Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Bölüm

@nurita

Lütfen yorum yapmayı ve oy atmayı unutmayın🥰❤️☘️

 


“Ne yemek istersin?” diye sordu Berfu buzdolabının içine bakarken.
Mutfak masasına oturmuş onu izliyordum.


“Ne var?” diye sordum. İkimizde üç maymunu oynamaya sessizce hiç konuşmadan karar vermiştik.

 

“Sarma var! Bir de tarhana çorbası var! Çorbayı içmen lazım ama yanına sarma istemezsen başka bir şey yapabilirim!” dedi.

 

“Gerek yok! Çorba ve sarma yeterli!” o da kafasını sallayıp masaya yemekleri dizdi. En sonda işini bitirip karşıma oturdu.

 


Kendi de buzdolabından çıkardığı hoşafı içiyordu. “Sen yemeyecek misin?” diye sordum. Kafasını hayır anlamında iki yana salladı. “Sana hazırlarken bir şeyler atıştırdım." dedi.


Yüz ifadesi üzgün olduğunu saklıyor ama bunu beceremiyor. Böyle devam edemezdik. “Berfu! Az önce olanlar…” direk lafımı kesti. “Tatlı ister misin?” diye sordu.

 


Konuyu konuşmak istemediğini de böylece belli etti. Kafamı hayır diye salladım. O da beni onayladı.

 

Bardağındaki hoşafı bitirip bana döndü. “O zaman sen yemeğini yiyene kadar ben de üst katı halledeyim. Süpüreceğim falan.” Ayağa kalktı ve mutfaktan çıktı.

 

Ben yavaşça yemeğimi yerken üst katlardan sesler gelmeye başlamıştı. En sonunda süpürgenin sesi evi kuşatmıştı.

 


Eğer Berfu bu konuyu konuşmak istemiyorsa bana da susmak düşer.
Olabildiğince, gittiği yere kadar gitmeli.

 


En sonunda süpürge sesi sustu. Merdivenlerdeki ses Berfunun indiğini gösteriyordu. Birkaç dakika sonra Berfu yanıma geldi. Minik elini açtı. İçinde ilaçlarım vardı.

 

Elinden ilaçlarımı aldım. O sırada Berfu bana sürahiden su doldurmuştu. Elindeki bardağı alıp ilaçlarımı içtim. “Daha yemek yiyecek misin?” diye sordu. Hayır, anlamında kafamı salladım. “Ben çalışma odasındayım. Biraz işim var!” dedim.

 

Berfu kafasını sallayıp mutfağı toplamaya devam etti.
Merdivenlerden çıkmam daha iyi. Bu aralar spor yapamadığım için minik bir spor niyetine geçebilirdi. Üç kat çıkmam biraz beni zorlamıştı ama iyi gelmişti. Çalışma odama kapanıp biraz çalışmam gerekiyordu.

 


Meksika Kartelleri tek bir bölgeyi temsil etmiyordu. Geniş bir bölge ve gruplaşmayı temsil ediyordu. Bu yüzden yaptığımız araştırmayı da en derin şekilde yapmamız gerekiyordu.

 

Yoksa küçücük yanlış anlaşılma Topluluk için iyi olmazdı.
Bilgisayarıma gelen maillere baktım. Gözlerim kocaman açıldı. O kadar çok mail vardı ki…

 


Bunlar ben yokken işleri idare ettiklerine eminler mi?

 


Sıkıntıyla şakağıma parmağımı bastım. Elim ev telefonuna gitti ve ezberimdeki iş numarasını tuşladım, cevap vermedi.

 


Bir telefona bile cevap vermiyorlar mı?

 


Sinirle danışmayı aradım. “İyi günler, Ilgaz holding!” dedi karşı taraftaki kadın sesi. “Cansuyu bağlayın bana!” dedim.

 

Karşı taraftaki kadının durakladığını hissettim. “Alparslan Bey… Siz misiniz?” diye çekingen bir sesle konuştu. “Evet, benim! Ve neden telefonlar açılmıyor onu anlamadım.

 

Beş dakika içinde Cansu beni arasın. Beş dakikayı geçerse ne olacağını biliyorsundur!” deyip sinirle kulağımdaki telefonu sertçe masaya çarptım.


Bu ne ya?

Ne oluyor bunlara?


Sinirlerime hâkim olmam gereken yerdeyim.


Beş dakika bile dolmadan telefonun zil sesi odaya doldu. “Alparslan Bey! Ben ç…” Cansunun konuşmasını kestim. “Neredesin sen? Bu telefonu neden açmıyorsun?” hafif bağırarak söylediklerime karşı Cansu sadece özür diliyordu.

