@nuperi
|
BÖLÜM 6: SANA ÖZEL
Aldatmaların en kötüsü
Kendi kendini aldatmaktır.
(Platon)
“O gece malları alıp almamaları onlara kalmıştı. Lakin onlar acele etmeyi değil yavaş olmayı seçtiler. Bu ne demek sizlerde anlamışsınızdır umarım.” İyi de depoyu o yakmamışmıydı şimdi? Kimseden ses çıkmadı. Beni o gece orada görmediğine adım kadar eminim, yoksa benden başka biri daha mı vardı? Kapıya biraz daha yaklaşıp kulağımı konuşulanlara verdim. Gözlerim istemeden de olsa saklandığım yerde gezindi. Evin içi resmen İtalyan şatosunu andırıyordu, içimdeki garip his tüylerimi ürpertti.
“Biz aslında malı alan müşterinin adamları sandık bu yüzden detaylı arama yapmadık meğer durum çok farklıymış.” Dedi, yabancı biri daha. “Akşam takip edildiğimizi anladık ama çoktan malları depoya indirmiştik, arabaya binip giderken bir baktık peşimizden geliyorlar. Biz sandık ki bizimle bir dertleri var, depoya gireceklerini hiç düşünmedik. Bastık gaza gidiyorduk, onlar bayağı arkada kaldı tabi atlattığımızı düşündük ama…” Deyip ofladı. Bir dakika! Ben? Oradaydım?
“Gürkan, madem takip ediliyordunuz ne diye bize haber vermediniz de kendi başınıza iş çıkardınız? adamlar bizimle anlaşmayı bitirecekler bu ne demek oluy-” Toprak, Suat'ın lafını böldü.
“Neyse ki elimizde görüntüler var.” dedi.
Nasıl?
O görüntülerin olmaması gerekiyordu.
Elinde görüntü olmaması gerekiyor çünkü o sokakta hiç kamera olup olmadığı belli bile değildi ayrıca kim, neden o ara sokağa kamera taksın?
Orada olup bitenleri ölesiye merak ederken aklıma gelen fikirle duraksadım. Telefonun yansımasından belki içerisini görebilirdim.
“Aferin sana Toprak, bizi hiç şaşırtmıyorsun.” Dedi yine yabancılardan birisi. Gülme sesi işittim, tok ses yalnızca üç kez kendini tekrar etti. Dedesi?
Telefonu yan tutup ne olup bittiğini biraz olsun görebilmeyi umdum. Koltuklarda oturan altı tane adam ve bir tane de kadin vardı. İki tane adam genç geri kalanlarsa oldukça yaşlı gözüküyordu. Toprak ise ayakta onların herbiriyle gözgöze gelmeye çalışıp sanki etkilemeye çalışıyordu. Digerlerine nazaran genç afamlar gergin dururken diğerleri çok rahat görünüyordu. Oldukça profesyonel.
U şeklindeki koltukların karşısında televizyon ünitesi bulunuyor, yaklaşık iki yada üç metre diye tahmin ettiğim dev camlardan havuz yansıması görünüyordu. Resmen kraliyet ailesine yakışır dereceden bir evdi.
Genç çocuk ayağa kalkıp elindeki telefonu toprağa uzattı ardından kalktığı yere geri oturdu. Elindeki telefonu bütün herkesin görebileceği şekilde bilgisayara taktı ve bilgisayarı televizyona bağlayıp videoyu açtı. Ne olduğunu göremiyorum ancak karanlık sokakta maskeli adam silüeti belli oluyordu. Herkes şokla videoyu izliyor Toprak’sa izleyenleri…
“Abi sanki şurada biri daha var.” Duyduklarımla kalbim ağzımda atmaya başladı. Ben… olabilir miydim? Toprağın kaşlarının çatıldığını gördüm. Sanki vahşi bir hayvan avının kokusunu almışcasına televizyona yaklaştı. O kamerada göründüysem benim bu evden çıkışım ancak mezar olabilirdi. Maskeli iki kişinin siluetlerini gördüm sonra da benim bira kasalarını almaya gidip camdan onları izlediğim anı yakınlaştırdı. Elim hızla ağzıma kapandı. Soğuk terlerin vücudumdan zehirli bir yılan misali akıp gittiğini çok net hissettim, bedenim yılanın zehrine bulanıp acı çekmeme neden oldu.
Görüntü gitti, tanıdık bir zil sesi kulaklarıma doldu. Annem arıyor? Allah kahretsin. Hemen sesini kapatmaya çalıştım, şimdi sırası mıydı? Kaçarcasına arkama bakmadan geldiğim yerden çıktım.
Garip sesler geliyordu ama umursamaya vaktim yoktu çünkü bu Allah’ın cezası yerden çıkıp kendimi -onun elleri arasında ölü bulmak istemiyorsam-kurtarmam lazımdı. Adımlarım her birbirini takip ettiğinde daha da hızlanıyordu artık kalbim bu kadar aksiyona dayanamayacak.
Peşimden gelip gelmediğini bile bilmeden koşuyordum, ön kapıdan çıkamazdım, illaki buranın başka çıkışı vardı eğer önden çıkarsam oradaki korumalar beni sorgular onun eline sorgusuz sualsiz teslim ederlerdi. Dikkat çekmemeye çalışarak çiftliğin arkasına doğru koşturuyordum.
İçerideki godomanların lüks arabalarını gördüm, demek ki söylenenler doğruymuş. Hepsi gerçekten pahalı olduğu belli olan arabalara biniyormuş. Daha önce bu arabalardan gördüğümü hiç sanmıyordum. Arka bahçeye park etmişlerdi ultra ötesi lüks arabalara sahiplerdi lanet pislikler.
Buranın başka çıkışı olmalıydı yoksa bile bir duvar ne bileyim işte bir geçit falan olmalıydı. Ayak sesleri işittim, arkama bakmaya korktum çünkü bakarsam yakalanabilirim. Kulaklı olan korumalardan biri beni fark ettiğinde eli kulaklığını bulup anlamadığım şeyler söyledi. Yakalanacaktım bu yüzden daha hızlı koştum.
Birden fazlaydılar,küçük kulübe gördüm etrafında tahta ve mekanik işlerde kullanılan alet edevat bulunuyordu. Gözüm kenardaki küçük cama kaydı, arkamdan gelen toprağı gördüm. Belindeki silaha davranacakken vazgeçti.
Dizlerime kadar uzanan otları eze eze nereye gittiğimi bilmeden ancak çıkış kapısı bulmayı umarak ilerledim, öyle de oldu. İlerde büyük bir duvar vardı ordan atlamayı başarırsam bu cehennemden de kurtulabilirim.
“Dur!” Çok beklersin.
Durayım da beni bu lanet olası yerden ölü olarak çıkar!
