@nurdogru26
|
BÖLÜM 4/ Geç kaldığım için üzgünüm. Öfke... Şu an tüm hücrelerimde hissettiğim en saf duygu buydu. Bilmeden de olsa buraya geldiğim için, aptal hislere güvenip geride bıraktığım sapık herife güvendiğim için, çıkarken vermem gereken tepkinin çok azını verebildiğim için tarif edilemez öfkeyle doluydum. Hızlı ve sert adımlarla ilerlediğim patika boyunca yerde açılmış toprak yol, giderek ormana karışıyordu. Sanki biri ana yola giden bir rota oluşturuyormuş da bir yerlerde vazgeçmiş ve geri dönmüştü. Attığım adımlar, ormanın içine açılan bu yolda yavaşlarken etrafımı saran ağaçların arasında bakışlarım ormanın içinde gezindi. Nereden gitmem gerektiğini anlayamıyordum. Hepsi birbirine benzeyen bir sürü ağacın arasında kaybolmuştum. Gözlerimi sıkıca yumup bir ihtimal de olsa ana yolun sesini duymaya çalıştım ama sadece kuş cıvıltılarının sesleri yankılanıyordu doğada. Başka hiçbir sesi duyamıyordum. Bakışlarım, omuzumun üzerinden geriye döndüğünde dağ evine geri dönmek ile ormanda ilerlemek arasında kaldım. Geri dönmek kesinlikle en mantıklısı olurdu. Peki, o pislikle yeniden karşılaşmayı göze alabilir miydim? Onunla yeniden karşılaşma ihtimalini göze almaktansa bu ağaçlar ilerlerdim ve bilmediğim bu ormanda ana yolu bulana kadar yürürdüm. "Oraya dönmeyeceğim." Dişlerimin arasından nefretle mırıldanırken ormana doğru büyükçe bir adım attım. Ağaçların arasında beklemeden ilerledim. Kafamda oluşturduğum şemaya uygun ilerlersem ve -toprak yol muhtemelen buradan devam ederdi- düşüncelerimi sağlam tutabilirsem mutlaka bir yola ulaşırdım. Ayakkabılarımın altında ezilen kuru yapraklar ve ince dalların çıtırtıları duyduğum tek sesti. Giderek gözden kaybolan toprak yolda beklemeden uzaklaşıyordum dağ evinden. Telefonumu cebimden çıkardım, Defne'nin numarasını çevirerek kulağıma dayadım. Arama sesi kesik kesik kulaklarımda yankılanırken arkamdan duyduğum kurşun sesleri ile tiz bir çığlık eşliğinde yere eğildim. Telefonum elimden düştüğünde çoktan kuru yaprakların arasında kaybolmuştu bile. Silah sesleri giderek arttığında sesin tüm ormanda yankılanmasıyla kafamı ellerimin arasına aldım. Sesler dağ evi tarafından geliyordu. Bu manyak herif beni öldürecek miydi? Sahiden mi yani?! Silahların hiç durmadan patlamasına rağmen yerden hızla kalktım ve ormanın içine doğru bu kez de koşarak ilerlemeye başladım. Korkuyla attığım her adım nefesimi keserken arkama bakarak koşuyordum. Bu bir kâbus olmalıydı. Bu lanet işe gelmemem gerekirdi, siktir! Hatta dün gece o kokteyle de gitmemem gerekirdi. "Neden ben?!" dedim öfkeli bir bağırışla. Asla durmuyordum. Ciğerlerim, koşmamın etkisiyle can çekişirken nefesim giderek daralıyordu ama durmadım. Bacaklarımı dinlendirmek için bile duramazdım. .......... PARS "Efendim içeride kalmanız gerek." Davut'un telaşlı sesi; patlayan silahların arasında zar zor duyulurken ben, gözlerimi camın gerisinden patika yolda sabitlemiştim. "KİM?!" dedim öfkeli bir hırıltıyla. "Melikşah." dedi titreyen sesiyle. Dışarıda duyduğum kurşun sesleri umurumda bile değildi! Nasya, şu an o ormanda yanında hiçbir koruma yokken yalnızdı! Odaklandığım konu sadece buydu! "Siktiğimin giriş yolunun adamlarla dolu olması gerekmiyor muydu lan! Nerede bunlar? Bu şerefsizler, bana bu kadar yaklaşabiliyorsa herkes yaklaşır Davut! Ben canımı kime emanet ediyorum?" Öfkeli sesim evin içinde yankılanırken dışarıdaki korumaların silahlı çekişmeleri sürüyordu. "Pars Bey, Sare Hanım bu akşam aile arasında bir yemek verdiği için adamların bir kısmı evi koruyor. Adil Be-" "Siktirme lan Adil Bey'ini! Önceliğiniz benim! Bunda anlaşılmayan ne! Önceliğin Adil Bey değil! Senin önceliğin Benim Davut! Şu an beynine bir kurşun açılmak istenen kişi sence Adil Katipoğlu mu? HAYIR! FARKETMEDİYSEN DİYE SÖYLÜYORUM! ÖLDÜRÜLMEK İSTENEN BENİM!" Boğazımdan çıkan bağırtı ile Davut gözlerini kaçırıyordu. "Üzgünüm Efendim. Ben düşünemed-" "Eğer o kıza bir şey olursa..." Tehditkâr sesimle bakışları bana döndü. "A-anlamadım?" şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Nasya Ersoy! O kıza en ufak bir şey olursa yapacaklarımdan kork Davut! Beni duyuyor musun? Senin aptallığın yüzünden burnu dahi kanarsa ben de senin kanınla bu ormanı sularım!" Davut korkuyla gözlerini kaçırdı. "Şimdi aç kulaklarını, iyi dinle beni!" Ona doğru yaklaşıp ensesini sertçe kavradım. Hissettiği baskıyla yüzü buruşurken gözlerini yüzüme çevirdi. "Koruyacaksın beni! Ben bu kapıdan çıkıp o patika yola dalacağım ve sen o aptalların dikkatini dağıtacaksın." "Ama..." "Nasya'yı bulup ormanın içindeki kulübeye gideceğim! Bizi oradan aldır! Duydun mu? Bizi oradan sapasağlam aldıracaksın!" Ensesini bıraktığımda eliyle boynunu ovuşturdu. "İzin veremem Pars Bey, bu tehlikeli. Ormanın içinde adamları olmadığını bilemeyi-" "TAM DA BU YÜZDEN O KIZI ORADA BIRAKAMAM! SENİN BECERİKSİZLİĞİN YÜZÜNDEN ONA BİR ŞEY OLMASINA İZİN VEREMEM! DEDİĞİMİ YAP!" Ana kapıya doğru ilerlediğimde hızla yanıma gelip tuttuğum kulpu açmamı engellercesine beni durdurdu. "Yapmayın Pars Bey, sizi ormanda tek başıma koruyamam. Burada kalın. Buna gerek yok, kız için birini gönderirim. Be-ben hatamı telafi edece-" "ÇEK LAN ELİNİ! " Boğazını sıkıca kavradım ve onu kurşun geçirmez ana kapıya çarptım. "O kız, bana ait Davut! Kılına dahi zarar gelmesine izin vermem. Yani, bir daha beni durdurmaya kalkarsan olacak olanlar senin sorumluluğundadır! Şimdi çık ve dışarıdaki adamların dikkatini kendine çek! Çek ki bende muhtemelen şu an ormanda korkuyla ağlayan o kızın yardımına yetişebileyim!" Hızla geri çekildiğimde öksürerek nefesini toparladı. "Dikkatli olun Pars Bey. Lütfen dikkatli olun." Kapıyı açtığında, kapıdan seken kurşunların arasından kendini bana siper ediyordu. Belimdeki silahı hızla çektim ve mermiyi namluya sürerek sırtımı onunkine dayadım. Benimle beraber patika yola kadar ilerlerken birkaç kez vurulmaktan zor sıyrıldı. "Şimdi!" Bağırtısı ile birkaç adım ötemdeki patika yola doğru koşmaya başladım. Gözlerimi etrafta gezdirirken durmaksızın koşuyordum. Toprak yolun bitip ormanın başladığı noktada durdum. Gözlerim onun siluetini ya da ondan bir parçayı arıyordu. "NASYA!" Bağırtım yankılanarak bana geri döndüğünde arkamdan gelen silah sesleri hariç hiçbir ses ya da iz yoktu. "SİKTİR!" Beklemeden ormanın içine daldım. Nereye gitmiş olabilir bilmiyordum ama göğüs kafesimin üzerindeki ağırlık bana en kötü senaryoyu sunuyordu. Arkamdan duyduğum bağırtı ile olduğum yerde kaldım. "Ormana kaçıyor!" "Siktir! Hadi ama 'Kaçıyor' demesen keşke! Şu an dönüp beynini dağıtmamak için kendimi zor tutuyorum ama dua et ilgilenmem gereken daha önemli biri