Yeni Üyelik
12.
Bölüm

Bölüm 12/ Kurtuluş Günü

@nurdogru26

Hepinize merabalar🖤
Şuan bu bölümü paylaşırken sizlere haftaya bölüm gelmeyeceğini bildirmek için bir paragraf açtım, aslında bu bölümü paylaşacak enerjim daha bir kaç saat öncesine kadar yoktu fakat hayatım güzel gelişmeler ile şekillendiği için sözümde durmak istedim, fakat haftaya pazar bölüm gelmeyecek, bir sürecin içindeyim ve sizleri ihmal etmeyeceğime emin olabilirsiniz fakat bu bir hafta bir şey yazabileceğimi sanmıyorum özetle size uzun bir bölüm bırakıyorum ve sevgili editörüme moralimi düzeltmek için canla başla bu bölümü yetiştirdiği için teşekkür ediyorum :) dreamerofuranus iyiki varsın canımın içi ❤️

Keyifli okumalar umarım keyif alırsınız ❤️

 

 

♟️♟️♟️♟️

Aralık ayının ilk haftası İstanbul'u soğuğu ile sarmıştı. Gecekondu mahallesinin dar ve yokuşlu sokakları, ince ve beyaz bir tabaka ile örtülmüştü. Tene çarpan her bir kar tanesi, şehirde dolaşan her esinti; adeta buz kestiriyordu.

Buz kesilen sadece boş duvarlar ve sokaklar değildi. Öyle ki birileri yine yalnızlığı, çaresizliği, tükenmek üzere olan umudu yüzünden buz kesilen kalbini ısıtamıyordu.

Nasya da onlardan biriydi. Bacaklarına kadar çektiği yamalı battaniye ile yorgun gözlerini karşısındaki televizyonda kilitlemişti.

Aralıklı pencere, perdeyi rüzgârın esintileri ile uçururken onu daha çok üşütüyordu ancak içerideki rutubet kokusundan arınmanın tek yolu buydu.

Günlerdir Pars'tan bir haber alabilmek umuduyla durmaksızın açık duran haber kanalında takılı kalan televizyon, sıradaki haberin sesi ile odanın içini doldurdu.

"Geçtiğimiz hafta Atlantik Okyanusu'nda kaybolan Türk milyarderden hala haber alınamıyor."

Ağırca yutkunurken sızlayan genzini bastırarak buğulanan gözleri ile Pars'ın televizyondaki resminde gezindi.

Kendisine bakınca parlayan koyu kahve gözlerinde, gamzenin çok yakıştığı kirli sakalla kaplı yanağında, defalarca kez nefesini kesen dudaklarında...

Gözünden akan yaşların düşmesine izin verirken kapadı gözlerini.

"Aradan geçen günler içerisinde uçağın parçalarına ulaşan arama kurtarma ekipleri, ilk kırk sekiz saat sonrası için Pars Katipoğlu'nun cansız bedenini aramaya devam ediyor. Umutlu bekleyiş son bulurken genç milyarderin acılı eşi basın konuşması yaptı, dilerseniz izleyelim."

Spikerin ön konuşmasının ardından gözlerini açan Nasya, beyaz bir masada önünde dizili olan mikrofonlarla oturan Sare Katipoğlu'nu görüyordu.

Nasya gözlerini usulca kapatıp derin bir nefes çekti içine. Evin içini dolduran kar soğuğu genzini yakarken kulakları Sare'nin sesi ile doluyordu.

"Bu acılı günde takdir edersiniz ki kamera karşısında olmak biraz tuhaf hissettiriyor fakat özgür basına bilgilendirme vermek gereksinimi ile buradayım. Eşim Pars Katipoğlu, resmi kaynaklara göre artık ölü sayılmakta. Okyanusun derinliklerinde bulunan uçak kalıntıları ve arama kurtarma çalışmalarının sonucu olarak artık umutlu bekleyişimiz en azından onun na'şının bize teslim edilebilmesi için."

Nasya gözlerini kapattığı karanlıktan yeniden televizyona doğru araladı.

"Bir şekilde bir yerlerde beni duyuyorsan..." Sare Katipoğlu titreyen sesi ile yapmacık bir üzüntü eşliğinde burnunu çekti.

"Seni hep çok sevdim bir tanem. Umuyorum ki incinmemişsindir."

Kameralara bakarak bitirdiği konuşma ile haber yarıda kesilirken televizyon aniden kapatılıyordu.

"N-ne yapıyorsun ya!"

Nasya'nın ölü gibi donuk gözleri Defne'ye döndüğünde Defne elindeki kumandayı koltukta ileri fırlattı.

"İzleme artık şunu, kurtulduk farkında mısın? Ne Melikşah ne de Pars, gittiler. Bitti güzel arkadaşım, bitti ya."

Yüzündeki cıvıltı ile rengi atan arkadaşının bakışlarını süzdü.

"Evet, biliyorum." dedi Nasya sessiz bir mırıltı ile.

"O zaman ne bu? Kaç gündür evden çıkmıyorsun, adamın yasını tutuyor değilsin her halde değil mi? Sen değil miydin kurtulacağım diyen? Bak işte kendi kendine halloldu, bir anda girdi hayatına ama bir anda da çıktı. Hem de sonsuza kadar, artık özgürüz. Ya biz günler önce ülke değiştirmeyi düşünüyorduk farkında mısın? Bak bir şimdi bize, artık eski düzenimize dönmenin zamanı geldi de geçiyor."

Nasya öfke barındıran derin bir nefes çekti içine, sitemkâr çıkan sesi ile aralandı dudakları.

"Kurtulacaktım evet ama böyle değil Defne! Bu şekilde değil. İstediğim bu muydu sence? O uçaktan düşerken ne yaşadım biliyor musun? Başıma birkaç gün içinde gelenlerin farkında mısın yoksa bana şaka falan mı yapıyorsun? Sana diyorum ki, adam öldü. Öylece gitti." Son kelimeler titrekçe çıkmıştı dudaklarından.

"Ya gitti işte! Ben de onu diyorum, gitti! Yani kafamız rahat artık, yaşadığın şeyler ağırdı ama bitti canımın içi, bitti ya."

"Defne, sadece biraz yalnız kalmak istiyorum. Kurtulduk evet, inan çok mutluyum ama kendimle kalmaya ihtiyacım var."

Dolan gözlerinden peşi sıra iki damla yaş aktığında Defne arkadaşındaki bu değişiklik karşısında neye uğradığını şaşırıyordu.

"İzin vermiyorum! Toplayacaksın kendini ve şimdi kalkıp benimle gelinlik randevuna geleceksin."

"Ne!" Cılız sesi şaşkınlıkla dolandı odada.

"Anneni göreceğiz, ben yanında olacağım güzelim. En azından onu görmek, sesini duymak, karşısında olup gözlerine bakmak istemiyor musun?"

"İ-istiyorum elbette. Sadece..." Sustu. 'Bunu yapacak gücü kendimde bulamıyorum.' diyemediği için sustu.

"Sadece ne? O manyağın sana yaptığı tek bir iyilik var, o da anneni bulmak oldu. Ruhu şad olsun ama bunun haricinde ruh hastasının tekiydi." Gözlerini devirirken uzanıp Nasya'nın kolunu tuttu.

"Defne gerçekten o kadar boş konuşuyorsun ki bazen."

Nasya gizlemeye çalıştığı öfkesi ile oturduğu koltuktan kalktı ve yatak odasına doğru ilerledi.

Parsın öldüğüne dair duyduğu her kelime ya da haricinde birinin ondan nefretle bahsetmesini hazmedemediğini fark edeli dört gün oluyordu.

Ülkeye geri döndüğünde her şey o kadar sıcağı sıcağınaydı ki ne olduğunu anlayabilmesi üç gününü almıştı.

Pars ve onunla yaşadığı yakınlaşma, içten içe ona bağlanmaya başladığını veo uçaktan atlamadan önce dudağına bir veda busesi gibi bırakılan öpücük, her biri gerçekliğini artırarak bilincine hücum ederken o; çoktan ölen bir adamı sevdiğini fark ediyordu.

Ölmüş bir adamı seviyordu. Kimseyi sevemeyeceğini düşünen bu genç kadın, günler önce avaz avaz 'Defol git!' diye bağırdığı adamı bugün 'Yalvarırım geri gel!' diye ağlayacak kadar sevdiğini anlıyordu.

Tam dört gecedir yatağının içinde kıvrılırken avuçlarındaki bir mendil parçası ile ona 'Yalvarırım geri dön!' diye ağıtlar yakıyordu.

Ama bunu ne Defne ne de başka biri anlayamazdı. Bu kızın sımsıkı maskeleri yüzünde mıhlanmış, sevgisizlik iliklerine kadar işlemişken birini sevebilmenin ne demek olduğunu büyük bir trajedi ile anlıyordu.

Yatağa doğru ilerlediğinde uzanıp yorganı açtı ve beklemeden içine girip kafasına kadar çekti.
Elleri yastığın altına doğru kaydığında ince parmakları parlak saten mendille buluştu ve onu çekip avuçlarının arasına aldı.

Sıkıca göğsüne bastırdığı mendil ile beraber hissettiği bu acının sebebini anlayamıyordu.
Pars'a bu kadar bağlanmış olması ona hiç mantıklı gelmese de aşkın mantık denilen duyguya açtığı savaştan bir haberdi.

"Nasya..." Defne uzanıp yorganı bacaklarından çektiğinde Nasya öylece savunmasız bir şekilde yatağın ortasında kaldı.

"Rahat bırak beni! Neyi anlamıyorsun? Yalnız kalmak istiyorum diyorum, yalnız!" Bağırtısı odada dolandığında Defne sabırsız bir isyan ile konuştu.

"Allah kahretsin Nasya! Sen bu adama âşık mı oldun ya! Cidden mi? Kafayı mı yedin!"