O nasıl avını parçalamaya giden vahşi hayvan gibi koşuyorsa ben de canını kurtarmaya çalışan bir ceylan misali koştum. Her zaman vahşi hayvanlar mı kazanırdı elbette ki hayır.
“Aslı! Bekle!” Bağırmalarını neredeyse karşıdaki dağlardan duyacaklardı. Annem, telefonunu açamayınca sürekli aramaya başlamıştı. Koşmaya öyle odaklanmıştım ki telefonu açamayacak derecedeydi.
“Gelme peşimden.” Dedim can havliyle.
“Buradan çıkabileceğini mi sanıyorsun? Bekle!” Dedi yine aynı vahşilikte.
Çığlık attım. Sebebini bilmiyorum ama belki biri beni bulur ve bana acıyıp yardım eder diyeydi. Çığlığımın yansıması kulaklarımı geri buldu. Zihnim de bedenim gibi ne yapacağını bilmiyor yolunu giderek kaybediyordu. Sadece onun peşimden gelmesini istemiyordum eve gitmek hatta sabah onun arabasına hiç bilememiş olmayı istiyordum.
“Seni istersem iki adımımla yakalarım, kaçma.” Yakalardı? Hah! Yakalarmış! Kocaman bacakları vardı. Attığı bir adım benim iki adımıma tekabül ediyordu.
“Gelme peşimden.” Diye yineledim. Ayaklarımın altındaki otlar ıslak olduğu için sürekli kapıyıp düşüyor sonra yeniden ayağa kalkıp o duvara doğru koşmaya devam ediyordum, tek çıkış yolum orasıydı. Elim telefonu sıkmaktan kim bilir ne hale gelmişti? Canımın acısını hissettim. Silah sesi patladı. Gözlerim grup halinde uçan kuşlara kaydı, yoksa ölüyor muydum? Zafere bu kadar yakınken ölemezdim…
Yere baktım, diz üstü düştüğüm için canımın acısı buradan geliyor kırılan ekranın küçük parçaları elime batmıştı ayrıca dizlerim de çok acıyordu. Silah bana isabet etmemişti kafamı arkaya çevirdim, Toprak öylece durmuş beni izliyordu. Aramızda oldukça kısa mesafe vardı yakalasa yakalayabilirdi ama yapmadı. Kaşlarım çatıldı, gözümü kısıp ne yaptığını anlamaya çalıştım.
Çiftlik çok uzakta kalmış kısılan gözlerimle görmekte zorlandım. Bir Toprak’a birde kurtuluş yoluma; duvara bakıyordum. Elindeki silahı bana doğrulttu, gözlerimden yaşlar akmak için bahane aramamışcasına süzülüyordu. Bana sanki beni öldürmek istiyor gibi bakıyordu. Silahi tutuşu hatta bana doğrultusu bile beni öldüresiye korkutuyordu. Ölmek istemiyorum daha çok gencim yaşayacak, geçirecek çok zamanım vardı.
Konuşmak istiyordum lakin dilim o akşamki gibi tutulmuştu. Konuşsana aptal. Konuş artık. Ne o ne de ben konuşmuyorduk, ayağa kalkmaya çalıştım. Dizlerimdeki acı daha da arttı. Sol avucuma batan cam kırıkları hafif kanamaya sebebiyet vermişti. Ben yukarı kalkarken o da silahı benimle birlikte yukarı kaldırdı.
Diğer korumalar onun arkasında bana silah çekmiş kaçmamı engellemeye çalışıyorlardı. Küçücük kız için arkasına bin tane adam dizmişti pislik.
“B… beni…” Kafasını yana yatırdı.
Ağlamaktan konuşamıyorum bile, tekrar denemeye karar verdim. “Öldürecek misin?”
Öylece beni süzdü, “İndir… lütfen…” diyebildim. Elimi kaldırdım sanki mermi bana geldiğinde durdurabilecekmiş gibi, normal şartlarda bu halimle dalga geçerdim. Bir anlık içimdeki hisle ona doğru savruldum ama sanki o bunu beklermiş gibi geri adım attı, kontrolünü kaybetmek istemiyordu ama ben çoktan kaybettim. Silahını indirdi eliye işaret verip diğerlerinin de silahlarını indirmesini sağladı.
“Vur ulan, vur.” Diye resmen yüzüne tükürdüm, tabi yakın olsaydım. İndirdi silahı, “İndirme, vur. Korkmuyorum, öldür hadi.” Yanına ilerleyip silahı elinden almaya çalıştım.
“Uzak dur.” Dedi.
“Vur. Öldür de bitsin şu çile.” Diye yakasına yapıştım. Sarsmaya çalıştım yerinden kıpırdamadı, demir sopayı yerinden oynatmakla aynı tepkiyi verdi. Ellerimin hatta bütün vücudumun titrediğini hissediyorum. Bedenimde baştan aşağıya soğukluk hissi kapladı, belki de ölüm hissiydi? Sahi ölmek böyle mi hissettirirdi?
“Sakin ol, sinir krizi geçiriyorsun.” Dedi hiçbir duygu kırıntısı bulunmayan sözlerinde. Daha da bağırmaya başladım. “Hepsi senin yüzünden, hepsi. Senin. Yüzünden.” Artık ağlamıyor, elindeki silahı unutmuş sadece ona bağırıyordum.
“Bak sakin ol elimden bir kaza çıkacak.” Silahı arkasına sakladığını gördüm ve hemen uzanıp elinden almaya çalıştım. “Başıma bela olacağın belliydi…”
Resmen oyun oynuyor gibi silahı etrafında döndürüyor bense elinden almak için onun etrafında dönüyordum. Almam gerekiyordu onda durmasındansa bende durması daha güvenliydi.
“Ver şunu…” boyu uzun olduğu için yetişemiyorum ayrıca kolunu kaldırması da cabası…
Kolunu sıktım yine de etkilenmedi taş gibi kasları vardı, aklıma kolunu vurmak geldi pek ümitli değildim ama denedim. Ne demişler çabalamak başarmanın yarısıdır. Yada değildir. Beni ittirdi geri düştüm. Silahı tekrar bana doğrulttu.
“Sana zarar vermek gibi bir niyetim yoktu ama bu saatten sonra olacak.” Dedi kaşlarını olabildiğince çatıp. Niye kimse bizi bulmuyor? Onca koruma neredeydi?
“Kimsin sen?” Cevap vermeyince daha fazla bağırdı.
“Kimdensin? Konuş!” Dedi silahı beline sokup.
“Kime çalışıyorsun? Diye yeniden sordu ardı arkasına. Gözümü gözünden ayırmadım, “Kime mi çalışıyorum? Ne demeliyim İsa mı?” Sinirle güldüm. Anlamadı tabi ne demek istediğimi.
“Asıl sen kimsin?” Öfkeyle saçlarımı karıştırmak istedim ama dolandıkları için parmaklarım arasında geçmekte zorlandı, yine umursamadım. “İçeride ne oldu? O adamlar… sen… siz…ne yapıyorsunuz?” Aklıma gelen ilk cümleyi söyleyiverdim.