var!" Öfkeli sesim kendi mırıltım olarak ormanda kaybolurken tek istediğim Nasya'yı bulup güvenli bir yere sokmaktı. Bir ağaç tepesi bile olabilirdi, bana fark etmez. Yeter ki bu şerefsizlere hedef olmayacağı bir yer olsun. "Neredesin güzelim! Neredesin!" Bağırarak ve ormanın içinde nereye gideceğimi bile bilmeyerek koşuyordum. Ya ondan uzaklaştıysam! Üstelik şimdi adamların bir kısmı da ormana yöneldi! Ya onu bulurlarsa? Kafamın içindeki fısıltılar iyiye dair tek bir kelime bile etmezken ben hissettiğim korkuyu bastırmaya çalışıyordum. "Korkmayı kes Pars! Onu sağ salim evine götüreceksin! Sağ salim! Hatta belki neden anlaşmayı kabul etmediğini de sorarım. Naz mı yapmak istiyor, peki! Benim için de yeni bir eğlence olur! TAMAM GÜZELİM, BANA UYAR AMA ÇIK ORTAYA!" Ormanda yankılanan bağırtım hiçbir karşılık almıyordu. .............. NASYA Kulaklarımın yamacında dolanan bağırtı sesinin ters tarafına koşuyordum. Kalbim korkuyla atarken bu adamın, her an beni ensemden yakalama ihtimali boğazımı kurutuyordu. "Böyle ölemem. Hayır ya!" durmadan koşuyordum, hiç durmadan... Önüme ne çıkar diye düşünmeden Pars'ın sesinden uzaklaşmak istercesine koşuyordum. Bakışlarım omuzumun üzerinden arkama döndüğünde arkamı kontrol ederek koşmaya devam ettim. Çarptığım bir bedenle çığlık atarak durdum. "Merhaba." dedi karşımda iğrenç bir sırıtışla duran adam. "HAYIR!" Bağırarak ondan ters tarafa kaçmaya çalışırken beni saçlarımdan yakalayıp kendine çarptı. "Şşşş, sakin ol. Canını yakmak istemiyorum." "Bırak beni!" diyebildim sadece. Saçlarım diplerinden tek tek koparken eli bütün gücüyle kavradı saçlarımı. "Şimdi seninle ufak bir gezintiye çıkacağız!" "İMDAT!" Suratımın ortasına yediğim tokatla birlikte bilincim sarsılarak kendini kaybediyordu. Orman, gözlerimin aralanması ile karanlığın içinde yok oldu. ...... PARS "Siktir, bu onun sesi!" "NASYA!" Sesin geldiği tarafa doğru koşmaya başladığımda ormanın içinde yokuş yukarı ilerliyordum. Konum bilgim giderek kaybolurken kalbimin deli gibi çarptığını hissedebiliyordum. Bir şey olmuştu! Ona bir şey olduğunu biliyorum! Lanet duygularım korkumu bastırmama engel olurken biten yokuşun sonunda durdum. "NASYA! CEVAP VER BANA!" Bağırıyordum. Muhtemelen yerimi bulacaklardı ama umurumda bile değildi! Onu istiyorum! Onu bana sağ salim verdikleri sürece gerisinin bir önemi yok! "Efendim..." Arkamdan duyduğum sesle elimdeki silahı sıkıca kavrayarak arkama döndüm. Davut nefes nefese bana doğru koşarken indirdiğim silahla nefeslenmeye çalıştım. "Geri çekildiler." dedi nefes nefese. "Neden?" öfkeyle bağırdım. "Sanırım size ulaşamayacaklarını anla-" "HAYIR! NASYA'YI ALDILAR! NASYA'YI!" Elimdeki silahı öfkeyle kafama vurduğumda kendime kızıyordum! Kendimle kavga etme şansım olsaydı suratımı dümdüz edebilirdim! O kıza her ne olduysa benim yüzümden olmuştu! Hepsi benim yüzümden! "A-ama..." Davut şaşkın bir sesle konuştuğunda ormanın ortasında olduğum yere çöktüm. "Melikşah'a haber yolla. " "Ne?" Davut, şaşkın bir fısıltıyla cevap verirken yere çöktü. "Melikşah'a haber yolla! Ne istediğini sor! Kıza karşılık ne istediğini! Siktiğimin isteğini öğren lan işte!" Yerden aldığım destekle ayağa kalktım, üzerimdeki yaprakları silkeleyerek derin bir nefes aldım Gözlerimi sıkıca kapadım ve bir derin bir nefes daha çektim içime. Odaklan Pars. Düşün, neden aldılar ki onu? Amaçları sendin onu neden aldılar? "Gidelim efendim, sizi güvenli bir eve geçirmem gerek." Davut yanımda durduğunda bana yolu gösterircesine kaldırdı elini ileriye doğru. "Güvenli ev..." Histerik bir nefesle güldüm. "Bunu çok daha önce düşünmen gerekirdi. Bak şimdi neye mal oldu!" Bakışlarını benden kaçırdığında önünde beklemeden ilerledim. Peşimizden gelen korumalar dağ evinden ormana dağılırken ben de toprak patika boyunca öfkeyle ilerledim. Davut bir adım geriden gelirken elimdeki silahı belime geri sokuşturdum ve dağ evine doğru yürüdüm. "Melikşah'a tam olarak ne dememi istersiniz?" Ana kapıdan içeri girdiğimde peşimden içeri geldi. Gözlerim az önce Nasya'yla karşılıklı oturduğumuz masada gezindiğinde avuçlarımı bütün gücümle sıkıyordum. Kollarımın arasında olması gerekirken şu an ne durumda bilmiyorum bile! Hayatı tehlikede ve ben elim kolum bağlı öylece duruyorum. Lanet olsun! "Pars Bey..." Davut'un sesiyle düşüncelerim bölündü. Bakışlarımı ona çevirdiğimde içimde yükselen öfke ile üzerine doğru ilerleyip yakalarını sertçe kavradım. Alnını benimkine sertçe çarptığımda dişlerimin arasından hırıltılı bir öfkeyle bağırdım. "Bana onu geri getireceksin! Gerekirse gebereceksin ama o kızın canının yanmasına izin vermeyeceksin! Yemin ederim öldürürüm seni!" Geri çekilip suratının ortasına bir yumruk geçirdiğimde yere savruluyordu. Bedenini toparlayarak kendine çeki düzen verdiğinde sakin bir tonla yeniden konuştu. "Üzgünüm efendim. Merak etmeyin, Nasya Hanım'a bir şey olmayacak. Onu öldürmek istediğini sanmıyorum." Söylediği sözle gözlerim kısıldı. "Ne?" Fısıltılı sesim eşliğinde bakışlarını bana çevirdi. Dudağı patlamıştı. "Öldürmek istese kafasına sıktırırdı ama onu götürmeyi seçti Pars Bey. Muhtemelen istediğini aldığında kızı bırakacaktır." "Tabi ya. " Ben bunu nasıl düşünemedim. Siktir! "Ne oldu efendim?" Yerden destek alarak ayağa kalktığında yarılan dudağını silerek bana doğru yaklaştı. "İstediği tam da bu." dedim gözlerim Davut'a dönerken. "Ne?" dedi sorgular bakışlarla. "Ondan oğlunu aldım. Canını yaktım. Değer verdiği bir varlığın cesedini kapısına bıraktım." Boğazım kurumaya başlıyordu. Kalbimdeki korku bedenimde sessiz bir düşman gibi yayılırken devam edecek gücü bulamıyordum kendimde. "Ve o da sizden onu alacak." dedi titrek sesiyle. "E-evet." Geriye doğru birkaç adım attım. Sırtım duvarı bulduğunda kafamı sertçe geçirdim ardımdaki sert duvara. "Ama siz Nasya Hanım'a o kadar değer vermiyorsunuz ki? Yani bir evlat ile anlaşmalı bir beraberlik yaşayan sıradan bir kadın nasıl bir tutulabilir ki?" Sıradan değil. "Aptallık ettim Davut! Hedefte ben vardım ama onun peşinden ormana daldığım anda uğruna savaşacağım bir kadın olduğunu düşündüler! Onu hedef tahtasına ben koydum!" Sesim giderek fısıltılı bir öfkeye bürünüyordu. "Yanıldılar Pars Bey. O kızı kurtarmak için elimizden geleni yaparız elbette ama sizden daha değerli olamaz, öyle değil mi?" Bakışlarım ona döndüğünde sorgular gözlerle beni izlediğini gördüm. "ÖLECEK DAVUT!" Öfkem bağırtı ile dolandı dağ evinde. "Hiçbir suçu yokken üstelik. Haberi bile yok, benim nasıl bir adam olduğumdan ve yaşadığım hayatın bokluğundan haberi bile yok! Benimle olmak bile istemedi! Buraya sadece iş için gelen masum bir kız lan o!" Sol elim