istedim. Fikirlerinizi de merakla bekliyorum! Mutlulukla kalınn!

Loading...
0%