“Örgüt müsünüz? Planınız ne?” Dedim arkasındaki dev ordu gibi adamları gösterip. Arkasını dönüp iki kere git işareti yaptı. Korumalar sorgusuz sualsiz geriye dönüp yürümeye başladılar, önünü döndüğünde güldüğünü gördüm.
Güldü. Evet. Kahkahalarla şuna tam karşımda gülüyordu. Komik olan neydi?
“Aptal kız.”
“Bana bak beni aşağılayıp durma. Elimde tüm bilgilerin var, seni polise şikayet ederim.” Dedim yine düşünmeden. Hala gülüyordu ya bu kadar güldürecek ne söyledim ki? Örgüt kelimesi neden onu güldürüyordu? Bulunduğumuz durumu unutup gülmek istedim lakin yapmadım. Aptal değilim orada ne döndüğünü az çok anlamıştım.
“Neden kapıyı dinledin? Ne gördün yada duydun da kaçıyorsun?” Dedi. Aptal rolü oynayacaktı, peki kabul…
Onları dinledigimi de anlamıştı. Gözümden akan yaşı sildim. Lafı değiştirmeye çalıştım başarılı oldum da, “Bak yabancı, biri öldü belki bu sizler için hiçbir şey ifade etmeyebilir ancak bizler bunu çok önemseriz çünkü ortada bir can var ve bu canı sizin almanız da bizler için çok şey ifade ediyor. Senden ricam eğer bildiğin bir şey varsa bunu lütfen emniyete bildir.”
“Siz kimsiniz? İçinde özel güvenliklerin bulunduğu evlerinizde yaşarken siz başkasının hayatlarını düşünebilir misiniz?” Diye sordu bana küçümsercesine.
Aynı şekilde karşılık verdim, “Ya sen? Sen anlayabilir misin ölümün ne demek olduğunu? En azından biz güvenlikli sitelerimizde otururken vicdani duygularımızı yok etmiyoruz.” Deyip ilerlemeye başladım. Benim konuşmamı bitirene kadar dinledi, kolumdan tutup beni kendine çevirdi.
Ciddiyetle bana baktı. Bu adamın ruh hallerinin aniden değişmesi beni ürkütüyordu. Konuştuğum cümlelere çekindim çünkü suratıma yine aptalmışım gibi bakıyordu.
‘Paran varsa iste hemen karşı tarafa aşağılık kompleksini gösterirsin.’ Diye düşündüm. Bütün zenginlerin en büyük sorunu kendini yüksek görmek ancak unuttukları şeyler var; hepimiz insanız. Kendisiyle değilde egosuyla konuşuyordum. Ego. Ne kadar saçma bir kelime.
“Bu cinayet hakkında bizim bildiğimiz yok.” Dedi kafasını sallayıp. Cevap vermesini beklemiyordum doğrusu beni şaşırttı. Mazallah egosu falan zedelenirdi.
“Yalan söylüyorsun.” Yakınlaştım, gözler yalan söyleyebilir miydi?
“Yalan söylemek için sebebim yok.” Dedi, yarım ağız.
“Doğru söylemek için de yok.” Dedim yine gözyaşlarımı silip. Artık ağlamıyor, sadece onun ağzından çıkacak cümleleri bekliyorum. Güldü.
“Doğru yok.” Dedi kollarını indirip kaldırdı. “Bilemeyiz ama senin bu durumda,” kafasını yere eğdi ardından bana baktı. Beni baştan aşağıya süzdü. “Bana güvenmekten başka çaren yok.” Neden haklısın yabancı?
“Sana güvenmiyorum.” Dedim.
“Senin seçimin. Gitsen de kalsan da avucumun içindesin.” Dedi. Elime baktı. Kanayan yara kurumaya durmuştu zaten çok kanamamıştı, sadece birazcık canım acımıştı. Dizlerim hala kanamaya devam ediyordu düştüğüm yerde dikenler batmıştı keskin ağrıyı hala hissediyorum. Ağırlığımı tek ayağıma verip topalladım. Acıdan dolayı tısladım.
“Canın acıyor.” Deyip bana yaklaştı. Söylediği iyi olmuştu ben zaten anlamıyorum canımın acısını! Geri adım attım, o gelirse ben giderdim! O videoda beni gördü, o sormadan ben hemen konuştum.
“Sormayacak mısın..?” Söze nasıl başlasam anlamlı olur diye düşündüm. Daha fazla saçmalarsam kesinlikle beni ciddiye almayacaktı. “O gece neden orada olduğumu.” Gözünü kısıp kafasını yana yatırdı.”
“Burda, böyle mi konuşalım? ” Dedi kollarını kaldırıp uzun otların olduğu, rüzgarın hızla estiği ve nerede olduğunu bile bilmediğim bu dağ başında. “Ellerin ve dizlerin yara bere doluyken burda konuşmam çiftliğe geçip yaralarını sardırıp ne istediğini dinlemek istiyorum.” Dedi.
Bilerek mi yapıyordu? Ne istediğim ortada değil miydi? Tabiki de onunla gitmeyeceğim! Ya beni bayıltıp denize atarsa yada öldürene kadar türlü türlü işkence ederse…
“Olmaz! Gelmem ben seninle oraya!” Arkama baktım. Çıkış yolum hemen dibimde bekliyordu.
“Neden bindin o zaman arabaya? Sana bilmediğimi, bu konu hakkında bilgim yada ilgim olmadığını söylemiştim fakat sen inanmamayı seçtin.” Dedi ve ekledi. “Şimdi olduğu gibi.” Bana yaklaştı.
“Merak etme yemem seni.” Sorun beni yemesi değildi, zaten böyle bir durumda ben ondan bu denli korkarken her seferinde onun korkumu şakaya vurması artık canımı sıkıyordu. Asıl sorun bana zarar verip vermeyeceğiydi ve aklınca beni manipüle etmeye çalışıyordu, beni tuzağına çekmeye ayrıca içerde duyduklarımı kimseye anlatmam için bana zarar verecekti.
Bakışları yumuşadı, ondan tedirgin olduğumu anladı sanırım. Bana yaklaşan adımları durdu, arkama baktı ne olduğunu merak etsem de ondan gözlerimi çekemedim. “Sana zarar vermeyeceğim. Benden korktuğunu biliyorum ama merak etme kılına dokunmayacağım. Zaman geçtikçe öğrenirsin.” Dedi. Biri geldi. Arkamı dönemedim çünkü bu yabancının büyüsüne çoktan kapılmıştım. Arkamda bir el aniden ağzıma kapandı ve hiçte tanıdık olmayan bir koku ciğerlerimi nüfuz etti. koku… keskin, takıcı bir koku burnumun derinliklerinden beynimi işgal etti. Sonrası ise koca karanlık…
***
“Patron sen bu kızı nereden buldun da getirdin başımıza?” Duyduğum ses soru mu sordu yoksa olması gerekeni mi söyledi anlayamadım. Karşı taraf cevap vermeyince yeniden konuştu, “Hayır yanlış anlama sakın, bunca işin arasında yani nereden buldun? Demek istedim.” Dedi, daha da batırarak. “Çok konuşuyorsun Gürkan.” Dedi sert sesli adam. Bir dakika ben bu sesi tanıyorum. Gözümü açmak istedim fakat sabah kullandığım ilaçların etkisinden de olsa gerek başaramadım.