titremeye başladığında geçirdiğim panik atağın benim gizli sırrım olarak kalması gerektiğini hatırladım. "ÇIK!" Bütün gücümle bağırdığımda Davut şoka uğruyordu. Bense panik halindeyken titreyen sol elimi arkama saklayarak yeniden bağırdım. "ÇIK DEDİM!" Son bağırışım ile beklemeden çıktı dağ evinden ve kapıyı üzerime kapattı. Arkama aldığım sol elimi göğüs hizama yükselttiğimde parmaklarımın kasıldığını görebiliyordum. İstemsiz hareketler yapıyor ve beyin komutlarımı dinlemiyordu. "Kes şunu!" dedim elime bakarak öfkeli bir sesle ama beni dinlemiyordu. Titreşim modundaki bir telefon gibi sürekli titriyordu. Bunu en son annemin öldüğü gece yaşamışken bunca yıl sonra nedir bu korkumun nedeni! Kendine gel Pars! Topla gücünü! Sen bu değilsin! Duygularının seni kontrol etmesine izin verecek kadar zavallı bir adam değilsin! Olmuyor! Sikeyim ki olmuyor! Bu kızın öleceği fikri ve benim engel olamamam canımı yakıyor! Bu tıpkı, annemin öldüğü gecekiyle aynı his ve aynı çaresizlik ama o zaman on iki yaşında bir zavallıydım. Şimdi bu korku ne kadar acınası! Bu iradesizliğim mide bulandırıcı! Sağ elimi büyük bir öfkeyle sol elimin bileğine sardım ve yumruğumun arasında sıkarak onu bastırmaya çalıştım. İlgilenmem gereken çok şey varken şu an buna zaman ayıramazdım! Elimin titremesi yavaşlarken hızla çıkış kapısına doğru ilerledim ve açtım ana kapıyı. Elimi sövenin arkasına saklayarak ileride adamlarla konuşan Davut'a seslendim. "DAVUT!" Seslenişim saniyeler içinde yanımda olmasını sağlarken bakışları yüzümde gezindi. "MOBESE görüntülerine bakacaksınız! Siktiğim dağ evinden çıkan her arabayı, her bisikleti hatta sıçtığımın kaplumbağası bile olsa kabuğunun altındakine bakacaksınız! Baz istasyonlarını kullan! Bu bölgede yapılan bütün konuşma kayıtlarının bir kopyasını yarım saat içinde ana kaynakta görmek istiyorum! Bakanlıktaki dostlarıma ulaş Davut, uydu görüntülerini bana getireceksin. Benim topraklarıma kadar girip bana kafa tutacak cesarete sahip olan her korumanın cesedini bu bahçedeki çiçeklerin arasında görmek istiyorum! O kızı sağ salim alacağım, neye mal olursa olsun bunu yapacağım! Şimdi defol ve Melikşah'ı bana bırak! Onunla konuşması gereken benim!" Sözlerim bittiğinde beklemeden uzaklaştı yanımdan. Titreyen elim çoktan sakinleşmişti. Burnumdan öfke dolu bir nefes verdim. Madem benim karşımda duracak kadar çok güveniyorsun kendine, hadi oynayalım bu lanet oyunu Melikşah! Ana kapıyı geçip arabama doğru beklemeden ilerledim. Benimle beraber üç koruma arabası da aynı anda önümde ve arkamda yerini aldığında Davut koşarak araca doğru geldi. "Nasya hanımın telefonunu bulduk." Elindeki eski model telefonu bana doğru uzattığında -üzerinde saten bir lastik toka ile beraber- almamı bekledi. "Bu toka?" dedim gözlerim yüzüne döndüğünde. "Ormanda buldular." Çenemi bütün gücümle sıkıp çekip aldım ellerinden tokayı ve telefonu. Aracın kapısını kapattığımda kucağıma bıraktığım eşyalar ile beklemeden motoru çalıştırdım. Tekerin altındaki çakıl taşları tekerin hızıyla etrafa saçıldığında beklemeden ilerledim koruma araçlarının arasından. Peşime takıldıklarında onların yavaş araçlarını bekleyemeyecek kadar sabırsızdım, öfkeliydim ve tahammül sınırım çoktan aşılmıştı. Kucağımdaki tokayı elime aldığımda direksiyonu ana yolda sabitleyerek bakışlarımı saten tokada gezdirdim. Yüzümdeki öfke yerini can sıkıntısına bırakırken beklenmedik bir hamleyle krem rengi tokayı burnuma bastırdım ve kokusunu içime çektim. Kokusu burnuma geldikçe gözlerimi kapatma ve iliklerime kadar bu kokuyu hissetme ihtiyacı duymaya başladım. "Siktir!" Fısıltılı sesim acı dolu çıktığında beklemeden kaçırdım tokayı burnumdan geriye. "Kendine gel! Odaklan! Sen bu değilsin Pars." Dikiz aynasını kontrol ederek tokayı yanımdaki koltuğa fırlattım. Yola odaklandığımda yüzünü hayal ettim. Bir yemin gibi çıktı sözlerim dudaklarımın arasından. "Seni kurtaracağım çünkü bir suçun yok. Sonrasında da hayatımın sonuna kadar uzak duracağım senden ufaklık. Yemin ederim seni bir daha böyle bir şeyin ortasında bırakmayacağım." Korumalar arkamda yerini aldıklarında trafiğe karışan ana yola doğru ilerledik. ........ Araç, büyük rezidansın otoparkından içeri girdiğinde arkasından güvenlik kapıları hızla kapatılıyordu. Pars, içinden indiği Lamborghini'yi yine kendi araçlarıyla dolu otoparkın ortasında çalışır halde bırakıyordu. Beklemeden attığı adımlar ve elinde tuttuğu telefon ve tokayla beraber asansöre doğru ilerledi. Açılan asansörden içeriye doğru bir adım attığında kapılar üzerine kapanıyordu. Bakışları aynadaki aksine döndüğünde yüzündeki çaresizlikte gezindi gözleri. Dağ evinden buraya tam kırk iki dakikada ulaşmıştı ama bu kırk iki dakikada Nasya'nın neler yaşadığını bilmiyordu. Bu bilinmezlik boğazında bir kuruluk olarak kendini belli ederken asansörün kapıları açıldı. Büyük salona açılan geniş asansör kabininden attığı büyük adımla birlikte siyah ve metallerin hâkim olduğu evinde buldu kendini. Elinde tuttuğu telefon ve tokayı beklemeden orta sehpaya bıraktığında sol çaprazındaki duvara doğru adımladı. Boydan boya camlarla kaplı bu çatı katının İstanbul'u bir sanat eseri gibi sergileyen camlarını dokunduğu panelle karanlığa gömüyordu. Demir paneller camları usulca örterken güneş çoktan batmaya başlamıştı bile ufuktaki binaların arasından. Dışarıya dair gördüğü son görsel bu olduğunda evin içinin otomatik olarak loş ışıklar tarafından aydınlatılması ile belirsiz bir aydınlığa bırakıyordu kendini. Büyük ve hızlı adımlar atarak bütün dikkati üzerinde toplayan boş duvara doğru ilerledi. Hiçbir tabloya yer vermeyen bu boş duvar bu evdeki tek beyaz duvardı. Üzeri hassas bir cam kaplamaya ev sahipliği yaparken ortamdaki kasvete olan zıtlığı ile eve gelebilme şansı elde eden herkes için dakikalarca sorgulayıcı bakışlara neden oluyordu. Birçok insanın nedenini çözemediği bomboş bir duvar saniyeler içinde koca bir ekrana dönüşecekti. Pars, parmak izini camda aşınan noktaya okuttuğunda ekran açılmış ve PK harfleri açılış ekranında mistik bir akışla dönmeye başlamıştı. Açılmasını beklediği ekrandan geriye doğru bir adım attı ve içki barına doğru ilerledi. Kendine raftan bir viski çektiği sırada evin içinde açılan ekranın sesi yankılandı. Ekranın ışığı evin içine de çarparken Pars Katipoğlu, elindeki kristal bardakla beyaz duvarın üzerindeki belirsiz ekrana doğru ilerledi. İstanbul trafiğinin akışı dahil Mobeselere izin gerektiği belli bölümlere kadar her şeyin bilgisi bu panellerdeydi. Pars Katipoğlu'nun evinin duvarında sergileniyordu. Dağ evinin etrafındaki trafik lambalarını kontrol etmek için ekrana uzandı. Nasya