Defne'nin bıkkın sesi ile Nasya hızla yatakta dikeldi ve bakışlarını Defne'ye çevirdi.

"N-ne saçmalıyorsun ya? Git başımdan!"

Avuçlarındaki mendili gizlemek istercesine arkasına çekerken titreyen çenesi ile savunmasız bir çocuk gibi bakıyordu arkadaşının gözlerine.

Bilye gibi parlayan gözler Defne'den duyduğu sözle buğulanırken görüşünün netliği kaybolmaya başladı.

"Bana istemediğini söyleyen sensin. Her şeyden kurtulacağımızı söyleyen sendin! Adam evli, böyle bir şey mümkün mü diyen sendin! Gidip âşık mı oldun? Siktiğimin bir günü Lizbon'a gittin ve orada âşık oldun yani!"

Alaycı bir öfke ile yansıttığı sitemi Nasya'ya değil kendineydi.

Çünkü Nasya'dan uçağa binmeden önce ona nerede olduklarını öğrenmesi ve Melih'in tatlı diline kanıp yerlerini söylemesi ile bugün Pars Katipoğlu'nun uçağı düşmüştü. Arkadaşı ise günlerdir çıkamadığı bir buhranın içinde tıkanıp kalmıştı.

"Defne âşık falan değilim."

Titreyen ses büzülen çene ile sessiz hıçkırıklara dönerken Nasya yüzünü karnına doğru çektiği bacaklarına yaslayarak gizledi.

Defne öfke ile çıktı odadan. Salona döndüğünde çaresizce yüzünü ellerinin arasına aldı ve pişmanlık dolu bir soluk verdi dışarıya.

"Ben ne yaptım! Allah'ım ben ne yaptım!"

Gözleri dolarken Nasya'nın ağlama sesi kulaklarına dolmaya başlıyordu. Onu daha önce böyle çaresiz görmemişti. Ne böyle çaresiz ne de böyle korkulu bir ağlama ile...

 

Televizyonda verdiği basın açıklaması tekrar tekrar oynatılırken Sare Katipoğlu önündeki anlaşma protokolünde gezdirdiği gözleri ile sıkkın bir nefes verdi ince dudaklarından dışarıya.

"Neyi düşünüyorsun bu kadar! Hakkın olan çok daha azıydı!"

Paren 'in gergin sesi Adil Katipoğlu'nun odasında dolandığında Sare'nin bakışları asık suratı ile masasında oturan Adil Bey'e döndü.

"Ben onun karısıyım. Elbette ki şirkette ölümünden sonraki hisselerimle ilgili söz sahibi olacağım Paren."

Üstün bir sesle konuştuğunda Paren bakışlarını babasına çevirdi.

"Daha ölüsünü bile bulmadık, burada durmuş hisseleri üzerinden bölüşmeye gidiyorsunuz."

"Hisseler düşüyor Paren! Pars bu şirketin marka yüzüydü, insanlar ona güvenerek yaptı birçok yatırımı fakat şimdi biz de hızla yere çakılan bir uçak gibi değer kaybediyoruz! Milyarlardan bahsediyorum! Sen ne anlarsın ki!"

"Baba yapma. Bu kadın evlilik sözleşmesinde yazandan fazlasını istiyor! Abim olsa ona bunu verir miydi sanıyorsun? İkiniz, İdil ve benim hakkımızı gasp ediyorsunuz!"

"Ne hakkın var lan senin! Sıçtırtma hakkına hukukuna! Benim imparatorluğum iflasa sürükleniyorken sen ne hakkından bahsediyorsun?"

"Yüzde elli istiyorum."

Sare kendinden emin çıkan sesi ile önündeki anlaşma dosyasını kapatırken Adil Katipoğlu'nun şakakları titriyordu.

Paren öfke ile bağırdı. "Ne diyorsun Sare! Kafayı mı yedin! Ne ellisi!"

Sare'nin gözleri yakaladığı fırsatın heyecanı ile parlarken Adil Katipoğlu'na döndü.

Dişlerini boynuna geçirmiş bir vampir gibi Pars'ın ölümünü kendi lehine çevirmeye niyetliydi.

"Yüzde elli, ayrıca dağ evini de istiyorum. Pars yaşarken oraya hiç gidemedim fakat şimdi bahçesinde güzel bir köpek kulübesi bile yaptırma hayalleri kuruyorum."

Adil Katipoğlu oturduğu koltuktan öfkeyle kalkıp Sare'ye doğru attığı sert adımlarla dibinde durdu.

Arkadan sıkıca topladığı topuzunu hızla kavradığında başını yere doğru eğdi ve öfkesi ile kulakları sızlatacak bir bağırtı koparttı.

"O dağ evi senin ağzına sakız olacak bir şaka gibi mi geliyor! Ha! Söyle bana kart orospu o dağ evini sana vereceğime gerçekten inanıyor musun? Pars'ın ölümünü nasıl bir fırsata çevirdiğini görmüyor muyum sanıyorsun! Seni, şimdi burada öldürürüm Sare! Benden alabileceğin tek şey deniz manzaralı bir mezar yeri olur!"

Öfkeyle eline dolanan saçları koparırcasına geri ittirdiğinde Sare acıyla dolan gözlerini Adil Katipoğlu'na çevirdi.

"Öldüremezsin! Kılıma bile dokunamazsın."

Korkuyla titreyen sesine rağmen kuyruğunu dik tutarak devam etti.

"Zavallı karına neler yaptığını bütün dünyaya yayarım! Bunu yaparım! O zaman o sadist oğlunun geberip gittiğine bile üzülecek vaktin olmaz! Bir yerde kafana sıkarsın! Utancından bunu yaparsın!"

"B-baba..."

Paren'in titrek sesi Adil'e ulaştığında Adil, öfkeyle Sare'nin boğazına sarıldı ve kafasını oturduğu koltuğa sertçe çarptı.

"Seni çok önce öldürmem gerekirdi!"

Parmaklar ince boynu öfkeyle sıkarken Sare oturduğu yerde çırpınmaya başlıyordu.

"Tüm bunlardan önce gebermeliydin!"

Adil'in öfkeli boğuk hırıltısı ile ellerini kendini sıkan kola attığında tırnaklarını can havli ile Adil'in kollarında dolandırdı ama kesilen nefesi ve kaybolan gücü ile gözleri yavaşça kayıyor ve sarı teni mora dönüyordu.

"Baba dur!"

Paren hızla babasının kolunu tutup geri çektiğinde Sare ansızın geri gelirken nefes nefese öksürmeye başladı.

Gözleri kırmızıya dönerken soluğunu düzenli bir ritme sokmaya çalışıyordu.

"Mahvedeceğim seni!"

Ağlayarak kalktığı koltuktan kapıya yönelirken dengesini tutturmaya çalışıyordu. Açtığı kapı ile öylece çekip giderken Adil kendini tutan Paren'den kurtardı bedenini.

"Dokunma lan, çek ellerini!"

Öfkeyle bağırdığında Paren duyduğu hakaretlere daha fazla dayanamayarak çıkıp gitti odadan.

Adil Katipoğlu, olduğu yerde kalırken dizlerinin üzerine mermer zemine çöküyordu.

Gözlerinin önü buğulanırken omuzlarındaki yüklerle öylece pes ediyordu.
Gözünden akan yaşlarla oğlunu kaybedişine ve onun ansızın gidişine ağlıyordu.
Araladığı gözleri ile zihnindeki anılar birer birer canlanırken odanın içi geçmişten gelen anılarla dolmaya başladı.

 

28 Yıl Önce

 

Doğumhanenin kapısında gerginlikle bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelen Adil Katipoğlu, açılan kapı ile koridorun ortasında durup bakışlarını içeriden çıkan hemşireye çevirdi.

 

Alnı kırışırken hemşirenin iki kolunda tuttuğu bebeklere baktığında şaşkınlıkla gözlerini kadının yüzüne çevirdi.

 

"Efendim gözünüz aydın, iki oğlunuz oldu."

 

Kollarında iki bebeği taşıyan hemşire attığı adımlarla Adil'in yanına doğru ilerledi ve bebekleri görebilmesi için yüzlerini babalarına doğru çevirdi.

 

Kollarında tuttuğu iki küçük erkek çocuğu henüz açılmamış gözleri silinmesine ve kan lekelerine ev sahipliği yapan yüzlerine rağmen tıpkı bir ay gibi parlıyorlardı.

 

"Ben, ikiz olduklarını bilmiyordum." Bakışları gördüğü iki güzel erkek çocuğunda gezindi.

 

"Bazen böyle sürprizler olabiliyor." dedi genç hemşire gergin bir gülümseme ile.

 

Doğum hanenin kapısı bir kez daha açıldığında içeriden çıkan genç doktor ellerinde tuttuğu zarfla Adil Katipoğlu'nun yanına doğru yaklaştı.

 

"Gözünüz aydın Adil Bey." Gözlerini elindeki zarfa çevirdi.

 

"Teşekkür ederim." dedi Adil gergin bir gülümseme ile oğullarına bakarken.

 

Doktor Feridun, Adil'in yoksul mahallelerden bulup çıkarttığı ve hayatını eğitimine destek vererek kurtardığı gençlerden sadece biriydi.

 

İşlendiğinde mücevhere dönüşecek her elması fark eden Katipoğlu, Feridun'u da görür görmez başarılı olacağını anlayıp desteğini sağlamaktan bir saniye bile geri durmamıştı.

 

"Adil abi..." dedi genç doktor rahatsız bir kıpırdanma ile.

 

"Ne oldu Feridun?" Adil, yüzünde gezdirdiği gözleri ile onu süzüyordu.

 

"Abi, ben senin sayende okudum, senin yardımlarınla kendimi o berbat hayattan kurtardım. Bunu senden bunca zaman saklamak bile şerefsizlikti bana göre."