Zihnim resmen karanlığın avuçlarının arasında hapis, zincirlere bağlı yerde kızgın ve bir o kadar yakıcı taşlara oturmuş özgürlüğüme kavuşmayı bekliyordu. Bedenim yanıyor, çığlık atmaya çalışsam da başaramadım.
“Abi şimdi biz bu kızı kaçırdık mı sayılıyoruz?” Dedi. Kızgın ve bir o kadar derin bir iç çekme duydum. “Ne bileyim Gürkan! Aniden bindi arabaya atamadım kolundan tutupta.” Pardon beni bayıltan oydu! Ne beni bayıltmıştı. Nasıl… beni nasıl bayıltabilir? “Ne yapalım abi, bekleyelim mi daha başında? Uyanacak gibi durmuyor.” Bir de başımda mı bekliyorlar çocukmuşum gibi? Yaşadıklarımın rüya olmasını diledim ama olsa olsa kötü bir kabus olurdu.
“Doktor moktor mu çağırsak acaba?” Ofladı.
“Bir buçuk saat oldu normalde en kötü yarım saate uyanması gerekirdi bu neden uyanmıyor.” Yuh dört saattir baygın mıydım? Ayrıca ismim ‘bu’ değildi. Telefon sesi duyuldu ama açan olmadı.
“Derdi neymiş patron?”
“Geçen kafedeki kız bu.” Dedi. Sıkıntılı bir nefes aldı.
“Ne! Seni nereden bulmuş bu abi.” Cevap vermeyince devam etti.
“Kötü olmuş, yaşı da çok küçükmüş.” Dedi karamsarlıkla. “Yani uyanmıyor ya ondan dedim yazık olmuş diye, alt tarafı çelimsiz bir adam.” Kimden bahsettiğini sonradan anladım. Alt tarafı mı? can almayı oyun oynamak falan mı sanıyordu? bunların küçük dediği belki başkası için dünyalar kadar büyüktü, can ya can! Nasıl önemsiz olabilir?
Konuyu değiştirmek ister gibi yeniden hızla lafa atıldı, “Acaba hastalığı mı vardı?” Dedi. Sıkıntıyla bir iç daha çekti. Toprak sonunda dayanamadı.
“Ulan Gürkan senin ben elinin ayarıyla oynayayım!” Dedi. Odada ayak sesleri birbirine karışıyordu bazen sessizlik olsa da Gürkan denilen yabancı sürekli uyanıp uyanmamam konusunda Toprağı darliyordu. Bazen de acaba ikisi birlikte doktor çağırsak mı diye münakaşa ediyorlardı.
“Doktorunu ara da çabuk gelsin. Hemen.” Diye emir verdi en sonunda.
Gürkan denilen adam onayladı, “ Hemen abi.” Deyip odadan çıktığını belirten kapı sesini duydum. Sen de gitsene Toprak, bekleme.
“Ölme sakın!” Deyip o da odadan ayrılmadan önce kapıda bekledi, “konuşacağız.” Peki madem öyle olsun ama ben seni o nezarete tıkmadan ölmememeye kararı çoktan verdim.
Ölme sakın mı? Baygın yatan hastaya bu söylenecek laf mıydı şimdi?
***
“Teşekkür ederim.” Deyip doktora gülümsedim. En azından öyle yaptığımı umdum. “Tekrar geçmiş olsun.” Doktor odadan çıkarken Yabancıya hızla döndüm, “Eve gitmek istiyorum.” Etrafa bakındım aradığım şey nerdeydi? sonra dizleri yırtık pantolonumun cebine, yok!
“Emriniz olur hanımefendi!” Diye alay etti benimle. Ona gözlerimi devirdim sadece çünkü yapacak birşeyim yoktu. Telefonumu düşürdüm. Annem beni çok merak edecekti. Cansu’yu aradıysa beni idare eder miydi acaba? Ayağa kalktım en son yere düştüğümde kırılmıştı. Yerden almak aklıma gelmemişti, orada kaldı! Kahretsin nasıl gideceğim? Toprak hareketlerimi bir süre izledi.
“Bunu mu arıyorsun?” Deyip cebinden kırık ekranlı telefonumu çıkarıp havada iki parmağı arasında salladı. Onu nereden buldun demek istedim ama saçma olacağı için başka birsey söyledim.
“Evet. Ver onu.” Doktor geldiğinde serum takıp beni kontrol etmiş serum gittiğinde ise onu çıkarıp gitmişti. Kolumdan takılan serum yerindeki pamuğu bastırdım.
“Olmaz.”
“Ver dedim!” Diyerek ona hareketlendim. “Önce konuşacağız. Derdin ne bakalım. Anlat.” Teker teker benim dinlememi ister gibi oldukça sakin konuştu. Kalktığım yere geri oturdum. “Derdimi daha önce anlatmıştım.” Deyip kollarımı birbirine doladım.
Ona karşı bütün sinirimi hatta içimdeki bütün duyguları dökmek istedim.
“Ben daha önce karakolun önünden bile geçmemiştim ama şimdi sizin yüzünüzden düştüğüm şu duruma bak.” Diye tek nefeste konuştum.
“Ben zaten her gece karakolda yatıp kalkıyordum!” Diye karşılık verdi.
“Ver onu, ailem merak etmiştir.” Dedim. Kafasını olumsuzca salladı. “Verirmisin?” Diye üsteledim. Telefonu koltuğa fırlattı. Ayı. Tek kelimeyle kibarliktan anlamayan bir ayıydı karşımdaki manyak.
Kötü kötü suratına baktım. Annemi aramak için koltuktan telefonu alırken konuştu, “İlk senin dediğin olsun sonrasına bakarız.” Dedi. Umursamadım çünkü ben söyleyeceklerimi zaten söylemiştim. Eğer depo konusunda da ağzımı kapalı tutmamı söylerse bunu zaten seve seve yapacaktım. Telefon ikinci çalışta hemen açıldı.
“Anne.” Dedim.
Yanıma gelip telefonu elimden aldı. Ne yaptığını anlamak için yüzüne bakakaldım. Hoparlörü açıp yere düştüğümde camı paramparça olan telefonuma bana uzattı. Elinden hırsla çekip aldım.
“Aslı, neredesin kızım sen? Nereye kaybdun bir anda?” Dedi. Toprakla göz göze geldik. Bakışlarında şüphe tohumları mevcuttu ve bu iyiye işaretti. Sanırım!