 

“Kes sesini! Bana bütün dosyaları yolla! Hepsini! Ben yokken yapılan her şeyi, her dosyayı bana at. Mert Beyden de iste! Hemen diyorum! Ayrıca işinizin başında olun. İyice saçmalamaya başladınız!” deyip yüzüne kapattım.

 


Hepsi geri zekâlı! Masanın başında bile oturamıyorlar ya! Bu kadar da olmaz ki! Ayrıca Yağmurun her şeyi mahvetmesinden bıkmıştım.

 

Adanlardan bıkmıştım. Topluluk’a zarar veren de bana zarar veren de onlardı. Ailesini altı yıl önce bir suikastta kaybetmişlerdi. Keşke onlarda ölselerdi. Keşke o kazada onlarda ölseydi de ben de artık rahat etseydim.

 

Bir toplantı olur Adanlar itiraz eder. Bir anlaşma olur Adanlar sadece ama sadece pisliğine itiraz eder ve ben gerçekten artık bıktım.

 


O kadar mutluyduk ki Berfuyla. Geldi sadece beş dakikada aramıza uçurum yerleştirmeyi başardı.
Başıma ağrılar girmeye başladı.

 

Dosyalarla Berfunun alakası yoktu ama olsun. Her şeyi mahveden hep Adanlardı. Telefonum çalınca yazana baktım. Mert arıyor.

 

Telefonu bezgince elime aldım. “Ne var?” diye saygı barındırmayan bir şekilde cevapladım. “Ooo! Baya baya sinirliyiz. Gerçi bir telefonunla şirketi birbirine katmandan belliydi.

 


“Harika bakmışsınız ben yokken şirkete(!)” dedim. Sesim buram buram alay kokuyor. “İyi baktığımı iddia etmedim hatta sana bunu hastanede de açıklamıştım!” dedi bilmiş bilmiş.

 


Gözlerimi devirdim görmediğini bile bile. “Evrakları ve dosyaları istiyorum!” dedim. “Sen dinlenmiyor muydun? Yağmur az önce söyledi.” Sesindeki imayı duymamak elde değil! “Benden daha fazla gördüğüne göre ona bir daha evime gelmesini istemediğimi de ilet!” dedim. Güldü.

 

Bu kaşlarımı çatmama neden oldu. “Alparslan, kardeşim! Yanlış yapıyorsun. İşi yokuşa sürüyorsun!” dedi. Sonlara doğru sesi de durgunlaşmıştı. “Ben böyle seviyorum demek ki!” dedim umursamazca. “Yıllar önce ka…” direk lafını böldüm.

 

“İkide bir yıllar önce yıllar önce diyorsun! Tek Ilgaz ben değilim bunu unutuyorsun!” dedim sertçe.
Mertin sert yutkunuş sesi karşı taraftan geldi. “Sen, Yağmura dediğinde ciddi miydin?” diye zorlanarak sordu. Bu kaşlarımı çatmama neden oldu.

 

“Şaka yapan bir halim mi var? Tek Adan Yağmur değil, tek Ilgazın ben olmadığım gibi. Size bu fikri aşılayan neydi onu anlamadım.

 

Ayrıca salak saçma bir şekilde Yağmura öyle gaz vermelerinde sıktı artık. Tahammülüm kalmadı kimseye. Evrakları ve dosyaları bekliyorum!” dedim ve telefonu kapattım.


Bu ne ya!


Herkesin hayatım hakkında bir yorumu var. Üstümdeki tişörtün yakasını çekiştirdim sinirle. O sırada kapı tıklandı. “Gel!” dedim.

 

Açılan kapının arasında Berfunun o güzel yüzü belirdi. “Rahatsız ediyorum ama sana taze meyve sıktım. Vitamin için.” dedi.


Onu görmemle bütün stresim, sinirim aniden yok oldu. Ona gülümseyerek “Gel, lütfen!” dedim. Gamzelerini göstere göstere yanıma geldi. Gülümseyerek bardağı masama bıraktı.

 

Kendisi de masaya yaslandı. Bana limonata yapmıştı. Bardağı elime alıp limonatayı içmeye başladım. İkimizin de gözleri birbirine tutunmuştu. “İyi misin?” dedi.

 

“İyiyim!” dedim. Kafamı neden böyle sordun diye salladım. “Gergin gözüküyorsun! Bir de… Aşağıya bağırma seslerin geliyordu!” dedi çekine çekine.