 

Gözlerini yere çevirirken mahcup bir sesle yeniden araladı dudaklarını.

 

"Abi, Serpil Hanım bebeklerin ikiz olduklarını çok önceden öğrenmişti yani iki bebek olduğunu. İkiz değiller çünkü..."

 

Sustu. ağırca yutkunduğunda nasıl söyleyeceğini bilemez bir ifade ile gözlerini kaçırdı.

 

"Ne? Söyle şunu Feridun."

 

Adil'in kısılan gözleri genç adamın üzerinde gezinirken Feridun yeniden konuştu.

 

"Serpil Hanım bebeklerin DNA testleri için küçük bir operasyon geçirdi. Hamileliğinin altıncı ayında gerçekleşti bu operasyon."

 

Sesi neredeyse fısıltıyla çıkarken zar zor yutkunuşlar ile devam etti konuşmaya.

 

"Ağladı abi, yalvardı. Senden saklamam için yalvardı."

 

Bakışları yerdeyken elindeki zarfı Adil'e uzattı.

 

"Bebeklerden biri senin değil abi. Hangisi olduğunu bilmiyor ama ben biliyorum. Bu zarf senin sistemdeki kan örneğinle karşılaştırıldı. Hangisinin oğlun olduğuna ayaklarındaki bilekliklerden bakabilirsin. Affet beni abi, bunu senden saklamamam gerekirdi."

 

Adil öğrendiği bilgileri sessiz sedasız dinlerken kendine uzatılan zarfı uzanıp aldı Feridun'un elinden.

 

Bu onun için sürpriz değildi çünkü Serpil'i sevdiği adamın kollarından çekip aldığı gece beraber olduklarını öğreneli aylar oluyordu.

 

Kendini sevmeyen bir kadını her şeye rağmen hayatında tutmak isteyen bir adamın çaresizliği ile yapılmaması gereken bir şey yapmış ve âşık olduğu adamı Serpil'in gözlerinin önünde öldürmüştü.

 

Hamilelik haberini ilk duyduğunda içten içe kafasında ve ruhunda dolanan bu korku, bugün gerçeğe dönüşmüş ve bebeklerden en azından birinin babası olduğu için bile mutlu olabilecek bir seviyeye getirmişti onu.

 

Adil Katipoğlu gurursuz bir adam değildi. Sadece Serpil'e görür görmez âşık olmuş ve ne yapacağını bilememişti.

 

Onunla olabilmek için, yanında olabilmek için korkunç şeyler yapmıştı ve bu hayatın içine kendini de onunla beraber hapsetmişti.

 

"H-hangisi?" dedi bakışları bebeklere dönerken.

 

"Hangisi benim oğlum Feridun?" Titreyen sesi ve içindeki öfkeyle bir cevap bekliyordu.

 

"Zarfı aç abi."

 

Adil Katipoğlu ellerini arasındaki zarfı dikkatle açtığında gözleri zarfın en altına döndü.

 

'Bebek 1347772 babası yapılan DNA testi sonucu Adil Katipoğlu'dur'

 

'Bebek 1347773 babası yapılan DNA testi sonucu Adil Katipoğlu değildir.'

 

Adil'in gözleri bebeklere döndüğünde uzanıp hemşirenin sağ kolunda tuttuğu bebeği kollarına aldı.

 

Kundağının ayak kısmını yavaşça açtığında ayak bileğindeki bilekliğin ön yüzünü kendine çevirdi.

 

Doğum saati: 23:50

 

Tarih: 28.07.1995

 

Geçici Kimlik: 1347772

 

Gözleri bileklikten kollarında usulca uyuyan bebeğin yüzüne döndüğünde sessizce yaklaştırdı yüzünü oğlunun yüzüne.

 

"Sen benim Oğlumsun, benim oğlumsun."

 

İçine çektiği derin bir nefesle kokusunu ciğerlerine doldurdu.
Yüzünde ansızın beliren gülümseme hızla silinirken yeniden konuştu.

 

"Bilmeyecek."

 

Oğlunun yüzünden geriye çektiği suratıyla yineledi sözünü.

 

"Serpil gerçeği bilmeyecek Feridun, oğlumun hangisi olduğunu bilmeyecek."

 

"Ama Adil abi..."

 

"Duydun mu beni! Serpil, oğlumun hangisi olduğunu bilmeyecek! Ona yaptığı ayrıcalığı görerek yaşayamam! Yaşatmam da! Anlıyor musun beni?"

 

"Nasıl istersen abi."

--------------

"Oğlum..." dedi sessiz bir yutkunuş ile.

Oğlunu kaybetmiş, imparatorluğunu mutlak bir çöküşe gebe bırakmıştı.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de Sare'nin anlık bir dengesizlikle neler yapacağını bilmiyordu.

Adil Katipoğlu kaybetmişti. Ömrü boyunca belki de ilk kez kaybetmişti.
İçinde oluşan bu çaresizlik hissi sevdiği kadının kendini öldürdüğü gece bile böyle derin değilken bugün Pars'ın ölümü onu bu çaresizliğin kollarında darmadağın oluyordu.

Evlat acısı... Karma, Adil Katipoğlu'ndan hıncını böyle alıyordu.

 

Paren Katipoğlu, şirketin çıkışına doğru ilerlerken Davut'un telaşla yanından geçip gittiğini görerek olduğu yerde durup başını omuzundan geriye çevirdi ve bir süre onu izledi.

Açılan kapılardan içeri giren orta yaşlı adam gözden kaybolduğunda merakına yenilerek geri dönüp şirketin kapılarından içeriye girdi.

Attığı büyük adımlarla Davut'u arayan gözleri sonunda onu asansöre yönelirken buluyordu.

Hızla o tarafa koştuğunda Davut çoktan açılan kapılardan geçmiş ve asansörün kapılarını kapatmıştı.

Bir süre gözleri çıkan kat sayılarında gezindiğinde onun plazanın en üst katında yani Pars'ın ofisinin katında durduğunu gördü.
Alnı kırışırken neden orada olduğunu sorguluyordu.

Yan taraftaki asansör açıldığında beklemeden içeri girdi ve en üst katın düğmesine dokundu.
Kapanan kabin kapıları ile aynadaki aksine çevirdi gözlerini.

Asansör katları birer birer çıkarken Paren babasından gördüğü küstah ve aşağılayıcı tavrın sızısını yeniden hatırladı.

Hayatı boyunca ne annesi ne de babası tarafından sevilmişti ve sevgisizlik dene bu lanetle baş etmenin farklı yollarını buluyordu.

Ama abisi onun rol modeliydi. Babasının yerine koyduğu o isim Pars'tı ve şimdi öylece gitmişti.

Onu gerçekten seven tek bir kişi varsa o da Pars'tı fakat şimdi onu da kaybetmişti.

İçinde yaşadığı bu bunalım diğerlerinin aksine onu sessizce kemirirken Paren duygularını saklama konusunda ustalaştığı yıllar sayesinde dışarıdan bir kaya gibi sağlam görünüyordu.

Fakat değildi, deyim yerindeyse paramparça olmuştu.
Abisinin ölüm haberinin netleşmesi ile darmadağın bir şekilde dolanıyordu etrafta.

İdil, kendini kaybetmiş ve sakinleştiriciler ile sürekli uyuyarak atlatırken bu birkaç gün Paren için kâbus gibiydi.

Buna rağmen abisinin ondan isteyeceği gibi dik durmaya çalışıyordu.

Asansör nihayet durdu ve abisinin katına açıldı. İleriye doğru attığı adımlarla Pars'ın odasına doğru ilerledi.
Kafası giderek karışırken kapıyı yavaşça geriye ittirdi ve içeriye doğru sessiz bir adım attı.

Aralıklı kapıdan içeriye çevirdiği gözleri ile Davut'un çalışma masasının arkasında, başından beri tablo gibi görünen ama aslında gizli bir kasa olan resmi açtığını ve içinde bir şeyler karıştırdığını görüyordu.

"Efendim burada sadece iki klasör var." dedi kulağına tuttuğu telefonla birisi ile konuşurken.

"Davut?" Paren şaşkın bir sesle adını seslendiğinde orta yaşlı adam gergin bir sıçrayışı ile yüzünü Paren'e döndü.

"P-paren Bey..."

Davut'un kekeleyen sesi Paren'in aklını daha da karıştırdığında gözleri kulağındaki telefona döndü.

"Ne yapıyorsun burada? Abimin odasında?"

Sorgulayıcı sesi ile attığı adımlar nihayet Davut'un yanında son bulduğunda hızla kulağındaki telefonu çekip aldı elinden.

"Kim bu?" dedi dişlerinin arasından tıslarken telefonu kulağına yasladı.

Bir süre sessizliğin hâkim olduğu ahizede Pars'ın boğuk sesi duyuldu.

"Paren, sen misin?" dedi donuk bir sesle.

"A-abi!"

Duyduğu ses ile ansızın dolan gözleri onu hiç hesapta olmayan bir ağlayışa iterken Davut hızla odanın kapısına yöneldi ve kapıyı kapatıp arkadan kilitledi.

"Benim Paren. İyiyim ben, merak etme. Size haber veremedim çünkü burada durumlar biraz garipti yani iletişim aracı olmayan bir kadınla, Malta'da bir adada tıkılıp kaldım fakat şimdi-"

Açıklaması Paren'in ağlamaklı öfkesiyle bölündü.

"Şimdi ne! Şimdi ne, Allah kahretsin Pars! Günlerdir ne haldeyiz haberin var mı? Resmen ölüsün ölü! İdil ne durumda, babam ne durumda biliyor musun? O lanet karın şirketin yarısını istiyor ve bir de annemin dağ evini! Sense orada durmuş 'İyiyim sadece telefon yoktu.' diyorsun! Ağzımıza sıçtın Pars, ağzımıza sıçtın kardeşim."