neredeyse bir saat önce bu civarda kaçırılmıştı ve araçların siyah VIP olduğunu ormana doğru ilerlediği o küçük zaman diliminde görmüştü. Asansörün açıldığını bile duyamayacak kadar dikkatini önündeki panele vermişti. Davut, açılan asansörden içeriye doğru bir adım attığında Pars'ı ekrandaki paneller arasında deli gibi geçişler yaparken görüyordu. Bir orkestra şefi gibi parmakları dokunmatik ekranda oradan oraya hareket ederken çoktan sisteme aktarılan MOBESE görüntüleri arasında geçiş yapıyordu. Kırk iki dakika boyunca olan her şeyi ve öncesinde dağ evinde çıkan siyah minibüsü kamera görüntüleri arasında geçerek takip ederken büyük panelin solunda trafik akışını gösteren harita görsellerinden takip ediyordu aracı. Melikşah'ın Nasya'yı alıp evine götürmeyeceğini biliyordu. Karşı atağa geçip bütün evini tarayabilir, kafasını evinden çıkarmadan beyninde birçok delik açtırabilirdi ama bunlar sadece Nasya'ya zarar verirdi. Hızlı düşünmesi gerektiğini biliyordu. Aracın yol haritasını inceleyerek konumlarını bulabilirdi ve öyle de yapıyordu. Siyah araç, oto yolda normalin üzerinde bir hızla ilerlerken fark edilmemesi aptallık olurdu. Sorun şu ki bir yerden sonra görüntülerde yok oluyordu. "Neredesin!" Dişlerinin arasından öfkeli bir hırıltıyla mırıldanırken otobanın bağlandığı bütün yolları geriye sardığı görüntülerde kontrol etti ama bulamıyordu. Araç sanki yer yarılmış da içine girmiş gibiydi. Bir anda göz açıp kapayana kadar olan o kısacık anda gözden kayboluyordu. "Pars Bey..." Davut'un seslenişi ile refleksle arkasına döndü. Geldiğini bile fark edememiş olmanın verdiği gerginlikle bağırtısı kulak yırtarcasına duyuluyordu. "Siktiğimin arabası öylece kayboldu! Anlıyor musun, öylece! Bana araç takip bölümünden bu plakaya dair bütün bilgileri öğreneceksin." "Gerek kalmamış olabilir efendim." "Ne demek bu şimdi?" Pars'ın gözleri sorgulayıcı bir ifade ile Davut'a döndüğünde Davut, elinde tuttuğu telefonunu Parsa doğru uzattı. ................. Nasya, başına geçirilen çuvalın içine araladı gözlerini. Görüşü bulanıkken yanağında ve çenesinde hissettiği acı ile gördüğü son sahneyi hatırladı. Suratının ortasına bir tokat yemişti ve bilinci öylece kaymıştı ellerinden. Gözünün önündeki anıdan sıyrılıp şimdiki zamana geri döndüğünde bunu ona yapanın Pars olduğuna emindi artık. Bu adamı reddetmişti ve muhtemelen başına kötü şeyler gelecekti. Ellerini refleksle hareket ettirdiğinde arkadan sıkıca bağlandığını anlayabiliyordu. Korkusu giderek artarken olduğu yerde çırpınmaya başladı ama muhtemelen sert bir zeminde karşılığı olmayacak bir çaba verdiğinin farkında değildi. Tutulduğu depoda beton zemine öylece bırakıldığı odanın içinde onun da göremediği tek bir adam vardı. İlerideki çıkış kapısını silahla koruyan genç adam, bu kadının yerde debelenişini kayıtsızca izliyordu. "Sakin ol." dedi alaylı bir sesle. "Kim var orada?" Nasya, duyduğu bu yabancı sesi görmek için çuvalın dışını görmeye çalışıyordu ama çırpınışları başarısızca yapılmış başka bir hamleden fazlası değildi. "Kendine zarar vereceksin sakinleşmen gerek." dedi genç adam aynı sakinlikle. "Bırakın gideyim, ben bir şey yapmadım. Bırakın gideyim." Dişlerinin arasından yalvarıcı bir öfkeyle çıkan bağırtısı eşliğinde kendine doğru gelen ayak seslerini duyuyordu. Son adım dibinde atıldığında, kafasındaki çuval yavaşça çıkartıldı. Gözleri karanlıktan aydınlığa geçmenin etkisi ile sızlayan Nasya, birkaç kez kırpıştırdı gözlerini. "Bırak gideyim." dedi bakışlarını genç adama çevirdiğinde. Ela gözleri genç kadının yüzünde gizli bir hayranlıkla dolanırken, gülümseyerek konuştu genç adam. "Bırakacağız zaten, amacımız sana zarar vermek değil ama önce biraz sakinleşmen gerek Nasya." Bu genç adamın onun adını bildiğini anladığı saniye, giderek gerilen siniri sonunda bir patlama noktasına ulaşıyordu. "Bir şey yapmadım diyorum! Anlamıyor musun? O pisliğe söyle istediği şeyi ona vermeyeceğim, yemin ederim! Öleceğimi bilsem o iğrenç herife yaklaşmam!" Dişlerinin arasından hırıltılı bir nefesle bağırırken genç adam, Nasya'nın öne düşen saçını usulca geriye doğru verdi. Genç kız refleksle kendini bu dokunuştan kaçırdığında, öfkeyle bağırdı. "Ne yapıyorsun Lan! Dokunma!" Deponun içi korkan genç kızın bağırtısı ile yankılandığında ela gözlü genç adam tebessüm ederek dikeldi ayağa. "Merak etme, kadınlara dokunulması gereken bir biblo gibi davranmak Pars'a göre bir hareket. Benden korkmana gerek yok Nasya. Kılına bile dokunmayacağız." Alnı kırışan Nasya şaşkınlığını gizleyemiyordu. Pars'ın adamları değilse bu adamlar kimdi? Şu an karşısında onu dikkatle izleyen bu adam ve ormanda suratının ortasına bir yumruk geçiren diğer adam... Kaç kişiler bunlar, diye geçirdi aklından. Organ kaçakçılığı yapan mafya mı? Belki de fuhuş çetesi? Kim bunlar? Kafasının içi bir sürü soruyla doluydu ama emin olduğu tek bir şey vardı o da karşısındaki adamın Pars denen pislikten hiç hazzetmediğiydi. "Ne istiyorsun?" dedi Nasya fısıltılı bir sesle. "Yardım." diye yanıtladı genç adam, tok bir tını eşliğinde. "Ne yardımı ya! Ne yardımı! Benim size ne gibi bir yardımım-" Deponun paslı demir kapısı büyük bir gürültüyle açıldığında bakışları ve yarıda kesilen sözleri girişe dönüyordu. İleri yaşlarda bir adam, yanında iki koruma ile içeriye doğru ilk adımını attı. Gözleri, yerde elleri ve ayakları bağlı bir şekilde duran Nasya'ya döndüğünde yüzünde sorgulayıcı bir bakış oluştu. Nasya'ya, belki de Nasya'da gördüğü şeye inanamaz bir ifade ile bakıyordu. "M-merhaba..." dedi genç kızın yanına kadar geldiğinde. "Bırakın beni." dedi Nasya öfkeli bir sesle. "Bırakacağız ama öncesinde..." Sözlerini yarıda kesip az önce odada olan adama çevirdi bakışlarını. "Melih sen çık." Kafasıyla arkasında kalan kapıyı gösterdiğinde genç adamdan karşılık almayan yaşlı adam öfkeyle yineledi söylemini. "Çık dedim." Melih sabırsız bir nefes çektiğinde henüz açılmış olan demir kapıdan çıkıp gitti. Kapı ardından kapandığında korumalar Melikşah Kenter'e oturması için demir bir sandalye çekti ve ikisinin rahatça konuşabilmesi için yanlarından uzaklaştılar. Nasya olan biten her şeyi dikkatle izlerken bir yandan da az önce açık olan demir kapıya bakıyordu. Kaçabileceği bütün yolları tartıyordu kafasında, yapabileceği her hamleyi hesaplamaya çalışıyordu ama elleri bağlıyken işi pek de kolay görünmüyordu. "Sakin ol." dedi Melikşah, bu genç kadına hayran hayran bakarken. "Benden ne istiyorsunuz?" Nasya'nın korku dolu bakışları bu yaşlı adama döndüğünde adam, gözlerinin içi parlayarak Nasya'nın yüzünde gezdirdi bakışlarını. "Ufak bir yardım, hepsi bu. Sonrasında gitmekte özgürsün." Sözleri