 

“İş işte! Bensiz resmen salmışlar her şeyi. Boş ver! Takma kafana! Ayrıca limonata da çok güzel olmuş. Teşekkür ederim!” dedim.

 


Gözlerine yine mutluluk parıltıları yerleşti. “Ne demek!” dedi sonra aklına aniden bir şey gelmiş gibi bana “Akşam yemeğine ne yapmamı istersin?” diye sordu.

 

“Karnıyarık ve pirinç pilavı güzel olabilir!” dedim. Önümdeki boşalan bardağı aldı. “Yanına da cacık yaparım!” dedi. Ben de ona gülümseyerek kafamı salladım ve odadan çıkışını izledim.

 


O kadar yorgun hissediyorum ki!
Bu sadece bedenimle alakalı değil ruhum yorgun.

 


Berfu ise buna rağmen bu yorgunluğa rağmen bana dirayet vermeye çalışıyor.

 


Kapanan kapıya baktım. Kaç dakika baktım, bilmiyorum…

 


Ah Berfu! Gözlerime yorgunluk çöktü, içime de sen!



Saat akşam sekize geliyor. Berfu yemek hazırlamaya gittikten yaklaşık yarım saat sonra evraklar ve dosyalar gelmişti.

Kaç saattir çalışıyorum bilmiyorum ama bir sürü dosya ve evrak bana hala göz kırpıyor.

 


Topluluk her zaman en iyi şekilde çalışan yetiştirir ama bugünden sonra şüphelerim var! Hele bir tane olay var ki hala bu kadar aptal olmalarını anlayamadığım ve beni delirmenin eşiğine getiren.

 


Aylardır düzenli olarak gemilerle Samsun-Ayvacık’a gönderilen teslimat, iki gün önce Çanakkale-Ayvacık’a gitmiş.

 

Bizim gönderdiğimiz malın Çanakkale’de ne işi var?

 


Bu mallar neden hiçbir mantıklı açıklaması yokken aniden neden farklı yere gitsin. Kimse bunu sorgulamadı mı?

 


Marmara bölgesiyle Karadeniz bölgesini karıştıracak kadar ne yaşanmış olabilir?

 


Hadi biri gözünden kaçırdı ki kaçıranın kör bir birey olması lazım ama bu işle ilgilenen en az otuz kişi var!


OTUZ KOCA ADAM!


Doktorlar bir de en az yirmi gün dinlenmemi mi söylemişlerdi?


Şirket batar!


Neyse en azından İstanbul ve Çanakkale yakın yoksa cidden sıkıntıydı. Bu yüzden sakin olmam gerekiyor zaten bu olayın başka teselli edebileceğim yanı yok!

 


Kapının tıklatılmasıyla “Gel!” dedim bezgince. Gelen yine Berfuydu. Yorgun yorgun gülümsedim.

 

“Yemek hazır!” dedi odaya girerken. Derince iç çektim. Sağ kolumu uzattım ona doğru. “Gel!” dedim.

 

Bakışlarında sorgulayan bir ifade belirdi ama yine de geldi yanıma. Elimi tuttu. Onu hafifçe çektim kucağıma. Kucağıma oturdu.

 

Ona sımsıkı sarıldım. O da hiç itiraz etmedi. Bana sol tarafımın izin verdiğince sarıldı. Sağ şakağımı öptü. Saçımı okşadı. Şefkatinden beni mahrum bırakmadı.

 

“Yemek yemen lazım ilaç içebilmen için!” dedi tekrardan şakağımı öperken. Ben de onu onayladığımı belli ederek kafamı salladım ama sarılmayı kesmedim.


Ruhumun cidden buna ihtiyacı var!


O kadar aç ki bu huzurlu sevgiye…


Kaç dakika kaldık o şekilde bilmiyorum ama en sonunda Berfunun “Yemekler soğudu.” demesiyle beraber ayağa kalktık ve aşağı indik.

Berfu asansöre binmem için ısrar etse de merdivenlerden inmek istedim.


El ele aşağı indik.


Mutfağa girip masaya oturdum. Aslında normalde salondaki yemek masasında yemek yerdim ama Berfuyla bu alışkanlığım da son bulmuştu.

 

Onu görmek istiyordum bu yüzden de burada yemeye başlamıştım. O zaman aramızda böyle bir ilişki olmadığı için onu görme bahanesi oluyordu ama zamanla burada yemeye alışmıştım.

 

Koca salonda yalnız yemektense burası daha samimi geliyordu bana.
Berfu yemekleri servis etti. “İstersen ısıtayım?” dedi.