Bağırtısı ağlamasıyla harmanlanırken Pars sakince dinlemeye devam etti onu.

"Ben seni kaybettim sandım lan, seni kaybettim sandım. Öldü dediler, günler oldu ölüsüne bile ulaşılamadı dediler! Pars, nefes alamadım nefes! Ne yiyorum ne içiyorum! Burada böyle kendimi suçlayıp durdum! Bende gitseydim yanında olurdum, öleceksek de beraber ölürdük diye kendi kendimi yiyip bitiriyorum!"

"Paren beni dinle, ağlama abiciğim."

Pars'ın üzgün sesi Paren'in kulaklarında dolanırken genç adam ilerideki deri koltuğa bıraktı kendini.

"Neredesin sen? Hemen geliyorum. Basın açıklaması ayarlamamız lazım, hisseler düşüyor! Herkes kendi derdine düştü ama babam iyi değil, anlıyor musun? Onu ilk kez böyle görüyorum, o iyi değil."

"Gelemem. Birkaç gün daha lazım, Paren biraz kendimle baş başa kalmam gerek. Anla beni."

"Neyi anlayacağım lan, neyi! Sana diyorum ki Sare saçma sapan davranıyor, annemin dağ evini istiyor, gözümüzün içine bakarak 'Oraya Pars yaşarken gidemedim ama şimdi benim olacak, bahçesine de bir köpek kulübesi koyacağım.' diyor! Neyi anlayacağım ben!"

"BENİ DİNLE LAN! Kes sesini, beni dinle! Sare benim köpeğim Paren! Onun tasması benim ellerimde, onu hallederim kafana takılan buysa bunu yaparım. Merak etme-"

"Yanına geleceğim! Kimseye bir şey söyleme diyorsan tamam ama yanına geleceğim abi. Seni görmem gerek. Sikeyim görmem gerek, iyi değilim lan! İyi değilim anlamıyor musun?"

Yeniden ağlamaya başladığında Pars yılgın bir nefes verdi dudaklarından.

"Davut'a söyle seni normal bir uçağın ekonomi bölümünde yanıma uçursun. Malta adalarında indiğinde yeniden bana ulaş, seni almaya birini göndereceğim. Ama sakın, babam ya da herhangi birine söylemek yok, sakın Paren."

Uyarıcı sesi ile Paren gözlerini Davut'a çevirdi.

"Tamam, merak etme. Zaten yokluğumu fark eden birinin olacağını sanmam." Telefonu Davut'a uzattığında Davut hızla aldı ve kulağına yasladı.

"Buyurun Pars Bey?"

"Paren'i en dikkat çekmeyecek şekilde yanıma ulaştır, adadaki bir arkadaşın onu almasını sağlayacağım. Senden istediğim şeyi yaptın mı?"

"İzliyoruz efendim. Sanıyorum ki uzaktan bir sistem bozulması ile yapılmış. Melih'in yerini tespit ettik, kafasını çıkardığı anda bulacağız o şerefsizi." Davut, dişlerinin arasından tıslarken Pars yeniden konuştu.

"Nasya? Hala evde mi? Dışarıya çıkmadı mı hiç?"

"Hayır, çıkmadı Pars Bey. Defne Hanım yanına gidip geliyor fakat kendisi her daim evde, bir haftadır dışarıya çıkmadı."

"Korumalar kendini göstermeden izlemeye devam etsin. Ev sahibi ile konuştun mu?"

"Konuştum Pars Bey. Ev artık Nasya Hanım'ın üzerine kayıtlı. Ödeme ise banka havalesi ile yapıldı, belgeleri mevcut fakat Ali Bey'e bu konu ile ilgili Nasya Hanım'a bir şey dememesi üzerine bir sözleşme imzalatıldı."

"Güzel. Onu çok özledim ve bu siktiğimin kafa toplama olayı tamamlandığında tek istediğim yanına gitmek."

"Nasıl isterseniz efendim." dedi Davut mutsuz bir sesle.

O kadının patronunu değiştirdiğini hissedebiliyordu ve bu değişim Davut'u sadece korkutuyordu.

"Bir şey daha..." dedi Pars ansızın sertleşen sesi ile.

"Emredin."

"Sare ile ilgili görseller ve videolar, yirmi dört saat içinde bütün magazin sayfalarında olsun. Onu insan içine çıkamayacak bir hale getireceksin. Beraber olduğu jigololardan birine ulaş ve bir röportaj vermesini sağla. İddia olarak kalmasın! Anlıyor musun? Bütün kanıtları ile yaptığı her sapkınlığın gün yüzüne çıkmasını istiyorum."

"Emin misiniz Pars Bey? Bu, sizin soyadınızı taşıyan bir kadı-"

"Artık taşımayacak. Bunun en hızlı yolu da bu. Seks kasetleri yayılmış bir kadını kendi soyadımın altında tutamam ve bunu yapmaya devam etmemi babam da isteyemez. Çünkü bu siktiğimin soyadı ondan bana miras kaldı."

"Peki efendim, nasıl isterseniz." Davut telefonu kulağından geri çekerken çoktan kapanan telefonu cebine sokuşturdu.

"Paren Bey, Pars Bey'e ulaştırmanızı istediğim birkaç dosya ve bir bilgisayar var. Kendim götürecektim fakat siz giderken götürürsünüz. Bugün işiniz yoksa iki saat içinde bilet ayarlayıp akşama Malta'da olabilirsiniz."

"İşim yok. Benim abimden daha önemli bir işim yok."

"Peki, o halde sizinle iki saate hava alanında buluşalım. Pars Bey'in benden istediği şeyleri hazırlamam gerek."

Paren başını sallayarak Davut'u onayladığında oturduğu koltuktan kalktı ve odanın çıkışına doğru ilerledi.

 

Bir hafta önce

Güneş bulutların arasından kaybolurken altın rengi kumsal şıngırdayan tasma sesi ile balköpüğü rengindeki Golden Doodle'yi sahibinden kaçma heyecanıyla koşturuyordu.

Sessiz kumsal heyecanlı köpeğin gürültülü nefesleri ile dolarken yumuşak bir kadın sesi peşi sıra yankılandı boşlukta.

"Ticket, buraya gel oğlum"

Koşturan genç kız kumların içinde sandaletlerine dolan kumlara aldırış etmeden sahile yöneldi.

Biricik köpeği sözünü dinlememeye yeminli gibi onu peşinde koştururken yüzünde bıkkın bir gülüş ve dudaklarında tatsız bir mırıltılı dolandı.

"Her seferinde aynı şeyi yapıyorsun, her seferinde. Aptallık bende ama her seferinde aldanıyorum tatlı yüzüne."

Ticket, kulaklarında sahibinin sitemkâr sesine aldırış etmeden dörtnala kalkan at gibi rüzgârı önüne alarak koşmaya devam ediyordu.

Malta adalarından birinde neredeyse tam iki senedir sahibi ile tıkılıp kalmış ve tek eğlencesi kumsalda deliler gibi koşturmak olan bu güzel canlı, ansızın koşmasına bir ara verirken gözleri tek bir noktaya kilitleniyordu.

Ticket, başını hafifçe eğip gördüğü şeye bir anlam vermeye çalışırken kumlara bata çıka kıyıya vuran bedene doğru ilerledi.

"Sonunda yoruldun küçük bey."

Genç kadının sesi ansızın kesilirken gözleri kumların üzerindeki bedende kilitlendi.
Bedenin yarısı denizde yarısı kumlardayken gördüğü adam yüz üstü öylece ölü gibi yatıyordu.

Beklemeden o tarafa koştuğunda Ticket çoktan yerdeki adamın yüzünü yalamaya başlamıştı bile.

Yüzünde kuruyan deniz suyunu özenle temizlerken onu kendine getirmek ister gibi patisiyle dürttü.

"Dur oğlum."

Genç kız telaşla yanlarında durduğunda suyun içindeki ağır bedeni güç bela sırt üstü çevirdi ve bakışlarını bilinçsizce yatan adamda gezdirdi.

Alnının yarıldığını ve açık yaradan ince bir ip şeklinde akan kanı gördüğünde parmaklarını nabzına bastırdı ve korkuyla durumunu öğrenmeye çalıştı.

Cılızca hareket eden nabzı hissettiğinde rahatlamıştı. Boynundaki su matarasını çıkarıp avucunun içine aldığı su ile yüzünü serinletti.

"Beni duyuyor musun?" Kumların yapıştığı dudakları parmakları ile silerken gözleri bu güzel adamın yüzünde gezindi.

Dağılan dikkatini toparlayarak su matarasını temizlediği dudaklardan içeriye doğru ittirdi.

Birkaç damla suyu boğazına bıraktığında hiçbir değişiklik olmadığını görüyordu.

Matarayı boşluğa bırakarak kulağını yırtılan gömlekten göğüs kafesine bastırdı.
Cılızca çarpan sesi zar zor duyduğunda geri çekilip ellerini göğüs kafesine yasladı.

"Pekâlâ yabancı, sağlık bilgim kendi isteğimle aldığım ilk yardım bilgisi seviyesinde. O yüzden öleyim deme! Çünkü..."

Bütün gücünü ince bileklerine verdiğinde zihnindeki sisli bilgileri kullanarak kalp masajı yapmaya devam etti.

"Çünkü bu adada doktor falan yok."

Verdiği aralıklarla yeniden devam ederken uzanıp kulağını yasladı sert göğse.

"Yani, bu adada ben ve Ticket dan başka kimse yok. O yüzden eğer beni duyuyorsan bana biraz yardımcı ol da aç gözle-"

Kumların üzerindeki adam, dudaklarından dışarıya hızla attığı su ile öksürmeye başlıyordu.

Genç kız sevinçle geri çekildiğinde bakışları genç adamın yüzüne döndü.

Kara gözler ansızın açıldığında ok gibi uzun kirpikler aralandı.