“Arkadaşımın yanındayım anne merak etme.” Dedim onun adını vermeden çünkü kardeşim dediğim insanın başını da yakmazdım. Annemin merak etmemesi için biraz daha detay verme ihtiyacı hissettim. “Orada herkes durmuş yangını izliyordu bende seni kaybedince eve gitmek istedim ama yolda onunla karşılaştım. Merak etme yani onun evindeyiz.” Dedim.
“Hangi arada kayboldun kızım yanımdan? Kocaman depoyu yakmışlar bir baktım çevreme sen yoksun merak ettim seni.” Dedi merakla.
Gözlerimi kaçırdım. Anneme yalan söylemeyi hiç sevmediğimi bir kez daha iliklerime kadar hissettim. Sanki söylediğim yalanı hissediyor benim aslında söylemek istediklerimi çoktan anlıyor gibiydi.
“Yanan yerin etrafında insan topluluğundan rahatsız olduğum için seni bırakmak zorunda kaldım.” Gözümü kapatıp açtım. Ne söylersem inanma payı daha fazla olurdu?
“Anne.” Deyip derince nefes aldım.
“Efendim yavrum.”
“Özür dilerim.” Toprağın bakışları beni buldu. Omuzları gerilmiş, ağzımdan çıkacakları tetikte bekler gibi dikilmiş yukarıdan beni seyrediyordu. “Seni orada yalnız bıraktığım için.” Deyip yanağımdan bir damla yaş süzüldü.
“Aslı yavrucuğum sen iyi misin? Bir sorun mu var?” Oradan görebilecekmiş gibi kafamı olumsuz anlamda salladım. “Yok iyiyim, beni merak etmeyin.” Kendimi toparlayıp burnumu çektim.
“Kapatıyorum anne öptüm.”
“İyi tamam balım, akşam geç kalma sakın babanın huyunu biliyorsun sonra çok kızar.” Dedi. Akşam eve gidip babamın söylediği özellikle eksik olduğumu düşündüğü konuları çalışmam lazımdı. Buradan çıkabilirsem tabii!
“Biliyorum, geç kalmam.” Deyip fazla beklemeden telefonu kapattım çünkü beklersem gerçekler ağzımdan çakıl taşları gibi bir bir dökülecekti. Başımda bekleyen celladıma baktım.
“Aferin akıllı kızmışsın Aslı.” İsmim ağzından zehir misali zihnime ulaştı. Tıslayıp kafamı çevirdim.
Bu sefer ben ayakta o oturuyordu. Kollarımı bağladım. “Senin dediğin oldu. Sıra,” bana uzattığı parmağını kendine çevirdi. “Bende.” Karşımda ikna edilmesi zor bir sihirbazla konuşuyor gibi hissediyordum. Bakışları beni hipnozu altına alıyordu.
“Anlat bakalım.” Deyip benim gibi kollarını bağladı. Bu hareketi gömleğinden neredeyse taşacak olan kollarının kalınlığını fark etmeme sebep oldu.
“Anlattım zaten, asil sen anlat.” Dedim onu taklit ederek. Bu cesaretim kaynağını çözemiyorum ama içimde sanki dev bir kazan vardı ve o kazana birazdan içindekilerle birlikte taşacaktı.
“Bende anlattım.” Deyip omuzlarını silkti. “Hayır anlatmadın sadece yalan söyledin.” Diye üzerine gitmeye çalıştım. Deri koltukta yayıldı, koltuğun hışırdama sesi etrafa rahatsızlık verdi. Sarı, belki de gerçek deri kaplama koltuğa uzanıp ayaklarını koltuğun başına koydu.
Bu yaptığına şaşırdım. Yatacak mıydı gerçekten?
“Anladım, seninle yol alamayacağız.” Ağzım açık kaldı resmen. Bağladığın kollarımı çözdüm.
“Ne?” Kollarını kafasının altına yaslayıp gözlerini kapadı. “Yatacak mısın?” Cevap vermeyince yeniden konuştum. “Hey sana diyorum! Bir de uyuyor musun?” Ofladım. Bulunduğum odaya bakındım. Dizaynı çok klastı.
Odada çalışma masası, önünde iki adet sandalye bulunuyor karşısında ise Toprağın yattığı koltuk vardı. Bej rengindeki duvarlarına çeşitli tasarımlarda tablolar süslüyor kapının hemen yanında bulunan çekmecelerin üzerinde mum ve renkli, odayla uyumlu biblolar vardı.
“Şşt! Uyansana! Eve gitmek istiyorum.” Uyku mahmuru olunca çıkan ‘mmh’ sesi gırtlağından geldi fakat uyuşmadığı da anlaşılıyordu. Seytan diyordu ki masanın üstündeki bütün eşyaları; kalemi, defteri, tableti ne varsa hepsini cama fırlat çünkü anca öyle kalkardı bu ayı.
Aslında kötü fikir değildi de şimdi başıma çok masraf çıkardı. Bu güzel fikri kenara attıktan sonra kapıya doğru hareketlendim. Sen götürmezsen ben çıkacak yol bulurdum. Benim adım Aslı ben kimseye eyvallah etmem. Elimi kapının kulpuna atıp tokmağı çevirdim. Haydi ama bana bunu yapamazsın. Sen de beni yarı yolda bırakma. Hayal kırıklığım karşıdaki dağlarla yarışırdı. Böyle işi s8keyim. Elimi saçlarıma atıp karıştırdım, gülme sesi işittim dönüp ona baktım.
Hah!
Ne kadar da komik!
Şuraya oturup şimdi sinirden ağlayacağım. . “Bıraksana gideyim.” Diye sitem ettim. “Hey duyduğunu biliyorum, cevap ver.”
‘Cıkladı’
“Bu yaptığına adam kaçırmak denir.” Dedim. Ya organ mafyasıysa ve o depoya gizlice kaçırdıkları insanların organlarını götürmüşlerse? Beni de öldürebilirdi. Depodan et kokusu da geliyordu zaten.
Benim telefonum vardı. Oradan polisi aramam lazımdı yoksa buradan sağ çıkabileceğimi pek düşünmüyorum. Güldü, “Hatta ben organ mafyasıyım.” Dedi. Zihnimi mi okudu? Gözlerimi pörtlettim. Evet pörtlettim çünkü karsimdaki ama çok rahattı, kolu gözüne gelecek şekilde yüzünü kapatmıştı. Telefonu sıktım. “Dalga geçiyorsun?” Dedim sorarcasına.
Yeniden güldü. Sanırım bu akşam sürekli gülecekti, dudaklarından her güldüğünde yeni bir melodi dökülüyordu.