dalgın bakışlarının arasında yutulurken kendini bu kıza bakmaktan alıkoyamıyordu. Onun o büyük gözlerine ve belirgin yüz hatlarında ilgiyle gezdiriyordu bakışlarını. "Ben size ne gibi bir yardımda bulunabilirim? " Bileklerini sıkan urganın acısıyla debelenip duruyordu. "Süha! İpleri açın!" Melikşah, arkadaki korumalara yüksek sesle bu komutu verdiğinde Nasya şaşkınlıkla kendine gelen korumaya çevirdi bakışlarını. "T-teşekkür ederim." dedi gözleri Melikşah'a dönerken. "Burada tutsak değilsin Nasya, burada misafirimsin." Melikşah gülümseyerek sandalyesini bu genç kıza doğru çekti. Dirseklerini diz kapaklarına yasladığında açılan iplerin bıraktığı izleri ovuşturan Nasya'ya bakıyordu. "Yetimhanede büyüdün değil mi?" dedi meraklı bir sesle. Bileklerindeki kızarıklıktan karşısındaki adama çevirdiği gözleriyle Nasya, başını salladı. "Hayatım hakkında bilgi edinmek ne kadar da kolaymış öyle." dedi kinayeli bir sesle. "Ben güçlü bir adamım sadece, o yüzden 'bilgilere ulaşmak çok kolaymış' demek devlete haksızlık olur." Gülümsedi yaşlı adam ama Nasya da mimik bile oynamamıştı. "Bırak gideyim amcacığım, ben sıradan bir garsonum. Benim sana ne gibi bir yardımım dokunabilir Allah aşkına! Bak sen aklı başında birine benziyorsun izin ver gideyim." Öfkesini bastırarak ortak bir yol bulmaya çalışıyordu. "Bırakacağım, merak etme ama öncesinde ufak bir yardım lazım." Ceketinin iç cebine sokuşturduğu eliyle küçük bir USB çıkararak parmaklarının arasında usulca çevirmeye başladı. "O ne?" Nasya'nın meraklı sesi ile Melikşah yeniden konuştu. "Bu senin çıkış biletin." dedi ve elindeki USB'yi Nasya'ya uzattı. "Anlamadım?" Uzanıp aldığı USB ile şaşkın bakışlarını karşısındaki yaşlı adama çevirdi. "Seni bugüne kadar tanımazdım, o dağ evinde görmesem muhtemelen de asla karşılaşmazdık." "Lanet dağ evi!" dedi mırıltılı bir sesle ve devam etti. "Ben kaç saattir buradayım?" Nasya'nın şaşkın sesi Melikşah 'tan sessiz bir tebessüm aldı. "Birkaç saat oldu ama asıl konuya odaklanalım." Emir verici tonlama, Nasya'dan öfkeli bir bağırışla karşılık buluyordu. "Asıl konu? Bu resmen insan kaçırmak! Bir de geçmiş 'Konu bu değil' diyorsun! Neymiş efendim misafirmişim burada, hadi be oradan!" Yükselen sesiyle korumalar onlara doğru yaklaştığında yaşlı adam elini havaya kaldırarak onları durdurdu. "Nasya, burada tutsak değilsin. İstediğin zaman şu gördüğün kapıdan elini kolunu sallayarak çıkabilirsin. İnan bana." Eliyle arkasında kalan paslı depo kapısını gösteriyordu. "Güzel, duymak istediğim de buydu!" Nasya hızla ayağa kalktığında Melikşah onu kolundan tutup yere hızla oturttu. "Sana kötü davranmak istemiyorum ama beni zorlama! O salak suratın bana birini anımsattığı için iyi bile davrandığım söylenebilir ama sabrımı sınama!" Bağırtısı depoda yankılandığında Nasya şaşkınlıkla kalakalıyordu. "Bırak bileğimi! Canımı yakıyorsun." Dişlerinin arasından fısıltıyla konuşurken Melikşah sertçe kavradığı bileği geri bıraktı. "O elindeki USB Pars Katipoğlu'na ulaşacak." "Ne!" Çığlığa yakın bir sesle bağırdığında Melikşah gülümseyerek öfkeli bir tonlamayla konuştu. "Arkadaşın defne son iki saattir izleniyor. İş yerinin hemen önünde, evinin içinde, o zavallı ofisinde kameralar ve böcekler var ve meçhul bir saldırıya kurban gitmesi benim inisiyatifimde! Yani ya beni sakince dinler ve iş birliği yaparsın ya da önce onun sonra senin kafana sıkarım!" "Manyaksın sen! Böyle bir şeyi yapamazsın!" Nasya'nın çaresiz kızgınlığı Melikşah'ın pantolon cebinden çıkarttığı telefon ile netliğe kavuşuyordu. Kendine çevirtilen ekranda kadrajda Defne vardı ve habersiz bir şekilde ofisin içinde dolanıp duruyordu. "Emrinizi bekliyorum Melikşah Bey." dedi kamerayı tutan telefonun öbür ucundaki adam. "Bekleyin." dedi Melikşah ve ardından telefonu yeniden cebine sokuşturdu. Nasya, elinde tuttuğu metal USB parçasını bütün gücüyle sıkıyordu. Gözlerinin önü bulanıklaşırken dik duruşundan hiçbir şey kaybetmemek adına omuzlarını yukarda tuttu. Defne, bu dünyada sahip olduğu her şeydi, aile diyebildiği tek kişiydi ve şimdi farkında bile olmadan bir namlunun ucundaydı. "Ne istiyorsun?" dedi titrekliğini sakladığı çaresiz sesiyle. "Basit Nasya. Çok basit." Sandalyede yeniden öne eğilen Melikşah büyük bir dikkatle anlatmaya başladı. "Pars Katipoğlu kim biliyor musun?" dedi Nasya'ya bakarak. "Hayır." dedi Nasya duyduğu tanıdık soyadına aldırış etmeden. Bu Sare'ninde soyadıydı ve şu an takılması gereken bu benzerlik değildi. Tek düşündüğü Defne'ye koşup sarılmaktı, başka hiçbir şey istemiyordu. Onun kalbini kırdığı için kendini suçluyordu ve şu an umurunda olan tek şey arkadaşıydı. "Pars Katipoğlu, bu ülkenin dijital dehası olarak geçiyor. Teknolojide ve giyilebilir teknolojide en büyük lojistik şirketin yöneticisi. Ülkenin sözü geçen güçlü ailelerinden birinin gözde oğlu." " Bana ne!" dedi Nasya öfkeyle. "Bana bunları niye anlatıyorsun! Benden ne istediğini söyle! Bana o pisliği anlatmayı kes!" "Şşşş, önce anlaman gerek Nasya. Nasıl bir adamla uğraşacağını bilmen gerek, anlamalısın ki canından olmayasın." Söylediği son sözle Nasya'nın bakışları elinde ovuşturduğu USB'den Melikşah'a döndü. "Dinliyorum." dedi meraksız bir sesle. "Senin, evine davet edildiğin o adama ulaşmak öyle kolay değil yani. O seçerse yanına yaklaşabilirsin, o izin verirse aynı sofrada karşılıklı oturabilirsin. Tek bir kararı ile hayatını cehenneme çevirebilecek kadar tehlikeli bir adamdan bahsediyorum. Gözünü bile kırpmadan birini öldürebilecek, saatlerce işkence edebilecek bir psikopattan. Acımasız demiyorum dikkat et, o adamın bir noktada acımasız olabilmesi için bile merhamet duygusunu da taşıması gerek ama Pars'ta merhamet duygusu yoktur. Kendinden başka hiç kimseyi düşünmez. Megaloman bir tip, tam anlamıyla narsist bir kişilik. Kıvrak zekalı bir adama yaklaşmaya çalışacaksın Nasya. Kandırdığını düşünürken bile seninle oynuyor olabilir, dikkatli olmalısın. Ölmen işime yaramaz, yaşaman gerek, bu elindeki USB'yi onun bilgisayarına takana kadar yaşaman gerek." "Ne?" "Elindeki USB bellekte bir virüs var. O 'dahi çocuğun' kafasının içinde her ne varsa bir kopyası da o çok önemli MacBook'unda. Gri bir MacBook, yanından hiç ayırmaz. O bilgisayara özel bir koruma ordusu var, hafife alma, vardiyayla nöbet tutan adamlardan bahsediyorum. Bütün o şirket yönetimi, yapılmış ve yapılacak her bir proje, hepsi o küçük kutunun içinde. Ve sen beni ona götüreceksin." "Bilgisayarı koruyanlar var dediniz. Bunu nasıl yapabilirim." Hissettiği duyguyla genzi sızlarken dolan gözlerini tavana dikerek ağlamanın eşiğinden döndü. "O adam, beni o bilgisayara yaklaştırır mı? " dedi