"N-nasya?" dedi şaşkın bir fısıltı ile genç kıza bakarken. Alnı kırışan genç adam yüzüne vuran güneşle gözlerini kırpıştırarak öksürmeye devam etti.

"Şşş, sorun yok deniz çocuğu. İyisin."

Genç kadın, gülümseyerek ellerini genç adamın koluna uzattığında tuttuğu kol hızla geri çekiliyordu.

Görüşü netleşen genç adam karşısındakinin sandığı kadın olmadığını birkaç saniyede anladığında aralarındaki benzerlikle kısa bir sorgulama yaşıyordu.

"K-kimsin sen?"

Bakışları şaşkınca karşısındaki kızda gezindiğinde beline kadar uzanan siyah saçları, iri kahverengi gözleri ve telaşlı ifade ile onu izlediğini gördü.

"Böyle mi teşekkür ediyorsun? Begüm ben."

Elini genç adama uzattığında kafası karışmış adamdan bir mırıltı alıyordu.

"Neredeyim?" Yerden aldığı destekle toparlanırken Begüm bıkkın bir nefes verdi

"Evimdesin, hoş geldin."

Ayağa kalktığında elleri ile etrafı gösterirken gördüğü küstahlıkla şaşkındı fakat saklayacak kadarda ustaydı.

"Ne saçmalıyorsun sen, neredeyim diyorum? Lizbon'dan çıkalı saatler oluyor! Nereye indim? Siktir, başım!"

Elini sertçe kafasına götürdüğünde ellerinin kanla temasıyla acıyla inledi.

"Dikiş atmamız gerek."

Begüm bilge bir sesle konuştuğunda Pars bakışlarını genç kıza çevirdi.

"Hangi şehir? Hangi ülke?" dedi acılı bir nefesle.

"Malta'dasın, yani kısmen. Muhabbet işini sonraya bıraksak, pek de iyi gözükmüyorsun."

Bakışlarıyla başını işaret ederken Pars gözlerini birkaç saniye yumup yeniden açtı.

"Bana bir telefon gerek." dedi yorgun sesiyle.

"Üzgünüm."

Begüm yanından geçip Pars'ın ayaklarının dibinde bekleyen Ticket'in boynuna tasmayı takarken devam etti.

"Özel bir adadasın, herhangi bir iletişim aracım yok. Bir kayığım var fakat iş görmez. Ancak her pazartesi bir balıkçı motoru ile şehre giderim."

Çekiştirdiği tasma ile bakışlarını Pars'a çevirdi.

"Evim biraz ileride, yürümemiz gerekecek. Yani seni taşırdım ama benim üç katım falansın."

Kaşları havalandığında Pars bıkkın bir nefesle bedenini yerden kaldırdı.

"Pars." dedi boğuk bir sesle.

"Ne?" Zor duyulan sesi, bu sorgunun nedeni olurken yeniden konuştu.

"Adım Pars ve bir telefon bulmam şart. Dikişten daha önemli."

Begüm'ün peşine takıldığında attığı küçük adımlarla kumların arasında ilerlemeye başladı.

Bedenindeki ağrılara ve bacağındaki aksaklığa aldırış etmeden ilerliyordu.

Tek istediği Nasya'ya ulaşmaktı. Yaşadığı şokla beraber henüz verdiği büyük kaybın ne denli ağır olduğundan bir haberdi.

GÜNÜMÜZ

"Deniz çocuğu, bir şeyler atıştırman gerek."

Begüm, elindeki mermer tepsi ile Pars'ın yanına gelirken Pars elindeki telefonu bırakarak bakışlarını mermer tepsiye çevirdi.

"Ben alayım."

Ayağa kalktığında uzanıp tepsiyi Begüm'ün ellerinden aldı ve ikisinin arasında duran masanın üzerine bıraktı.

"Beni böyle kölen gibi kullanman da bir acayip." dedi Begüm kıkırdayarak.

Genç kız, tepesinde topladığı siyah gür saçları ve üzerindeki salaş beyaz tişörtle öylece duruyordu. Bikinisinin üzerine geçirdiği penye, ince bedeninde bolca dururken tıpkı bir elbise gibi kalçalarını örtecek uzunluğa sahipti ancak geniş yakasından dolayı bir omzu köprücük kemiğine kadar açıkta kalmıştı.

İnce kemiğin tam üzerinde , birbirinin peşi sıra gelen üç uçan kuş dövmesi, bu genç kadının ne kadar özgür ruhlu olduğunun bedenine kazılı hali gibiydi.

İnsanlardan uzak yerleri kendisine yuva edinen ve özgürce geçinen bir kızın tercihi de zaten uçan kuşlardan başkası olmazdı.

Durmaksızın göç eden, ruhunu rüzgarın yönüne vermiş özgür bir kuş.

Ticket mayışmış bir şekilde Pars'ın ayaklarının dibinde yatarken Pars kalktığı hasır sandalyeye geri bıraktı ağır bedenini.

Gözleri karşısındaki kadına döndüğünde onun görünüşü gibi hareketlerindeki doğallıkla da Nasya'ya benzediğini fark edeli günler oluyordu.

İşin garip yanı ise bu kadına karşı Nasya'ya hissettiği gibi bir çekim hissetmemesiydi.

En başında onun doğal halleri ve diğer kadınlardan farklı oluşunu sevdiğini düşünen Katipoğlu, şimdi neredeyse ona bire bir benzeyen bu kızla karşı karşıya gelmiş fakat herhangi bir çekim hissedemediğini görmüştü.

O an Nasya'nın kişiliği, karakteri ya da güzelliği ile içindeki heyecanın bir ilgisi olmadığını anlamıştı.

O kadını seviyordu fakat bir sebebi yoktu. Sebepsiz bir çekim, bahanesiz bir sevgi ile doluydu içi.

"Birkaç gazete de aldım çarşıdan, hepsinin ilk sayfasında seninle ilgili yas ilanları vardı. Yani inanır mısın hayatımın ansızın bir Yılan hikâyesine dönüşmesini bende beklemiyordum."

Yeniden güldüğünde uzanıp tepsinin içindeki kahve kupasını ince parmaklarının arasına aldı.

"Yılan Hikayesi?" Pars'ın sorgulayıcı sesi Begüm'ün üzerinde dolandığında genç kız kahvesinden bir yudum alıp devam etti konuşmaya.

"Eski bir film, bir Türk filmi. Her neyse genç milyarder, söyle bakalım bana. Kimsin sen? Neden okyanusta bir arama kurtarma ordusu seni arıyor ve neden bu kadar önemlisin?"

Yüzündeki yumuşak gülüşle karşısındaki genç adamı süzdü.

Sessiz sedasız geçen iki yılın ardından bir anda denizden çıkıp gelen bu yakışıklı adam, bir haftadır onun ev arkadaşı olmuştu.

Fakat hakkında pek bir bilgiye sahip olmadığı için , içi içini yiyor, meraka yenik düşüyordu.

Burada olduğu günlerde bütün gün bu verandada oturup karşısındaki kumsala dalıp giden bu düşünceli adam, oldukça az konuşuyor ve az uyuyordu.

Psikoloji dalında aldığı eğitime dayanarak onun derinlere gömdüğü bir tarafının hala batıp giden uçakta bir yerlerde olduğunu şimdi daha net anlıyordu.

Karşısında bir kara kutu vardı ve açılmayı ya da çözülmeyi istemediği ise gayet ortadaydı.

Ama Begüm meraklı bir kova kadınıydı ve bu sır küpünü aralıklarla dürtmekten geri koyamıyordu kendini.

"Pars, anlatmayacak mısın? Neden gizleniyorsun? Neden çıkıp 'Ben hayattayım.' demiyorsun?"

Şimdi sesinde alay ya da kıkırtı yoktu, sadece ciddiyet ve merak vardı.

"Yalnız kalmak istiyorum. Bir süre sadece kafamdaki sesleri dinlemek ve içimdeki bazı anılara veda etmek istiyorum."

Kara gözleri sıcak kahveyi ellerinde tutan kadının yüzüne döndü.

"Beni anlarsın bence. Sonuçta ben sadece bir haftadır ölüyüm, sense iki senedir burada ruhsuz bir hayat yaşıyorsun."

Begüm duyduğu sözler ile güzel yüzüne sıcak bir gülümseme yerleştirdi ve acılı bir bakışla gözlerini kendini izleyen Karalardan kaçırdı.

"Haklısın. Sanırım seni tanıdığım şu birkaç gün içinde kurduğun kısıtlı kelimelerin birçoğunda haklıydın. Fakat ben ölü değilim, kayıbım. Anlıyor musun? İkisi arasında fark var."

"Kayıp?"

Pars'ın alaylı sesi verandada mırıltı gibi dolandığında Begüm aşağıya sarkıttığı bacaklarını oturduğu hasır sandalyede yukarı toparladı ve ellerini sarılırcasına bacaklarına doladı.

"Hayat bazen insanı seçeneksiz bıraktırır Pars. Cesur insanlar kalıp savaşabilir, daha cesurları ise savaşmak yerine kaçmayı tercih ederler."

Şimdi gözleri bir biblo gibi kusursuz olan Pars'ın yüzüne döndüğünde sessiz bir iç çekiş eşliğinde gülümsedi.

"Peki sen? Cesur musun yoksa..."

"Daha Cesur mu?" dedi Pars sorusuna soruyla cevap vererek.

"Sanırım sormaya çalıştığın bu. Ben sadece cesur olanlardanım. Kaçacak kadar cesur değilim ama savaşacak kadar cesurum. Benim tek bildiğim bu, savaşmak, çabalamak, bir şekilde olmayacağı oldurmak."

"Narsistsin." dedi Begüm kendinden emin bir sesle.

"Biraz." Pars'ın yüzünde oluşan hissiz tebessüm ile Begümün dolgun dudakları yeniden aralandı.

"Anneni mi kaybettin yoksa kız kardeşini mi?"