“Dalga geçiyorum. Bunu yapmak için deli olmam lazım umarım ciddiye almazsın,” deyip kolunu gözünden kaldırıp uyuşmuş gözleriyle bana baktı sonra yeniden kafasını koltuğa yasladı. Ne ciddiye alacağım canım alt tarafı camı açıp atlamayı falan düşündüm. Yeniden konuştu, “Şaka yani.” Bu nasıl şaka? Akıl sağlığımı korumakta artık büyük oranda güçlük çekiyorum.
Hemen elimdeki telefonumdan polisin numarasını tuşladım. Duymaması işin elimi hoparlöre koyup bastırdım böylelikle ses çıkmasını engelleyecektim.
Tam tersi oldu, telefonun çalış sesi bütün odayı doldurdu. “Uzak dur benden.” Bana yaklaştı.
Hattın ucundan, “Alo, polis imdat size nasıl yardımcı olabilirim?” Sesi yükseldi. Elimi ‘dur’ işareti yapıp ona uzattım fakat fayda vermedi. Telefonu aniden kaptığı gibi operatörün yüzüne kapattı.
“Ne istediğini söyle demiştim,” Dedi sakın ses tonuyla. Ben bana kızmasını bekliyordum lakin o bana çok yumuşak davranıyordu, sanki karşısında camdan çok narin bir testi varda dokunup kırmamak ister gibiydi. “Sen yalan söylemeyi seçtin.” Dedi. Yalan değildi sadece bana inanmamayı seçmişti.
Gözlerinden yoğun karanlık sis bulutu geçti. “Derdin ne?”
“Seninle bir derdim yok.” Dedim onun gibi davranıp. Kollarımı göğsümde birleştirdim, “Benim derdim cinayetle. Depo umrumda bile değil, ne yapmak isterseniz yapın lakin benim için cinayet çok önemli yapanı biliyorsan ve bunu saklıyorsan senin için hiç iyi şeyler olmaz.” Dedim sanki orta okula giden bir ergenin kendinden yaşça küçük arkadaşına zorbalık yapıyormuş gibi hissettim.
Gülümseyip bana bir adım attı. Elini saçlarıma uzattı, geri çekilmek istesem de yapmadım. “Kendini cesur sanman hoşuma gitti.” Dedi gizli bir sırrını ortaya çıkarır gibi. Ne yapmalıyım suan? Sapik deyip tokat mı atayım yoksa durup cümlesinin devamını getirmesini mi bekleyeyim. İçimden sabır çekip bekledim.
“Ama yalnızca sanıyorsun, öyle değilsin.” Dedi. Kendimi geri çektim. Elindeki saç tutamları kendini yerçekimine hapsedip olduğu yerine geldi. Ciddiyetle suratına baktım. “Ne demek istiyorsun?”
“Bu cesaret senin gibi küçük bir kız için fazla, diyorum.”
“Ne yani benim birine mi çalıştığımı düşünüyorsun?” Dedim suratındaki ifadeyi anlamak çok güçtü. Kafasını salladı ve bu sefer ben kahkahalarla gülmeye başladım.
“Ben? Ahahah… Ben mi?” Hayatım boyunca hiç bu kadar aralıksız güldüğümü hatırlamıyorum. Söylediği kelimeler bende bir anlam bile ifade etmiyordu ki bunu nasıl yapabileyim?
Yüzüne baktım, öylece durmuş ne yaptığımı algılamaya çalışıyordu. Elim karnıma gitti gülmekten ağrımaya başladı. Yüzüne her baktığımda daha da gülme krizine giriyordum. Sinirden içimdeki bütün duygular karışmış öylece kendimi koy vermiş gibiyim. “Sen… ahahah… ciddisin.” Yeniden yüzüne baktım, bana ‘m@l mısın?’der gibi bakıyordu.
Ciddileştim çünkü işler sarpa saracaktı. “Bir lise öğrencisi?” Sorarak yüzüne baktım. Kafasını salladı ve bu hareketiyle kaşlarım çatıldı. “Siz kafayı yemişsiniz.” Diye ona arkamı dönüp pencereye ilerledim. Benden şüphelenemezlerdi o görüntülerde olmam birine çalıştığımı ifade etmezdi.
Değil mi?
İki elimi de saçlarıma daldırıp saçlarımı karıştırdım. “Ben yapmadım.” Dedim. İnkardan başka çarem yok, başka yolum yoktu.
“Sen yaptın.” Deyip yanıma yaklaştı. Kafamı iki yana salladım, benim yaptığımı nasıl düşünebilirdi? Onunla birlikteydim. Her zaman hemde her zaman onunla birlikteyken bana nasıl böyle bir iftira atabilirdi?
“Ben…”
“Sen ne?” Dedi. Dilini damağına yaslayıp. “Yalan söylemediğimi biliyorsun.” Dedim kararlı duruşumu bozmadan yeniden devam ettim. “Beni tuzağına çekmeye çalışıyorsun. Ağzımdan çıkacak küçücük bir kelime bile senin dünyanda benim için büyük bir felakete neden olacak.” Kafasını yana yatırdı.
Bu hareketine gözlerimi devirip bakışlarımı yeniden cama çevirdim. Hava kararmaya yüz tutmuştu, içeriden hissedilmese de dışarıda esen soğuk rüzgar ağaçların dallarını aheste aheste dans ettiriyordu. Kollarımı bedenime doladım ve bedenime gelen ürpertiniz geçmesini bekledim.
Tepemde yanan sarı loş ışık ambiyansı kışın evde geçirdiğim güzel hatıralarımı anımsamama sebep oluyordu. Toprak’ın ağzıma arama işlemi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. İkimiz de birbirimizi suçluyor, suçlunun ikimizden biri olduğunu düşünüyorduk. Peki o değilse ben değilsem suçlu kimdi? Camın yansımasından kapıya baktım. Kilitli olmasaydı çıkıp gidecektim.
“Küçük bir cinayet için mi bu kadar yaygara çıkardın yani?” Küçük?
“Az önce de dedim şimdi de diyorum. Bu konu sizin için oldukça küçük olabilir ancak benim için değil. Eğer cinayet hakkında bildiğin varsa söyle yoksa üzerine düşmeyeceğim.” Dedim ve yine devam ettim.
“En azından bir kısmı için.”
“Derdin bu mu gerçekten?” Dedi yine. Gözlerimi devirdim.
“Evet. Derdim. Bu.” Dedim teker teker çünkü karşımdaki adam bir türlü beni anlayamıyordu.
“Oldu mu? Yine mi tatmin olmadın?” Dedim ona dönüp. “Ne dememi bekliyorsun?” Dibime gitmekten vazgeçmiş olacak ki çalışma masasına çevik hareketlerle ilerleyip durdu. “Sürekli sürekli başa dönmek istemiyorum. Bir kere açıklayacağım daha fazla da uzatmayacağım bu konuyu.” Dedi, deri koltuğa oturup kalın tahta masaya yaslandı.