çığlık atmaya yakın bir çaresizlikle. "O adam seni o dağ evine yaklaştırdı." dedi Melikşah gizemli bir ses tonuyla. "Yani?" Nasya'nın sorgulayıcı sesi bir cevap bekler gibi dolandı yaşlı adamın yüzünde. "O ev Annesinin yadigarı sevgili Nasya. Karısı dahil hiçbir dişi o evde onunla buluşma önceliğine sahip olmadı, olamazdı da... Sana kadar." dedi elleriyle Nasya'yı gösterirken. "A-anlamadım." "Sana karşı bir heyecan içinde ama geçici bir durum zira kendisi pek bir sever yatak hayatını ama sende gördüğü bir şey onu o gün ormana yönlendirdi. Korumasız bir şekilde ve hayatı pahasına. Ben burada devreye girdim işte. Sana olan zaafı, benim kullanacağım en güçlü silah olacak." "Evli." dedi Nasya, anlatılan her ayrıntının içinde buna takılmışçasına. Sonra kendine kızdı. "Sare Katipoğlu, sosyetenin gözde kadını. İdil Katipoğlu bile onun kadar göze batmıyordur her halde. Bana sorarsan varlıklı ailesine rağmen sonradan görmenin teki herhalde ama konuya odaklan. Bu belleği bilgisayara tak ve sadece beş dakika takılı tutsan içerde olmayı başarabilecek bir ekibim gerekeni yapsın. O bilgisayarın işletim sistemine sızabilmemiz için sadece beş dakika yeter. Sonrasında USB'yi al ve çöpe at. Yapman gereken sadece bu, bilgisayarı bana getirmene gerek yok, sadece beni ona ulaştır." Gözleriyle elindeki USB'yi göstererek konuşmalarına son verdi. "Ya anlarsa?" dedi Nasya korkulu bir sesle. "O da senin becerine kalmış. Biraz itaat et, biraz alttan al. Ona istediğini ver Nasya, bende sizi rahat bırakayım." Melikşah'ın ne istediği gayet açıktı, sorun şu ki Nasya bunu yapabileceğine dair bir inanca sahip değildi, Anlatılan bu adam, oldukça tehlikeli ve zeki bir adamdı. Güçlüydü. Fark ederse Nasya'yı beklemeden öldürebilirdi ama fark etmezse ve bu işten sonra eski sıradan hayatına geri dönebilecekse denemeye değmez miydi? "Onunla yatmam. Bana dokunamaz!" Nasya'nın tehditkâr sesi ile Melikşah, kalın bir kahkaha bıraktı depoya. "İlginç doğrusu. Bu zamana kadar o adamdan kaçmak isteyen ilk kadın sensin. Oysa o piçte siz kadınları büyüleyen bir şey olduğuna neredeyse emin olmuştum." "O bilgisayara nasıl yaklaşırım bilmiyorum ama deneyeceğim. Fakat arkadaşımın da benim de kılıma zarar gelmeyecek. Bunu garanti edebilir misin?" Kararlı bakışları yaşlı adamın gözlerinde sabitlendiğinde Melikşah, tatminkâr bir gülümseme eşliğinde konuştu. "O USB onun bilgisayarının hafızasına sızdıktan sonra Pars Katipoğlu elinde tuttuğu bütün gücü büyük bir trajedi ile kaybedecek ve değil seninle kendisiyle bile uğraşamayacak bir duruma gelecek inan bana." Melikşah'ın kendinden emin sesi ile Nasya elindeki USB'yi pantolonunun cebine sokuşturdu ve ayağa kalktı. "Beni evime gönder." dedi kendinden emin bir sesle. "Burada kalacaksın Nasya." Melikşah oturduğu sandalyeden kalktı ve şaşkınlıkla kendine bakan genç kıza doğru birkaç adım attı. "Unutma sen bizim tarafımızdan kaçırıldın. Seni ellerimle geri bırakamam. Takdir edersin ki bu inandırıcı olmaz." Demir kapı büyük bir gürültüyle açıldığında, az önce odadan çıkan Melih ismindeki genç adam içeri giriyordu. "Mekâna giriş yapıyorlar çıkmamız gerek." dedi nefes nefese. Odada bulunan diğer iki koruma hızla Melikşah'a doğru geldiler. "Efendim acele etmemiz gerek." dedi adamlardan adı Süha olan. "Tamam, geliyorum." Melikşah Nasya'ya döndü. "Sana çok kötü davrandık ve geldiklerini öğrendiğimizde kaçtık. Anlaşma falan yok Nasya, seni Pars kurtardı. Bırak kahramanın olsun. Bu, ona yaklaşman için büyük bir fırsat. Şimdi gidiyorum ama hep ensendeyim. Her adımını izliyor ve dinliyorum." Melikşah beklemeden açık olan depo kapısından çıktığında korumalardan biri Nasya'ya doğru gelip kollarından tuttu. "Ne Yapıyorsun be, salak! Bıraksana!" Nasya'nın bağırtısı ile onu beton zeminde yere fırlatarak bileklerini yeniden arkada bağladı. Başından çıkarttığı çuvalı geri taktığında Nasya çığlık çığlığa bağırıyordu. "Bırak beni Allah'ın belası niye bağlıy-" Çuvalın içindeki kafası koruma tarafından sertçe tutuldu ve fısıltılı bir öfkeyle komut aldı. .... NASYA "Kapa çeneni sürtük! Her şeyin inandırıcı olması gerekiyor!" Beni sertçe yere ittiğinde dudağımın dişlerime geçmesi sonucu ağzımın içi demir tadıyla doluyordu. "SİKTİR!" Acılı bir çığlıkla bağırırken yanımdaki adamın koşarak uzaklaştığını duyuyordum. Yerde öylece kaldım, yüzümün altındaki soğuk beton ve dudağımdan aşağıya doğru akan sıcak kanla öylece bulunmayı bekleyen bir av gibiydim. Ne yapacağımı, nasıl yapacağını düşünüyor, her şeyi mahvetme korkusuyla deli gibi titriyordum. Melikşah denen adama ihanet edersem Defne'nin de benim de öleceğimi biliyordum. Pars Katipoğlu'na yakalanırsam en azından sadece ben ölürdüm. Kafamın içinde durmaksızın dönüp duran fısıltılar ile hayatımın bir gecede nasıl böyle tepetaklak olduğunu anlamaya çalışıyordum. Uzaktan duyduğum ayak sesleri dağılan dikkatimi toparlamamı sağladı. Bağırış seslerinin arasında seçtiğim o kalın tını ile Pars'ın da geldiğini anlıyordum. Gözlerimi sıkıca yumup sert bir nefes çektim içime. "Nasya!" Odanın içinde yankılanan yüksek sesle Parsın bana doğru telaşla geldiğini duyabilmiştim. Kafamdaki çuvalı hızla çekip çıkarttığında göz göze geliyorduk. Yüzümü iri ellerinin arasına aldığında gözlerini kanayan dudağımda sabitledi. "Geciktiğim için üzgünüm." dedi acılı bir sesle. Başparmağı kanayan yaraya doğru kaydığında durmaksızın akan kanı uyguladığı baskıyla engelliyordu. Bakışları deponun kapısına döndüğünde beni yerimden sıçratacak bir öfkeyle bağırdı. "DAVUT! BURAYA GELİN!" Bakışlarım Pars'ın kapıya dönen yüzünde gezindi. Dudağıma baskı uygulayan parmağı ile öylece birilerinin gelmesini bekliyordu. Âdem elması sertçe aşağı yukarı hareket ettiğinde yüzüme bakmak istemiyor gibi bir zorlamayla gözlerini paslı kapıda sabit tuttu. "Başka bir şey yaptılar mı?!" Dişlerinin arasından öfkeli bir hırıltıyla konuşurken gözleri hala kapıdaydı. Kimse gelmiyordu ama Pars gözlerini bir milim kaydırmamıştı o boşluktan. "Bana neden bakmıyorsun?" dedim yumuşak tutmaya çalıştığım ses tonuyla. "N-ne..." Pars'ın kekeleyen sesi, boğazını temizlemesiyle düzeldiğinde zaten anladığı soruya bir cevap veriyordu. "Birinin yardıma gelmesini bekliyorum sadece." dedi kestirip atarken. "Pars." dedim fısıltılı bir sesle. Dikkatini üzerime çekmeye çalışıyordum çünkü şu an sergilediği tavır kafamı karıştırıyordu. Neredeyse bana kıyamayacağını düşündürten bir ifade asılıydı yüzünün yamacında. Yumuşak seslenişimle Pars'ın şakakları gerildi ve göz kapakları usulca kapandı. İçine çektiği tozlu nefesle yeniden sert bir ifadeye büründürdüğü yüzünü yavaşça bana çevirdi. "Neden kaçtın benden? Sesimi duyduğun halde neden kaçtın Nasya? Sana söyledim. Ben korkacağın bir adam değilim, dedim." Eminim öyledir, seni psikopat manyak. "Bana ne teklif ettiğinin farkında mısın sen?" dedim hesap sorarcasına. "Belli ki gelmeyecekler. En iyisi çıkaralım seni buradan." Lafı değiştirmek istercesine sözlerimi yarıda kesiyordu. 