Sorduğu soru ile Pars yüzündeki gülümsemeyi silerken bakışlarını şaşkınlıkla Begüm'ün koyu kahve gözlerinde sabitledi.

"Anlamadım?"

Alnı kırışırken içini görebiliyor olmasından duyduğu rahatsızlıkla araya görünmez bir duvar çekiyordu.

"Narsist kişilik, çocukluk evresinde yerleşir zihne. Bu da ya anne ya da çok değer verilen bir kız kardeşin kaybı sonrasında görülür. Farklı sebepler olabilir tabi, şiddetle erken tanışma ya da haksızlıklarla yüz yüze gelişte ama genele yaygını erkekler için anne kaybı ile başlar."

"Kimsin sen? Psikolog falan mı? Ayak üstü bana terapi uyguluyor gibi bir halin var."

Sert çıkan sesi ile Begüm doğru noktaya değindiğini anlıyordu.

Hafifçe tebessüm ederken sakin bir mırıltı ile konuştu.

"Demek terapi geçmişin var? Yani bir psikoloğu gözünden tanıyacak kadar."

Konuyu yumuşatırken Pars oturduğu sandalyeden kalktı ve sorduğu son soruyu görmezden gelerek verandanın merdivenlerine yöneldi.

Çıplak ayakları beyaz kumlarla buluşuyor ve ağır adımları onu okyanusun yanına doğru ilerletiyordu.

Begüm oturduğu sandalyeden kalkıp elindeki kahve kupasından kurtuldu ve sahil evinin içine döndü.

Yerdeki mermerlerin üzerinde çıplak ayakları ile ilerleyip içki dolabından bir şarap çekti.
Uzanıp raftan aldığı iki kadeh ile yeniden yönünü verandaya açılan cam kapılara çevirdi.

Dışarı çıktığında Pars'ın kumlara oturduğunu ve uzun bacaklarını çenesinin altına doğru çekip diz kapağına yasladığı yüzü ile okyanusu izlediğini görüyordu.

Beklemeden sakin adımlarla yanına doğru ilerlediğinde sıcak kumlar küçük ayaklarını yakıyor ve denizden hafifçe esen meltem ensesindeki birkaç tutam saçı uçuşturuyordu.

Nihayet Pars'ın yanında durduğunda eğilip elindeki şişeyi kumlara sapladı ve kadehlerle beraber bir adım yanına bıraktı küçük bedenini.

"Bu şarap oldukça önemli bir şaraptır, benimle aynı yaşta." dedi sessiz bir gülüş eşliğinde.

Uzanıp kapağını dikkatle açtığında sarsılan şişe beyaz tişörtünün kan rengi ile lekelenmesine neden oluyordu.

Pars'ın bakışları tişörte ve biraz dökülen şarap şişesine döndüğünde Begüm'ün aldırış etmeden elindeki kadehleri doldurduğunu gördü.

"Al bakalım deniz çocuğu." Elindeki şarabı ona uzattığında Pars isteksizce uzandı kadehe.

Avuçlarının arasına aldığı bardağı dudaklarına dikecekken Begüm uzanıp elini tuttu ve fısıltı ile konuştu.

"Öyle değil. Önce kadehi hafifçe salla." dedi ve Pars'ın tuttuğu elini yavaşça dairesel bir şekilde salladı.

"Şimdi kokla." dedi kadehi burnuna doğru yaklaştırırken.

"Buna gerek var mı cidden, şarap şaraptır işte."

Huysuz sesi ile hızla elini Begüm'ün elinden çekip geri aldı ve bardağı yavaşça kokladı.

Genzine dolan üzüm kokusu ile neyin bu kadar önemli olduğunu anlayamasa da geçiştirircesine konuştu.

"Harika gerçekten." Memnuniyetsiz bir hamle ile dudaklarına yasladığı şarabı yavaşça içmeye başladı.

"Cidden sinir bozucu bir adamsın ama neyse ki ben misafirperverim." Kıkırtısı ile elindeki şarabı yavaşça salladı ve gözlerini yumarak kadehin içindeki üzüm kokusunu ciğerlerine çekti.

Yüzündeki gülümseme ile Pars'ın ona şaşkınlıkla baktığını fark edemiyordu.

"Gerçekten tuhafsın."

Solunda oturan adamdan alaylı bir şekilde aldığı bu yorumla gözlerini açıp bakışlarını Pars'a çevirirken kadehinden büyük bir yudum aldı.

"Hep böyle ciddi misin sen? Yani, hadi ama gerçekten. Madem kafa dinlemek istiyorsun peki o halde, sal gitsin. Ne önemi var?"

Begüm'ün söylediklerinden bir kelime bile anlamadığını havalanan kaşları ve kibirli bakışları ile belli eden Katipoğlu, bu güzel kadından bir açıklama daha alıyordu.

"Şarabı diyorum akıllım şarabı."

Begüm'ün kahkahası kendine alık alık bakan adamın yüzüne patladığında Pars neden bu kadar güldüğünü bile anlamamıştı.

"Sen de her şeyi böyle alaya mı alırsın?" dedi kibirli bir sesle.

"Hem de her şeyi. Çünkü uzunca bir süre senin gibi ciddiye aldım ve bana zarardan başka bir getirisi olmadı."

"Bak sen, Malta'da bir adada, tek başına risksiz bir hayat yaşayan bir kadından öğüt alacağım hiç aklıma gelmezdi." Alaylı tını Begüm'ü gererken sakin kalması gerektiğini biliyordu.

Pars, ördüğü bu kibir duvarı ve saklandığı maskelerin ardında güvendeydi ve pek tabi Begüm'ün içeri girmesine öylece izin vermeyecekti.

Ama bu genç kadın mesleğine duyduğu özlemi birkaç yıl sonra bu vaka ile dindirebilirdi ve olaya biraz da profesyonel yaklaşmaya niyetliydi.

"Annem öldü." dedi sakin bir fısıltı ile.

Pars'ın bakışlarındaki kibir maskesi gölgelenerek aralandığında gözlerindeki üzüntüyü gizledi fakat Begümden istese de gizleyemezdi.

"Nasıl?" dedi meraklı bir üzüntü ile.

"Bazı insanlar sadece cesurdur bazıları da daha cesur ama hiç bahsetmediğimiz bir kesim var, bilirsin."

Begüm'ün yüzündeki acılı tebessüm Pars'a tanıdık geliyordu ve sorusunun cevabı ile fısıltıyla konuştu.

"Bir de korkaklar var."

"Evet, bir de korkaklar. Dış dünyada karşılaştığımızda acıdığımız fakat kendi sevdiklerimizden birileri olarak karşımıza çıktığında bizi acıtan şu korkaklar. Annem de o korkaklardan biriydi."

Gözleri bilye gibi parlarken bakışlarını kumlara vuran beyaz köpüklü dalgalara döndü ve şarabından bir yudum daha aldı.

"İntihar mı etti?" dedi Pars neredeyse duyulmayacak bir fısıltı ile.

"Öyle. Korkakça değil mi? Bir anda çekip gitmek hangimizin işine gelmez fakat bazıları savaşmayı seçer. Ben seçtim mesela Pars, ben ailemin aksine hayatta kalmak için avaz avaz bağırdım, boyumu geçen bir suyun içinde boğulmamak için yıllarca zıpladım ama yorgunluk nedir bilir misin?"

"Bilirim." dedi yüzündeki acılı bir tebessümle.

"İşte o yorgunluğu atmak için buraya sığındım fakat inanır mısın ben bile bu kadar uyuyacağımı düşünmezdim. Bu kış uykusu bana bile sürpriz oldu."

Kıkırtılı sesi ile bakışlarını Pars'ın kara gözlerine geri çevirdi.

Ansızın gözünden akan yaşı hızla yakalayıp yüzünden uzaklaştırdığında geçiştirircesine gülmeye başladı.

"Her neyse, benim bu adadaki inzivamın sebebi bu. Peki seninki ne? Yani bir eşin var ve anlaşılan sorumluluk dolu da bir hayatın. Sen neyden kaçıyorsun?"

"Bir şeyden kaçmıyorum." Bakışlarını Begüm'ün gözlerinden kaçıran Katipoğlu ısrarlı sesle yeniden sorguya tutuluyordu.

"Kaçıyorsun Pars. Söyle bana neyden kaçıyorsun?"

"Hiçbir şeyden kaçmıyorum, sadece yorgunum." Bıkkın bir nefesle yüzünü diz kapaklarından geri çekti ve bacaklarını bağdaş kurarak altında topladı. Elindeki kadehi hızla kafasına diktiğinde beklemeden bitiriyordu şarabını.

"Kendinden mi kaçıyorsun? İnsan kendinden kaçamaz ki? Yani karanlıktan kaçabilirsin hatta korkularından bile, fobilerinden de öyle... Dünya üzerinde kaçamadığın tek şey kendinsin. "

"Filozof olman gerekirmiş." Yine aynı kibirli tonlamayla böldü Pars.

"Ülke de değiştirsen, gezegen de hatta belki âlem değiştirip ölsen bile kendinden kaçamazsın. Bunun filozoflukla bir ilgisi yok."

Kumlara sapladığı şişeyi eline alıp Pars'ın avuçlarında sıktığı kadehi yeniden doldurdu.

"İnsan kendinden kaçamaz, bu bir tür lanet ama kendiyle uzlaşabilir."

Ellerindeki şişeyi yeniden kumlara gömdüğünde kendi kadehinden bir yudum daha aldı.

"Bak muhabbet etmek istemiyorum, sorunlarımı çözmekle de ilgilenmiyorum, sadece bir boşluk yakaladım ve tüm hayatıma kısa bir mola verdim Begüm. Müsaade et de şu lanet sayılı günler bitene kadar biraz tadını çıkarayım."

