Günümüz...
Hafif çiseleyen yağmur ince yağmurluğumda izler bırakıyordu. Hızlanmadım aksine adımlarım yavaşladı. Yağmur damlalarını hissetmek için başımı kaldırma gereği bile duymuştum.
Hissettiğim huzurdu.
Yağmur ansızın şiddetlenmiş sokakta birkaç kişi kaçışmaya başlamıştı. Çantalarını başlarının üstüne koymuş yağmurdan korunabilecekmiş gibi siper edişleri beni güldürmüştü. Kaçmaya çalışan birkaç kişiden omuz da yemiştim ama umursamamıştım.
Oysa yağmurun kokusu, sesi her zaman huzurdu. Kesinlikle buna bir isim verilse bu olurdu. Çünkü ne kadar kaçarsak kaçalım bizi ansızın yakalardı o yüzden kabullenip keyfine çıkarmak gerekirdi.
Kendimi son bir aydır hissetmediğim kadar yorgun hissediyordum. Sebepsiz yere oluşan bu zihinsel geçişe anlamda veremiyordum. Gün içinde hem bedenen hem de zihnen kendimi yorabilecek bir işe de sahip değildim. Tek işim çocuk kitaplarına karikatürler yaratmaktı ki işimi de oldukça seviyordum.
Tüm günüm stüdyo dairemde önümde onlarca karalanmış kağıtlarla geçirmekti ama bu bir aydır içime oturan yumruk ve yorgunluğum bir şeylere odaklanmakta zorluk çekiyordum. İçime sürekli bir titreme giriyor tüm vücudumu buz kestiriyordu. Oysaki ben üşüyen biri hiç olmamıştım.
Soğuğu seviyordum.
Annem biz küçükken daime soğuk odalarda yatırmıştı. Ne kadar üşüdüğümü de söylesem asla taviz vermezdi ve bunun benim için iyi olacağını söylerdi.
Bunu yıllar sonra biraz daha bilinçlendiğim de anlayabilmiştim.
Evimizi ısıtacak herhangi bir şey bulamadığındandı. Annemi üniversite mezuniyetime altı ay kala ciğerlerine nükseden zatürreden kaybetmiştim. Kıpkırmızı gözlerle o kepi annem için
atmıştım.
Belki de yağmuru bu kadar sevmem annemi toprak ederken o mis gibi çıkan koyuyla aynı olmasıydı.
Yağmur şiddetini artık sağana bırakmıştı. Kafamı kaldırıp nerede olduğuma
baktığımda karşımda Kız Kulesini görmem bir olmuştu. Dalgınlıkla buraya kadar yürümüş müydüm? Sahilde normal günlere oranla boş sayılabilecek kadar az insan vardı. Boş bir bank gözüme kestirmiş ıslak olup olmamasını umursamadan oturmuştum.
Annem burayı çok severdi.
Boğazıma oturan kuvvetli hıçkırık çıkmıştı ardından yağmurun bile örtemeyeceği iri
damlalarım. Birkaç kişinin kınayan ve merakla bakan gözlerini üzerimde hissetsem de kalbimdeki boşluk onlardan üstündü. Umursamadım isteyen bakabilirdi.
Yağmurla kalkan o toz tabakası hafif öksürmeme sebep olmuştu. Denizi görme
isteğim beni kıyıya doğru kayalıklara sürüklemişti. Bir kayanın üstüne oturmuştum. Artık tek tük de olsa insanlar yüzüme garip bakışlar atamayacaktı. Kayalara vuran dalgalar eşofmanımın bileklerini az da olsa ıslatmıştı.
Birden sesler bulanıklaştı kulaklarım uğuldamıştı. Yağmur daha da hızlanabilirmiş gibi şiddetini artırmıştı. Kalbimin üzerine bir anda yerleşen buz kütlesi parmak ucuma kadar varlığını hissettirmişti. Sarı saçlarım üzerime giydiğim yağmurluğumun şapkasından
kurtulmuştu. Kalbimin üzerindeki baskı her dakika artıyor bacaklarıma doğru kıvrılmamı sağlıyordu.
Kulaklarım sağır olmaya yakın çınlıyordu. Rüzgar yüzümü tokatlıyor, yağmur ise
kucaklamak ister gibi bedenimi sarıyordu.