'Utanırsın öyle işte! Ruh hastası, sapık şey... Yüzüne bakan da aldanır şu güzelliğine. Tükürdüğümün mavi sakalı! Senin yüzünden başıma gelmeyen şey kalmadı!' İç sesimle kavgama ara verdiğimde sessiz bir nefesle kendimi sakinleştirdim. Bu adam zeki olabilirdi ama bende salak bir kız değildim. Benden isteneni yapabilirdim. Sadece sakinliğimi ve soğukkanlığımı korumam gerekiyordu hepsi bu. "Bana resmen tek gecelik bir ilişki teklif ettin, sanki... Sanki bir fahi-" "Şşş! Aynı şey değil. Teklifimin altındaki neden bu değildi Nasya. Birbirimizi yanlış anladığımızı düşünüyorum. Ben sadece ne istiyorsam açıkça söyledim ve sende-" 'Yüzsüz! Suratının ortasına bir tane geçirmemek için çok zorluyorum kendimi! Ne istiyorsa söylüyormuş! Sanki şarj aleti istiyor pezevenk!' "Ben de kaçtım çünkü sapık bir ruh hastası gibiydin. Yani gerçekten ama kim bir kadına bir sözleşme verip 'Al sana para yirmi dört saatini benimle geçir' der?" "Bak anlamıyorsu-" "Ben cevap vereyim. Seri katiller ya da sapıklar falan... Yani bir kahve içelim mi desen de olurdu? Beni tanımak isteseydin böyle bir başlangıç yapabilirdin ama hayır, sen beni becermek istediğin için en kısa yoldan bunu denedin. Başka kadınlarda işe yaradığı da bariz ama bende değil Pars." "Kahve mi?" dedi alayla yüzünde oluşan küçümseme midemi bulandırsa da gülümsedim. "Çok acayip değil mi? Ne kahvesi, hangi yüz yılda yaşıyoruz, hadi düzüşelim!" Sakin ol kızım, böyle değil, böyle olmaz... Alttan al. "Sakin ol lütfen ve biraz da beni anlamaya çalış." Yüzündeki gülümseme silinirken histerik bir nefes verdim burnumdan ve yüzümü geri çektim ellerinden. "Anlamak? Tabi ya... Her neyse ellerimi çözer misin? Tabi beni buradan bu şekilde alıp bir kaleye kapatmayacaksan." Kinayeli sesimle derin bir nefes aldı ve çatık kaşları ile arkama geçerek bağlı olan ellerimi çözdü. Parmaklarım bileklerimi ovuştururken onun mendilini görüyordum yeniden. "Buna artık ihtiyacım yok zira onu bana verdiğinden beri felaketler silsilesi başladı." Sertçe düğümünü çözüp mendili göğsüne doğru fırlattım ve ayağa kalktım. "Nasya!" Benimle beraber ayağa kalktığında gözlerim tahammülsüzce yüzüne döndü. "Ne var?!" dedim yaşadıklarımın kırılması ile. "Bir daha böyle bir şey olmasına izin vermem. Hazırlıksız yakalandım ve seni tehlikeye attım ama bir daha olmaz." Sesindeki kararlılık sinirimi bozuyordu. Bu 'her şeyi bilirim ve her şeyi yaparım' küstahlığı Melikşah'ın bana anlattığı her şeyle örtüşürken ona doğru bir adım attım ve tam dibinde durdum. "Gitmek istiyorum." Dişlerimi sıkarak öfkemi bastırdım ve suratının ortasına bir yumruk geçirmemek için tüm irademi kullandım. "Gel benimle." Elini sırtıma atarak beni çıkışa doğru ilerletti. Dışarıda, etrafta koşturan en az iki düzine adamın arasından geçtik ve siyah bir Lamborghini'ye doğru ilerledik. Yan kapıyı açarak bana içeriyi gösterdiğinde beklemeden bindim araca. Kapı üzerime kapandığında Davut denen adama doğru ilerledi ve bir şeyler konuşmaya başladı. Hararetle konuşurlarken ben açtığım araç aynası ile yarılan dudağıma çevirdim bakışlarımı. "Allah kahretsin ya... Bir bu eksikti cidden." Çığlık atmak istiyordum. Başıma gelen her şey biraz fazlaydı ama zaten hayat bana kötülükleri yaşatmak konusunda oldukça bonkör davranırdı. Yani şaşırmadım ama aynı gün içinde bir mafya babası tarafından becerilmek isterken bir diğeri tarafından kaçırılmıştım. Bu nokta tam olarak hayatımın 'daha ne olabilir ki' noktasıydı. Arabanın ön panelindeki telefonuma kayan gözlerim ile bunun benim telefonum olduğunu anlıyordum. Açtığım aynayı kapattım ve uzanıp telefonumu aldım. Kapalı olduğunu fark ettiğimde güç düğmesine basarak açtım. Ekrana düşen bildirimler ile Defne'den gelen iki cevapsız çağrıyı görüyordum. Saat çoktan on ikiyi geçmişti ve muhtemelen ulaşamayınca meraklanmıştı. Geri arama tuşuna bastığımda bir süre çalan telefon ile sonunda açılan telefon yüksek müziğin ahizede yankılanan sesiyle kulaklarımı zorluyordu. "Nasya..." dedi bağırtıya yakın bir sesle. Muhtemelen sesini bana duyurmak için yapıyordu bunu ve hafif sarhoş olduğunu da anlayabiliyordum. "Defne neredesin sen?" Sesim aracın içinde şaşkınlıkla yankılandı. "Cenk'le kulübe geldik, sen de gelsene aradım ama telefonun kapalıydı. Hadi atla da bir taksiye gel, parayı ben veririm, çeki bozdurdum." dedi kahkahalı bir sesle "Gerek yok. Size iyi eğlenceler." Telefonu öfkeyle kapattım yüzüne. "Gerçekten mi? Beni kafayı bulmaya mı çağırıyorsun? Bir de o kadının parasıyla... Aptal." Ben de neler düşünmüştüm. Bir an söylediklerinden gerçekten pişman olup beni merak ettiğini falan düşündüm. Umursamaz, gerizekâlı... Defne'nin haberinin bile olmadığı ikinci bir küsüşe çekiyordum kendimi. Konuştukça dudağımdaki kuruyan kan canımı yakıyordu, yaşadığım şeylere bakınca bu acı sanırım komik gelmeye başlıyordu. Araca doğru gelen Pars Katipoğlu, bende gerginliğe neden olurken derin bir nefes alarak dikkatimi toparladım ve suratımdaki gerginliği sildim. Aracın kapısı açıldığında, şoför koltuğunda yerini alarak açtığı kapıyı yavaşça kapattı. Elleri direksiyonu sıkarken aldığı derin nefes eşliğinde o kusursuz suratını bana çevirdi. Bakışları gözlerimin içinden ruhuma işlerken o, sanki her şeyin farkında gibi gözlerime bakıyordu. Sanki cebimdeki USB'den haberdardı ve gözlerimin içine 'Bana bunu gerçekten yapacak mısın' der gibi bakıyordu ya da ben kafayı yiyordum. Bu adamın yakınındayken irademi kaybedip kendimi asılsız korkulara itiyordum. İki hikmetten biriydi ama umudum anlamamış olması ve kafama birkaç dakika sonra bir kurşun yemeyecek olmaktan yanaydı. Fakat anlasa, beni biricik arabasına almazdı diye düşünüyordum, hem nasıl anlayabilirdi ki? O yaşlı adam her şeyi ustaca planlamıştı ve kendinden olabildiğince emin görünüyordu. "Nasıl hissediyorsun?" Gözleri dudaklarımda gezinirken sakin bir sesle konuşuyordu. "A ben mi?" dedim alayla. "Suratımın ortasına bir yumruk yedim, manyak bir herif tarafından kaçırıldım ama gayet iyiyim. Hem nedir ki canım, böyle uçuk kaçık şeyler başına gelmeyen bir kişi göster bana." Kinayeli sesim ondan sert bir nefes alırken bedenini bana doğru yaklaştırdı. Bakışları dudaklarımdan gözlerime dönerken sessiz bir iç çekişle uzanıp emniyet kemerini yavaşça çekti ve nefesi neredeyse boyun çizgimde dolandığı sırada geri çekilmeden kemeri kilidine geçirdi. Gözleri meydan okurcasına dudaklarımda gezindiğinde mırıltılı bir şehvetle konuştu. "Önce dudağına bir dikiş attıralım." Nefesi, sus çizgimin üzerinde dolandığında kendini geri çekmeye karar veriyordu. Hissettiğim sıcak nefes, bende sert bir yutkunuşa neden olurken genzimi dolduran kokusu da uzaklaşan bedeniyle kayboluyordu. Elleri direksiyonu sardı ve arabayı çalıştırdı. Hızla çalışan motor ve süratle yerinden kalkan arabada anlık bir refleksle araç kapısının kulpuna sarıldım ve sırtımı koltukla bütünleştirdim. Araç karanlığın içinde hızla ilerlerken önümüzdeki toprak yolu sadece aracın farları aydınlatıyordu. Arkamızdan gelen arabalar ile önümüzdeki yol iyice aydınlanırken ben, gözlerimi yan aynalardan arkadaki koruma araçlarına çevirdim. Sıkı bir güvenlik önlemiyle korunduğu kesindi. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bu adamın ne kadar önemli biri olduğunu birkaç dakika önce düşmanından kısaca öğrenmiştim ama bana daha fazla bilgi lazımdı. Her şey bir yana en merak ettiğim şey böyle bir adamın Sare gibi bir kadınla ne işi olacağıydı. Ukalalıkları ve kibirleri benzerdi evet ama yan yana getirmeye çalıştığımda görselleri ve tarzları birbirinin zıttı gibiydi. Sare Katipoğlu, daha çok Pars'ın annesi ya da büyük ablası gibi görünüyordu. O kibri ve üstün tavırları aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyordum. Bir bilse biricik kocasının yüzünden başıma gelenleri, genç kızların peşine takılan bir sapık olduğunu; acaba yine öyle küstah bir tavır takınabilir miydi? Bakışlarım yan koltuğumda oturan Pars Katipoğlu'na döndüğünde gözlerini yoldan ayırmadan bütün dikkatiyle araç kullandığını görebiliyordum. İnsanın gözlerini üzerinden alamadığı bir manzara gibi kusursuzdu. Bir ressamın ustalık eseri kadar mükemmel, bir oyuncakçının en gözde bebeği kadar ulaşılmaz görünüyordu ama sapıktı. Hem kendi deneyimlerim hem de o yaşlı amcadan öğrendiğim kadarıyla kadın düşkünü zamparanın tekiydi. Beni tedirgin eden şey, böyle çapkın bir adama kendimi kaptırmadan nasıl yakın olacağımdı. Amacım lanet USB'yi yerine takıp bu işi bitirmekti ama o bilgisayara yakın olmak için bu adamla da yakın olmam gerekiyordu. Ne kadar yakın? İşte orası beni geren kısımdı. Her fırsatta yakın kadraja girmeye meyilli, temas bağımlısı olabilecek kadar küstah ve istediği her şeyin sahibi olabileceğine dair bir ego ile yaşıyordu. Bu lanet oyunun sonunda kedimi bambaşka bir yerde bulamayacağımın garantisini bana kim verebilirdi ki? Pek tabi ben ve iradem... Tabi ya, iradem... O keskin kokusu genzime dolarken ve sıcak nefesi bir yerlerimde dolaşırken hiç oralı olmayan iradem... Bunca zaman bir erkeğe böyle bir çekim hissedebileceğimi bile bilmezken bu pisliğe karşı hormonlarımı nasıl kontrol altında tutacağım? Aklıma ne kadar iğrenç bir adam olduğunu sık sık getirirsem zorlanmam. Bir de kara gözlerine çok uzun süre bakmazsam ve bir de burnumdan nefes almayı bırakmalıyım. O lanet koku yan koltuktan bile genzime doluyor. Parfümünün markası ne acaba? Düşüncelerim beni güldürürken içinde bulunduğum bu saçma sapan durum sinirlerimi bozuyordu. Tek derdim kiramı ödemek ve hayatta kalmakken şimdi sapık bir herifin bilgisayarına sızmaya çalışıyorum. Üstelik bir manyak tarafından tehdit edildiğim için. "İyi misin?" Bakışları bana döndüğünde çatılan kaşları ile neden güldüğümü sorguluyor gibiydi. "Çok iyiyim." dedim bastıramadığım başka bir kahkaha ile. "Kafanı mı vurdun bir yere?" Sesi gayet ciddi geldiğinde bir de bununla uğraşmamak adına konuyu kapatıyordum. "Aklıma bir fıkra geldi ona gülüyorum. Sen böyle her şeyi sorgular mısın? " Bedenimi kısmen ona döndüğümde bakışları yolda sabitlendi. "Her şeyi sorgularım." dedi gayet açık yüreklilikle. "En azından dürüstsün." Histerik bir nefes verdim burnumdan. "En önem verdiğim şey, dürüstlüktür." Şimdi gözleri bana döndüğünde belli belirsiz bir tebessüm yayıldı yüzünde. "Benimkisi özgürlük." Kaşlarım havalanırken bakışları yeniden yola döndü. "Özgürlük..." diye mırıldandı ağzının içinde. "Dünyada fazla abartılan bir şey sorsan sana özgürlük derdim, özgürlükmüş..." Küçümseyici sesi ile kaşlarım çatıldı. "Şaşırttın beni. Oysa senden çok özgür bir ruh beklerdim Pars Katipoğlu." Siktir! Soyadını söyledim, o bana soyadını hiç söylememişti ki. Yoksa söylemiş miydi? Yemekte söylemişti sanırım. Ay, iyice paranoyak oldum! "Kimse özgür değildir Nasya! Öyle olduğunu düşünmek istersin hatta o kadar çok düşünürsün ki buna inanırsın ama özgür falan değilsindir, kimse değil. Ben bile değilim." "Ben bile?" dedim kinayeli bir alayla. "Ben bile. Ben de arzularımın esiriyim." Yutkundum. Bahsettiği şeyi anlamak ve anlamamak arasında kaldığımda devam etti. "Arzularımın, ruhumun esiriyim. Bu yüzden şu an orada oturuyorsun, bu yüzden bugün yemekte karşılıklı oturduk. Arzularım bana aklımın bile alamayacağı birçok şey yaptırır." "B-benimle ne alakası var?" bakışlarımı ondan terse çevirdim. "Sen aptal bir kız değilsin." Şimdi gözlerinin usulca üzerimde gezdiğini hissediyordum. Arabayı hızla kenara çektiğinde yeniden kapı kulpuna tutunarak ani frenin sert etkisinden kendimi kurtardım. Sağ elini oturduğum koltuğun arkasına uzattığında üzerime doğru eğildi ve reflekse gözlerimi ona çevirmeme neden oldu. Kokusu yeniden genzime doluyordu ve o lanet sıcak nefes... Ensemi ürperten ve karın boşluğumda hareketlenmeye sebep olan o nefes... "N-ne yapıyorsun?" Kekeledim mi ben az önce? "Sana neyin esiri olduğumu gösteriyorum." Alnını benimkine usulca bastırdığında dudakları sus çizgimde sabitlendi. Hızla aldığı kesik nefesleri önce kulaklarımı sonra yanaklarımı yakmaya başladığında kendimi geri çektim. "Gitmek istiyorum." Neredeyse duyulmayacak bir fısıltıyla konuştuğumda sıcak nefesiyle harladığı dudaklarını yaralı dudağıma usulca bastırdı. "Kimse özgür değildir Nasya ama ben seni özgür kılabilirim. Kendini bana bırakırsan dünyanın en özgür kadını gibi hissetmeni sağlayabilirim." Ellerimi göğsüne bastırdım ve onu kendimden uzaklaştırdım. "L-lütfen." Dişlerimi sıkarak irademi çekip aldım, onun oyuncak gibi oynadığı ellerinden. "Peki." Hızla geri çekildiğinde yutkunuşumu saklamak için bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim ama hiçbir hamlem boğazımı ıslatmaya yetmiyordu. Karın boşluğumda durmadan hareket eden küçük kurtçuklar var gibiydi ve bu beni inanılmaz geriyordu. Araç yeniden hareket ettiğinde camı hızla açtım ve kızaran yüzümü sert rüzgârın kollarına bıraktım. Dudağım sızlıyor ve kuruyan yaram zonkluyordu ama umurumda bile değildi. Şu an tek istediğim bu adamdan uzak bir yere gitmekti. BÖLÜM SONU🖤 |
0% |