Onun gibi masaya ilerledim. Dizlerimdeki yaralara bantlar yapıştırıldığı için hızlı hareketimle canım acıdı. Heyecanla kafamı salladım “cinayeti sen nasıl tesadüfen gördüysen benim için de öyle oldu. Dışarı çıktığımda böyle bir olayla karşılaşacağımı bilmiyordum, bilseydim çıkmazdımda en azından senin gibi biriyle uğraşmak zorunda kalmazdım.” Dedi.
Dışarı çıkmasaydı yine benimle uğraşacaktı çünkü ben onun peşini bırakmazdım sonuçta kardeşimin geleceği söz konusuydu. Ayrıca benim hakkımda baş belasıhmışım gibi konuşması da kalbimi kırmıştı. Ben de ona yük olmak istemezdim bilseydim böyle olacağını asil ben peşine takılmazdım. Ona benim hakkımda kurduğu cümleleri teker teker yedirmek istesem de vazgeçtim çünkü karşımda Karun kadar zengin bir herif oturuyordu. Normal şartlarda yan yana bile gelemeyecek olan biz, kaderin cilvesiyle esrarengiz cinayet hakkında bildiklerinin dinlemek için aynı masada oturuyorduk. Eminim ki cinayet hakkında bildiği yoksa bile eli koku uzun olduğu için çabucak bu işin sorumlularını bulabilirdi.
“Yani tamamen tesadüf” Dedi koca ellerini masada birleştirdi. Kafamı yere eğip düşünmeye başladım. “Peki depo?”
“Araştırıyorum.” Diyip kestirdi. Benim yapmadığımı biliyordu ama yine de sorguluyordu yada ben öyle sanmıştım. Arkasına yaslandı ve sağ bacağını sol bacağının üzerine atıp erkeksi oturuşunu sundu. Gömleği bu hareketiyle gerilemişti, kolundaki saatine baktı ardından bana döndü. Gözlerini kısarak bana bakıyordu bense ondan bakışlarımı kaçırdım çünkü diyecek daha fazla birşeyim kalmamıştı.
Daha ne kadar bu saçmalıkta bocalayacaktım kim bilir? Polis katil zanlısını bulana dek bana rahat uyku yoktu zaten sonrasında da olacağını pek sanmıyorum. Aklıma geldikçe midem bulanıyor elimi midemin üzerine götürmekten geri duramıyordum.
“Hiç birini öldürdün mü?” Diye zincirleme olarak kelimeler ağzımdan boşalıverdi. Boş bakmakla yetindi. Cevap vermemesine alışmıştım zaten. Elbette ki birini öldürmüştü yoksa ne diye belinde içi dolu silahla gezsin değili mi? Omuzlarımı silktim.
“En az senin kadar masumum.” Dedi. İğneleyici şekilde tebessüm ettim. Bu gece benimle çok dalga gececek konusu olacaktı, buna inanmamı bekliyor olması beni aptal yerine koyduğu anlamına gelirdi. Dalga geçtiğimi anlayıp o da aynı benim gibi gülümsedi.
“Polisler hala cinayeti kimin işlediğini bulamadılar. Sanırım yurt dışına kaçırmışlar,” kaşlarını kaldırıp heyecanla bana baktı. “Yani polis öyle söyledi.”
“Anladım.” Dedi yerinden kıpırdamadan.
“Polislerin yurt dışına kaçan katil zamlarılarını için pek ellerinden birşey gelmiyor. Bilirsin zamanında onlarca katil hürmet dışına kaçmıştı belki de hala oralarda bir yerlerde yaşamlarına devam ediyorlar.” Duyduklarım beni şaşırtmamıştı bile çünkü dedikleri gerçekten de doğruydu.
“Daha ne kadar böyle boşuna bekleyeceğim, benden ne istiyorsun?” Dedim. Cidden sıkıldım artık bu durumdan. Hep yaptığını yaptı, cevap vermedi.
Kapı çaldı dışardan kilitli kapıyı açıp yabancı adamlar girdi. “Abi, dediğin görüntüleri araştırdık.” Deyip masaya elinde tuttuğu tableti bıraktı. Toprak hemen tableti eline aldı. Şaşkınlıkla onları izledim resmen filmlerdeki gibiydi. Takım elbiseli adamlar patrona hizmet ediyorlardı. Toprak onlar içeri girdiği anda toparlanıp gerçek bir patron gibi oturdu az önceki rahat tavrı gibip sert yüzlü kendinden taviz vermeyen bir adama dönüşmüştü saniyeler içerisinde.
Bu kadar kolay bulunabilir miydi? Hemde kendi kendine. Polise haber vermeleri gerekiyordu, bu yaptıkları çözüm olamazdı.
Kaşları çatıldı. Kafasını kaldırmadan konuştu, “Hanımefendiye evine kadar eşlik edelim.” Kalkmamı bekliyor olacak ki kalkmadığımı için kafasını kaldırıp sorar gibi yüzüme baktı.
“Aslında sen…” diye söze başladım fakat geri kalanı nasıl getireceğimi bilemedim. Kafamı yerden kaldırdım, dikkatle bana bakıyordu. Simsiyah gözleri beni uçurumun kenarına davet etti. Kabul etsem beni asagiya iyecek etmesem onun orada tek başına eğlenmesini tek başına buradan izlemek sorunda kalacaktım. Davetine icabet ettim. Gözlerimi gözlerine kenetledim.
“Aslında ben…” Dedi, beni taklit ederek.
“Aslında sen bana yardım edebilirsin.” Sorar gibi kaşlarını havaya kaldırdı. “Neden yapacakmışım bunu?” Diye sordu. Elindeki tableti kapatıp masaya yerleştirdi.
“Çünkü buna mecbursun, yani lütfen.” Dilini damağına vurup ‘cık’ sesi çıkardı. Suyuna gitmeyi denedim ama olmadı.
“Beni- pardon, bizi ilgilendirmeyen konulara burnumuzu sokmamayı tercih ediyoruz.” Dedi. Aklı sıra beni iğnelemeye çalışıyordu ve başarılıydı da. İlk önce beni deyip sonrasında bizi diye düzeltmesinin sebebi benim onlar hakkındaki on yargımdı. Kendimce haklı sebeplerim vardı ve beni bunun için suçlayamazdı.
Masaya yaklaşıp ellerini havada üçgen şeklinde birleştirdi. Diyecek sözüm yoktu haklıydı tabiki ama ortada bir suçlu varken ve bir can alınmışken bende öylece bekleyemezdim.
“Hadi ama.” Son harfi uzatarak söyledim. “Elin kolun uzundur senin küçük de olsa ipucu bulabilirsin.” Deyip masaya yaslandım. Köpek kovar gibi elini havaya kaldırıp ‘git’ der gibi salladı. Bana. Bana. Yüzüne tokadımı geçirmek istedim ama odada üç adet iri yarı adam olmasaydı.