Bir el mengene gibi bileğimi sıkıyordu.
Karşı konulamaz derecede kuvvetliydi.
Karşı koyamadım.
Boğazın buz gibi suyuna çekildim bir an, derindi. Nefes alamıyordum. Ciğerlerim bir parça havaya bile muhtaçtı. Çırpınıyordum ama o el beni daha da dibe çekiyordu. Denizin mavi olmadığını artık biliyordum.
Siyahtı. Simsiyah.
Korku tüm iliklerime kadar
beni ele geçirmiş son çırpışlarımı sarf ediyordum.
Direndim. Direndim ve direndim.
Zaten yorgun olan bedenim bunu kaldıramadı. Yavaş yavaş göz kapaklarım
kapanıyordu. Kapanmaya yakın göz kapaklarımdan süzen beyaz ışık irkilmemi ve yaşama isteğimi canlandırmış olacak ki beynim tüm iradesini toplayıp gözlerimi
açılmaya zorlamıştı.
Gördüğüm son şey samanyolu filmlerinde aşina olduğum kör edici beyaz bir ışıktı.
Ciğerlerimde kalan son havayı da çığlığımla kullanmış ve gözlerimin tamamen siyaha boyanmasını sağlamıştım.
Arathor Krallığı
Krallıkta normal günlerden biri daha yaşanıyordu. Halk gündelik işlerine devam ediyor krallarının bu büyük değişimine hayranlık duyuyorlardı. O sırada kralın sağ kolu halka bakmak için köylerine inmiş etrafına bir şahin gibi izliyordu. Yanına yaklaşan küçük bir
kız çocuğunu görmüş çatık olan kaşlarını anında düzeltmişti. Atından inip kıza
yaklaşmıştı.
“Merhaba leydim.” küçük kız yüzündeki utançla elini öpen şövalyeye kıkırdamıştı.
“Annem yeni kurabiyeler yaptı ister misin?” Parsın yüzüne yayılan sıcaklık kalbine kadar yayılmıştı. Birden arkasından yükselen o tanıdık ses ile omuzlarını dikleştirmiş sabit bir yüzle omuzlarından sesin sahibine bakmıştı.
“Joan!” yanlarına yaklaşan kadına baka kaldı Pars.
“Anne, sadece bu yakışıklı şövalyeye kurabiye isteyip istemediğini sordum.” kadın kafasını kaldırmış adama bakmıştı. Yutkunduğunu ne yazık ki Pars fark etmiş ona anne diye seslenen kadınla küçük kızın arasında mekik dokumuştu.
Bu sırada köyün biraz ilerisinde gölün etrafından yükselen sesler ile kaşlarını çatık hızlıca anne ve kızının yanından ayrılmıştı.
Gördükleri neredeyse onu dehşet içine sokacaktı. Gölün yanında biri yatıyordu. Hızla yatan bedene daha da yaklaştı. Gördüğü beden bir kadın bedeniydi. Üstünde bir naylon sarılmış öylece cansız yatıyordu. Kadına daha da yaklaştı, yüzüne yapışan birkaç tutam saçı çekmişti. Buralı değildi, onu hiç
görmemişti. Bir hain olabilir mi diye düşünmeden de edemedi.
Kadını nazik denemeyecek şekilde dürtmüş ama bir tepki alamamıştı. Eli boynuna gitmiş ölüp ölmediğini kontrol edecekken kızın gözleri bir anda açılmıştı. Sersemlemiş gibi etrafına bakınıyordu. Kızın mimiklerinden bir şey anlayamamıştı. Ona bakmasını
sağlamak için omzuna dokunmuş kızın irkilerek geri kaçmasını ve dehşetle yüzüne bakmasını sağlamıştı.
“Kimsin sen!” sesindeki sertlik genç kızı korkutmuştu.
“B-be-n,” kekeleyen kıza garip garip bakmıştı. Çokta korkunç olmadığını düşünmüştü oysa.
“Adın ne? Buraya nereden geldin?” kız kısa bir süre etrafına göz gezdirmiş, bu garip giyinen insanları göz hapsine almıştı. Tekrar karşısında olan adama bakmıştı bayılmadan önce tek bir cümle çıkmıştı ağzından.
“Adım Günçe.” sonrası yoktu.