Dişlerinin arasından öfkeli bir mırıltı ile konuşurken Begüm sıkkın bir nefes verdi ve oturduğu kumlardan geri çekildi.

"Peki, bende iki senenin üzerine bana cevap verebilecek biri ile karşılaşmanın heyecanını yaşıyorum kusura bakma. Bilirsin Ticket pek muhabbet etmiyor."

Kırgın bir sesle kıkırdayarak Pars'a arkasını döndü ve sahil evine doğru ilerledi.

Pars avuçlarının arasındaki kadehten bir yudum daha aldığında gözlerini usulca kapattı ve gözlerinin önünü annesinin suretiyle süsledi.

————

"Dinle beni. Kaçacağız Pars duydun mu? Ben her şeyi ayarlıyorum, yavaş ilerliyorum ama ayarlıyorum. Birkaç mücevherimi elden çıkarttığımda Yunanistan'a açılan bir teknede ikimize yetecek kadar bilet parasını halledebiliriz."

Titreyen sesi ve parlayan gözleri ile sonunda içinde bulunduğu bu tutsak hayattan kurtulmanın hayalleri ile yanıp tutuşuyordu.

Prangalarından kurtulurken âşık olduğu adamdan bir parça olan Pars'ı da alıp gidecek ve Adil'e onun çocuklarını seve seve bırakacaktı.

Doktor Feridun'un ellerine tutuşturduğu test sonuçları ile Pars'ın gözleri önünde yitip giden sevgilisinden olduğunu öğrenmiş ve bunca yıl bastıramadığı özgürlük isteği ile kendini de oğlunu da bu manyak adamdan kurtarmaya yemin etmişti.

"Anne peki kardeşlerim... Paren, İdil? Onlar ne olacak?" Pars'ın tedirgin sesi küçük yüzünü kavrayan sıcak ellerle dindirilirken Serpil Katipoğlu fısıltı dolu bir güvenle konuştu.

"Onları sonra alacağız, tamam mı? Ama önce kendimizi kurtarmamız gerek. Oğlum Paren ya da İdil senin benim gibi değiller. Onlar bir şekilde bu lanet adama da bu korkunç sisteme de ayak uydurur, anlamıyorsun. Ama biz yapamayız. Onların kişiliklerinde bu gömülü. Damarlarında akan kan, onlara savaşacak gücü verir ama sen ve ben... Biz onlar gibi değiliz, biz kötülük nedir bilmeyiz, kötülükle baş edemeyiz Pars. Yapamayız anneciğim."

Ağlayarak oğlunu sıkıca göğsüne bastırdığında ona her sarılışında âşık olduğu adamın kokusunu alıyor, her görüşünde onun suretini görür gibi oluyordu.

Bunca yıl Serpil'e güç olan bu küçük çocuk körpecik yaşta yitip giden sevdiğinin ona bıraktığı bir armağandı.

 

Defne, arabasını Nişantaşı'ndaki gelinlikçinin önünde durdurduğunda Nasya ön koltukta oturmuş dudaklarını kemirirken yorgun gözleri açık olan gelinlikçinin kapısında gezindi.

"Yapamam Defne. Ne diyeceğim Allah aşkına, karşısına çıkıp ne diyeceğim? Beni istemediği açıkça ortada değil mi? Şimdi böyle yüzsüzce karşısına çıkmak..."

Avuçlarının altındaki kapı kulpunu sıkarken hissettiği değersizlik ilk kez iliklerinde böyle çaresizce dolanıyordu.

"Bana bak." Defne uzanıp Nasya'nın elini tuttuğunda dikkatini kendine çevirdi.

"Biz çocukluğumuzdan beri içten içe bu insanların neye benzediğini merak edip durduk, şimdi gidip gözlerinle gör. Açıklamak zorunda değilsin Nasya. Avans aldım, bir iş öncesi yüklü bir avans aldım. Gidip sana bir gelinlik seçelim ve ön ödemesini yapalım. Provalar aracılığı ile onu inceleyebildiğin kadar incele, sonrası sana kalmış. İster geç karşına hesap sor istersen sessiz sedasız çık hayatından. Ama böyle kaçma canımın içi, bak kafanın dağılması gerek. Böyle olmaz."

"Defne..." Nasya'nın çenesi titrerken sıkıca sarıldı arkadaşının boynuna.

O hayatta eline kalan tek şeydi. Pars da gittikten sonra yeniden sadece onunla kalmıştı. Sadece ikisi, sonsuza kadar.

"Hadi sulu göz, topla kendini de inelim."

Defne, dolan gözlerini dindirdiğinde Nasya geri çekilip dağılan saçlarını sıkıca tepesinde toplamış ve kapının kulpuna uzattığı eliyle kapıyı açıp yerdeki sulu karın üzerine basarak aracın kapısını arkasından kapatmıştı.

Defne de hızla arabadan indiğinde arkadaşının yanına doğru ilerleyip onun koluna girerek mağazanın kapısına doğru ilerletmişti.

Açık olan kapılardan geçen iki genç kız içerideki temiz parfüm kokusu ve ışıltılı gelinliklerle baş başa kalırken Defne sakin bir sesle konuştu.

"Kimse var mı?"

Yumuşak tınısı büyük alanda dolandığında arka taraftan öne doğru gelen küçük bir kız koşturarak elindeki kâğıt helva ile gelirken Nasya'nın gözleri bu küçük kızın yüzüne döndü.

Saçları iki yandan özenle toparlanmış ve üzerindeki kışlık kadife elbise ile tatlı bir gülümseme ile onlara bakıyordu.

Kocaman siyah gözleri ve gülümsediğinde yanaklarında yerini alan gamzeleri ile bakışlarını arkasına çevirip cıvıltı ile bağırdı.

"Anne, birileri geldi." dedi ve koşturarak Nasya'nın yanından geçip gelinliklere doğru koşturdu.

Küçük elleri beyaz gelinliklerinde gezerken onların tülleriyle oynayarak kıkırdaması Nasya'yı güldürürken odanın içinde tanıdık bir ses dolandı.

"Nasya Hanım değil mi?"

Duyduğu sesle Nasya'nın gözleri küçük kızdan ileriye döndüğünde ellilerinde bir kadının karşısında durduğunu görüyordu.

Bu fotoğrafta gördüğü kadının ta kendisiydi.
Düzgün çekilmiş fönü ve üzerindeki krem rengi tulum ile ince topuklularının üzerinde ilerleyip Nasya'ya doğru yaklaşırken Nasya'nın genzindeki sızı, göz bebeklerinin buğulanmasına neden oluyordu.

Bu annesiydi. Birbirlerine bu kadar benzemeleri canını yakarken kendine uzanan düzgün manikürlü bordo tırnaklara döndü.

"Hoş geldiniz." dedi Gülsüm Hanım yumuşak bir sesle konuşurken.

O da en az Nasya kadar şaşkındı. Karşısındaki bu kız tıpkı kendi gençliğine benzerken içinde ansızın bir şey öylece bu genç kadına doğru akıyordu.

Anlamlandıramadığı bu hisle Nasya'nın yüzüne dalan gözlerini terse çevirdiğinde karşısındaki kız uzanıp elini tuttu ve titreyen bir sesle konuştu.

"Memnun oldum Gülsüm Hanım."

Sesindeki titreklik ve parlayan gözlerle Gülsüm için geçmişten gelen bir hayalet gibiydi bu kız.

Sanki gençliğinin bir kısmı ona ziyarete gelmiş ve kâbus gibi geçen yıllarını ona ansızın hatırlatıyordu.

"Anne, babam geldi, yaşasın geldi."

Küçük kızın cıvıltı ile onu çekiştirişi Nasya'nın ellerindeki elini çekmesine enden olurken bakışlarını zar zor ayırdı karşısındaki genç kızın güzel yüzünden.

"Tamam hadi, montunu giyelim."

İlerleyip askıdaki kırmızı montu alıp dikkatle giydirdi küçük kızının üzerine.

Uzanıp burnuna küçük bir öpücük bıraktığında onları izleyen Nasya'nın gözünden bir damla yaş aktığında hızla arkasını döndü.

"Dicle, ödevlerini unutmak yok. Duydun mu beni? Bak söyle babana da pazar akşamı çok geç olmadan bıraksın seni bana."

Dicle hızla başını salladığında beklemeden mağazanın kapılarından çıkıp kapının önünde siyah Mercedes'e doğru ilerledi.

"Nerede kalmıştık?" Adımlarını Nasya'ya doğru attığında kendini sakinleştiren genç kız yüzünü taktığı maske ile gülümsedi.

"Gelinlik modelleriyle başlayalım mı?" dedi sakin bir sesle.

"Tabi, benimle gelin."

Bakışları Defne'ye döndüğünde onlara ileriyi işaret ettiğinde beraber mağazanın içine doğru ilerlediler.

Güldüm Hanım, diktiği son modelleri teker teker askılardan çıkarıp Nasya'nın görebileceği bir platforma yerleştirip ona doğru ilerledi.

Elini sırtına şefkatle uzattığında bu kıza karşı içinde oluşan sevginin verdiği merhametle onu gelinliklere doğru yaklaştırdı.

"Bunlar şu anda en beğenilen tasarımlarım, incelemekten çekinme." dedi gülümseyerek Nasya'nın yüzüne şaşkınlıkla bakarken.

Hala yaşadığı afallamayı üzerinden tam atamamışken Nasya gülümsedi ve gelinliklere doğru ilerleyerek sırtını şefkatle okşayan elden ayırdı bedenini.

Elleri kar beyaz gelinliklerde usulca dolanırken ağırca yutkunup içinde bulunduğu durumun çaresizliği ile bakışlarını gelinliğin işlemelerinde gezdirdi.

"Bir şey içer misiniz?" Gülsüm Hanım'ın sesi kulaklarına ulaştığında Defne yumuşak bir fısıltı ile konuştu.