“İlgilenmiyorum.” Dedi, ardından masadan tableti alıp tepesindeki korumaya işaret verdi yaklaşması için.
“Kimsin ulan sen?” Diye bağırdım ona şaşkınlıkla bana döndü. Yalnızca o değil diğer üç koruma da şaşırmış vücutları patlayici madde görmüşçesine tetikte bekliyordu. Gülmek istedim lakin yapmadım çünkü dişli yüzümü görmezse bana yardım etmeyeceğine olan inancım büyüyordu.
“Sen kendini ne sanıyorsun, Fas’ın kralı falan mı?” Okulda coğrafya dersinde en son Fas’ı işlediğimiz için aklımda o kalmıştı. Tamam biraz ilerideki kralı ilgimi çekmiş olabilirdi ama birazcık.
Oturduğum yerden ayağa kalkıp ona yaklaştım. “Yüzüme bile bakmadın, nereden geliyor bu özgüvenin?” Tamam özgüveninin kaynağı belliydi. Parasının olması… Salak mısın Aslı sen? Normalde yapmayacağın aptallikların hepsini bir gün içine nasıl sığdırabildin? Bu gidişle kendimi yumruklayacaktım.
“Nasıl bu kadar rahatsın?” Diye boğazım yırtılırcasına bağırdım, adeta odada sesim yankılanmıştı. Korumalardan biri bana doğru hareketlenince Toprak onu durdurdu. Eli havada benimle konuştu, “Önce bir sakin ol bakalım.” Dedi. Bu sakin tavırlarına gözümü devirdim.
“Bu oda sınırları içinde böyle bağıramazsın.”
“Bağırırım.” Deyip yeniden sesimi yükselttim. Korumalar bağırmamdan rahatsız olacak ki yerlerinde kıpırdadılar sadece tek bir kelimeyele beni yerle bir edeceklerdi lakin kimseye değil kendime güvendim. Başka çıkış yolu yoktu.
“Bağıramazsın.” Dedi, yine aynı sakinlikle.
“Sen varya…” diye dişlerimin arasında konuştum.
“Eee.” Diye karşılık verdi bana suan durmuş cocuklar gibi kavga ediyorduk. “Ben ne? Devamını getirsene, susma.”
“Hayatımda gördüğüm en…” lafımı bitirmeden odanın kapısı sertçe açıldı. “Ne bu tantana?” Beyaz saçlı duruşu yaşlı tonton dedeleri andırsa da yüzü resmen sirke satan bir adam vardı tam karşımda. Toprakla aynı anda kapıya dönerken takım elbiseli adamlar oldukları yerde kafalarını eğip kaldırdı. Sanırım bu bir saygı göstergesiydi, bariz belliydi.
Yüzündeki kırışıklıklar dikkatimi çekti, normal şartlarda olsaydık kim bilir nasıl bir hayat yaşadı diye düşünürdüm? Nasıl zorlu hayatın üstesinden geldi de yıllar ona bu denli acımasız davrandı? Her yaşını almış insan için içimde hüzün baş gösterir bir gün ailemin ve benim de yaşlanacağım aklıma gelirdi. Yersiz hüzünle bedenimi doldurup en olmadık zamanlarda bu huzurum dışarı patlardı.
Yaşlı adamın elindeki bastona bakakaldım. O baston olmadan yürümesi zor olurdu kesinlikle.
“Ne oluyor burada?” Dedi, Toprağa bakıp, elindeki bastonu yere tıklattı.
Olduğum yerde büzüldüm. İçerde konuşan adamlardan biriydi ve yakından daha da ölümcül gözüküyordu. Gözleri aynı Toprak’ın ki gibi kömür karasıydı. Yüzünde ağarmış saçlarıyla kirpikleri tezatlık oluşturuyordu.
“Dede neden ayağa kalktın?” Koluna girmek için hareketlendi ama yaşlı adam onu durdurdu.
“Geri dur.” Dedi.
“Anlat, neler oluyor?” Deyip, beni baştan aşağı süzdü.
Pis bir şeymişim gibi yüzünü buruşturup tekrar Toprağa döndü. Elimdeki ve Dizlerimdeki yaralardan iğrenmişti sanırım ayrıca kıyafetimde çamur olmayan tek yerim kalmamıştı.
“Kimmiş bu kız öğrenebildiniz mi?”
“Öğrendik temiz.” Derken odaya sarışın genç bir adam girdi. Odaya girdiğinde önce Toprak’a sonra bana en son da arkası dönük olan yaşlı dedeye baktı. Ona bakar bakmaz kasları kalktı ve dudağının kenarını ısırdı ‘yandık’ der gibi.
“Sen neden ayağa kalktın Nadir amca?” Deyip arkadan koluna girdi. “Bırak beni iki çift laf edeceğim şurada zaten tüm gün yatıyorum.” Huysuzca kolunu çekti.
“Dede, yapma böyle senin ayakta durmaman gerekiyor.” Dedi. “Gürkan, abicim yatır dedemi yatağına.” Korumalara da işaret verdi.
“Görmemişler abi buraya geldiğini.” “Kapıdaki korumalar armut mu topluyor Gürkan, nasıl görmemişler?” Dedi. Gürkan, Toprak’ın önünde mahcubiyetini belli edercesine kafasını eğmişti. “Haklısın abi.” Dedi.
Kafasını kaldırdı, “Kusura bakma.” Toprak başını sabır dilercesine çevirdi ve koltuğuna yeniden oturdu. Yaşlı adamla birlikte korumalar da dışarı çıkmıştı. Sarısın adam bana kısık gözlerle baktı, bense hala ayakta az önce ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Resmen az önce büyük patronu görmüştüm, her ne kadar bana pislikmişim gibi baksa da yine de garip hissetirmişti.
“Sen ne ayaksın?” Deyip bana göz kırptı.
Yanımdan geçip karşımdaki koltuğa oturdu. Ona cevap vermedim, Toprak’a dönüp konuştum; “Teklifimi düşün!” Deyip sinirle konuştum. Çatık kaşlarıyla kafasını tabletten kaldırdı. “Söylediğin bir teklif değildi, teklif dediğinde her iki tarafın da çıkarı söz konusudur fakat senin ki yalnızca tek taraflı bir çıkardı.” Kafamı yana yatırıp ne dediğini anlamaya çalıştım.
“Peki teklifinde benim çıkarım ne olacak?” Dedi. Düşündüm. Benim ona verebilecek hiçbir varlığım yoktu ki. O zaten varlığın ta kendisiydi. Taktığı saat bile benim tüm yaşam masraflarımı öderdi.
“Sana verebilecek birseyim yok.” Dedim
Bunun onda ise yarayacağını bilmeden ağzımdan sözler çıkıverdi. Başıma ne geleceğini düşünmedim bile yalnızca şuanda kabul edip egmeyecwğine göre seçim yapmam gerekiyordu.
“Ama istersen zekama sahip olabilirsin.”
|
0% |