"Aslında sıcak bir kahve iyi olabilir, sen ne dersin gelin hanım?"

Nasya'ya seslendiğinde Nasya, sessizce başını sallayarak yüzü onlara dönükken bakışlarını gelinliklerde gezdirdi.

"İki sade Türk kahvesi alabilirsek harika olur." dedi Defne yumuşak bir sesle.

"Hemen söyleyip geliyorum, siz rahatınıza bakın. Eğer aklında başka bir model varsa onun da üzerinde konuşabiliriz Nasya Hanım."

Söylediği son sözle beklemeden yanlarından ayrılıp mağazanın arka tarafına doğru ilerledi.

Nasya içinde tuttuğu nefesi sertçe dışarı verdiğinde sanki bir yükten kurtulmuş gibi omuzları yere çöküyordu.

Dolan gözleri Defne'ye döndüğünde titreyen çenesi ile arkadaşına baktı ve fısıldadı.

"Annem." dedi çaresiz bir hıçkırıkla. Ardından peşi sıra akan yaşlarla olduğu yere çökerken kalçasını platformun merdivenine bıraktı.

Defne hızla arkadaşına koştuğunda onu sıkıca tutup göğsüne bastırdı.

Kollarında titreyen küçük beden ile sıkıca yumdu gözlerini ve Nasya'yı kollarının arasında sıkıca sardı.

"Sorun değil. Ağlayabilirsin tamam mı, sorun değil ama şimdi değil, toparla kendini. İstersen gideriz ve sonrasına bir randevu ayarlarız ama böyle salma kendini."

"Y-yok."

Nasya hızla geri çekildiğinde kızaran yüzünde hızla akan yaşları avuç içleri ile uzaklaştırdı.

"Devam etmek istiyorum Defne. Kaçamam, bundan daha fazla kaçamam."

Odanın içine geri dönen Gülsüm Hanım yere çöken iki genç kıza çevirdi şaşkın bakışlarını.

Nasya'nın yüzüne dönen gözleri ile onun ağlamış olduğunu anlıyordu.

İstemsiz bir telaşla yanlarına ilerlerken evhamlı bir sesle konuştu. "S-sen iyi misin?" dedi yanına çökerken.

Nasya'nın kızaran gözleri annesinin yüzüne döndüğünde zar zor yutkunup sakince gülümsedi.

"Sanırım duygusallığım tuttu yani siz alışıksınızdır bu durumlara."

Geçiştirircesine ayağa kalktığında derin bir nefes eşliğinde toparladı kendine.

"Bu çok normal."

Gülümseyerek ayağa kalkan Gülsüm Hanım, elini anne şefkati ile Nasya'nın omzuna uzattı ve yumuşak bir tını ile konuştu.

"Aslına bakarsanız, ben düğünü ertelersiniz diye düşünmüştüm." Elini okşadığı omuzdan geri çekerken ilerideki kadife koltukların olduğu oturma bölüme doğru ilerledi.

"Gelin lütfen."

Gülümseyerek onları da oturmaya davet ederken Defne oturma bölümüne doğru ilerledi ve merakla konuştu.

"Neden iptal edelim ki?" Alnı kırışırken oturduğu koltukta gözlerini Gülsüm hanıma çevirdi.

Nasya da onlara doğru ilerlediğinde kendine bir yer bulup usulca oturdu koltuklardan birine.

"Yani, bildiğim kadarı ile Pars Bey aile dostunuzdu. Onun ölümünün ardından..."

Sözleri Nasya'nın unuttuğu gerçekliğe çektiği bilinci ile sonuçlanırken bakışlarını stresle ovuşturduğu avuç içlerine çevirdi.

Tırnakları parmaklarında can acıtırcasına debelenip dururken Defne sorduğu soruya pişman oluyordu.

"T-tabi, üzüntümüz büyük fakat her şey çoktan hazırlandı o yüzde bu pek mümkün değil."

Gözleri yeniden Nasya'ya döndüğünde ansızın içine çekildiği karanlıkta bilinçsizce dolandığını ve onları duyamadığını anlıyordu.

Günlerdir bu durumda yaşayıp bir ruh gibi içine kapanıyor ve orada neler düşündüğünü Defne de dâhil kimsenin anlamasına izin vermiyordu.

Defne'ye göre yine de oldukça güçlüydü.
Neyse ki hoşlanma aşamasında öylece ölüp gitmişti. Eğer Nasya daha da kaptırsaydı kendini ne olurdu diye düşünmeden edemedi.

Nasya ise şu an burada Pars'ın olmasını istediğini fark ettiği bir farkındalık girdabına kapılıyordu.

Ona güç veren sesi ve destekçi bakışlarını annesi ile karşılaştığı ilk an yanında görmek istediğini anlıyordu.

Acaba şu an görüyor muydu Nasya'yı, onu annesi ile karşı karşıya gelmeye ikna eden Pars olmuştu.

Ona 'Yapabilirsin güzelim, karşısına geçip gözlerine bakabilirsin, istersen affedersin.' diyecek kadar umutlu bir konuşma bile yapmıştı.

Nasya şimdi fark ediyordu. Pars Nasya'yı sürekli destekleyen ve ona destek olan konuşmalar yaparak içindeki korkularla savaşmasına neden oluyordu.

Geçen şu kısacık süreçte ondan gördüğü karşılıksız desteği kimseden göremediğini de şimdi anlıyordu.

Defne'nin verdiği azıcık destekle onu hayatı pahasına korumuştu fakat Pars'ın uçsuz bucaksız merhameti ve desteğine rağmen her şeyi burnundan getirmişti.

Kendini suçlamaya başlıyordu. Ya o uçağa Ateş ile gitmeseydi? Pars onu açıkça uyarmıştı.

Pars'ı çiftlik evinde bekleseydi ne olurdu? Gelince kavga ederlerdi belki ama bugün ölmemiş olabilirdi.

O uçak o zaman düşmemiş olabilirdi ve Pars, Nasya ile geçirdiği yirmi dört saati bitirdiğinde onu güvenle eve bırakıp hayatından çıkabilirdi.

Hayatından çıkacak olması canını sıkabilirdi ama şimdi onun varlığının yeryüzünden silinmesi kadar can yakmazdı.

Nasya bilincindeydi, o evli bir adam olduğu için ondan arkasına bile bakmadan kaçtığını biliyordu.

Kadınlara takındığı küstah tavır ve protokol zırvalığı ile en başında ondan nefret etmesini sağlarken kendine karşı takındığı hassas tavırla diğerleri ile arasındaki farkında apaçık bilincindeydi.

Belki iç sesine kulak verip ona 'Diğer kadınlar yok, sadece ben.' deseydi.
Belki o zaman boşanırdı. Mecburen yaptığı evliliği sonlandırıp ona en güvenilir hali ile gelirdi.

Belki de düşünceleri, böyle dürüstçe ne istediğini zihninde evirip çevirmesi, Pars'ın bir daha gelemeyeceğine olan inancıyla özgür kalıyordu. Bunu kendine birkaç gün önce itiraf edemezdi ama şimdi ne önemi vardı ki? Ne Pars geri gelecekti ne de böyle bir şansları olacaktı.

Zihnindekiler giderek geri dönülmez bir girdaba dönüştüğünde bunları istemeye bile hakkı olmadığını düşünerek çekip aldı bilincini kıyaslar âleminden.

"Nasya? Sana diyorum." Defne'nin uyarıcı sesi ile annesinin de Defne'nin de ona baktığını görüyordu.

"E-efendim?" dedi derin bir rüyadan uyanmış gibi donukça arkadaşına çevirdi bakışlarını.

"Modellerden içine sinen bir parça oldu mu? Özel dikim mi istiyorsun?"

Kaşları havalanırken 'kendini topla' der gibi bakıp bakışları ile Gülsüm Hanım'ı gösterdi.

Nasya'nın bakışları annesine döndü.

"Aslında ben daha salaş bir şeyler istiyorum." dedi yumuşak bir tını ile.

"Salaş?" Gülsüm Hanım gülen gözleri ile hayranlıkla karşısındaki kıza bakarak yeniden konuştu.

"Biraz açar mısın?"

"Böyle, sahile uygun bir şeyler istiyorum. Bacaklarıma dolanmayacak bir şeyler yani daha uçuş uçuş. Gerekirse ata da binebileyim."

Gülsüm Hanım'ın alnı kırışırken şaşkınlıkla gülümseyip meraklı bir sesle konuştu.

"Kış düğünü olacak sanıyordum yani, sahil havası biraz şey-"

"Hayır, düğün burada olmayacak. Lizbon'da olacak." Nasya, kafasında kurduğu dünyayı bu sahte gelinlik alışverişine dâhil ediyordu.

"O yüzden suya girdiğimde de ağırlık yapmasın, atın üzerindeyken de. Böyle bir tasarım mümkün mü?"

Gülen gözleri ile kafasında çizdiği hayali anlatırken gerçeklik duygusunu yeniden kaybediyordu ama umurunda değildi.

"T-tabi ki mümkün, bu senin en özel günün, her şey mümkün. O halde beden ölçülerini alalım istersen. Ben de birkaç gün içinde çalıştığım modelleri sana ulaştırırım. İçine sinenin üzerinde üretime başlarız."

Gülümseyerek ayağa kalktığında Nasya da oturduğu koltuktan kalktı.

Defne şaşkınlıkla arkadaşına bakarken ansızın beliren bu hikâye ile neye uğradığını şaşırıyordu.

Lizbon nereden çıkmıştı? Ayrıca ne atı? Nasya hayatında at bile görmemişti.

"Gel benimle." Gülsüm Hanım aradaki samimiyeti ilerletirken sizli bizli konuşmayı rafa kaldırarak senli benli konuşmaya başlıyordu.

Nasya ise hayalindeki adamla yapacağı düğün için hayalindeki gelinliğin ölçü provasına doğru ilerledi.

 

Loading...
0%