 

Kafamı hayır anlamında salladım ve Berfunun tabağıma akşam yemeğini servis etmesini bekledim. Hemencecik hazırlayıp karşıma oturdu.

 

Kendisine tabak çıkarmamıştı. “Neden sen de yemiyorsun?” diye sordum. Gülümsedi. “Eve her an biri gelebilir!” dedi. Bu ikimizi de susturdu. Mutfağa derin bir sessizlik çöktü.

 

Önümdeki en sevdiğim yemeklerin boğazıma dizildiğini hissettim. Bunu Berfu da fark etmiş olmalı ki “Ne oldu? Beğenmedin mi?” diye sordu.

 

Yemekler çok lezzetliydi sadece onla karşılıklı yemek yemeye bile hakkımın olmaması çok saçmaydı!


Çok adaletsizce!


Kendimi gülümsemeye zorlayarak “Hayır, çok lezzetli olmuşlar! Eline sağlık! Sadece iştahım yok! Öyle yani…” diye bir şeyler geveledim.

 


Berfu da anladığını belli edercesine kafasını salladı. Sonra aklına aniden bir şey geldiğini belirten bir edayla “Yemeğini yedikten sonra gitmem gerekiyor. Asu Hanım çatı katının temizlenmesini istemiş. Bu yüzden teyzem çağırdı. Ben de sana yemek hazırladığımı, sen yedikten sonra mutfağı toplayıp geleceğimi söyledim.” dedi.


Mavi gözleri o kadar berrak ki!


“Tamam! Zaten benim de çok işim var!” dedim. Mavilerinde endişe parıltıları geçti. “Kendini bu kadar yorma! Dinlenmem lazım!” dedi.

 


Haklıydı ama benim yaşamımda bu kadar tatil yapmamın bile imkânsız olduğunu bilmiyordu.

 


Yine de üzülmesin diye “Tamam!” dedim. “Zaten fazla bir şey kalmadı!” diye de açıkladım ama yalan.


Külliyen yalan!


Sabahlasam bitmez bu dosyalar ama bunu bilmesine gerek yok. Bilirse rahat uyuyamaz, biliyorum. “Tamam, o zaman!” dedi.

 


Ben gülümsedim. Ayağa kalkıp mutfaktan çıkmadan önce Berfunun başına öpücük kondurdum.
Mavileri bana huzurla baktı.

 


En son alnından da öptükten sonra mutfaktan çıkıp çalışma odama gittim.

 


Merdivenlerden her çıktığımda zorlanıyordum ama yapabileceğim bir şey yoktu. Dikişlerim kaynayana kadar bu böyle devam edecekti.

 


Çalışma odama girecekken yatak odası gözüme çarptı. İlaçlarımı içmek daha iyi olacaktı.

 


Yatak odasına gidip ilaçlarımı içtikten sonra tekrardan çalışma odama gittim.

 

Masama oturup yeni bir dosyayı önüme alıp çalışmaya başladım. Dosyanın bitimine yakın telefonum çaldı. Arayan Süleymandı. “Alo!” dedim.

 

“Abi araştırmalarım sonucu kimin yaptığını buldum. Birazdan Ahmetle sana dosyayı yollarım!” dedi.

 

“Tamam!” deyip telefonu kapattım. Elimdeki dosyanın son sayfasındayken kapı tıklandı “Gir!” dememle Ahmet elinde bir dosyayla içeri girdi.

 

Dosyayı bırakıp başıyla selam verdikten sonra çıktı.


Önümdeki dosyayı bitirip onu da bitirdiğim dosyaların üstüne koydum. Elime Ahmetin getirdiği dosyayı aldım. İncelerken bir nokta dikkatimi çekti.


Geovanni Pedro!


Bu isim bana neden tanıdık geliyordu. Ayağa kalkıp arkamdaki kitaplıktaki dizili ofis dosyalarına baktım.

 

Onları masaya koyup arkadaki gizli kasanın önündeki tahtayı çıkardım. Şifreyi yazıp açtım.

 


Hayatımdaki en büyük köpekbalığının babam olduğunu anladıktan sonra onunla ilgili her şeyi gizli kasada saklıyordum.

 


Ne zaman bir konuda anlaşamazsak bunu not ediyordum çünkü babam biraz zaman geçtikten sonra bunu bana farklı bir şekilde yaptırmaya çalışıyordu.


O şeytandı ama ben de şeytanın oğluydum.


Artık yaptıklarına da tahammül edemiyordum.


Ben babama artık katlanamıyordum.


Elimdeki dosyaları karıştırırken yıllar önce babamın Amerikadaki uyuşturucu transferi için önerdiği isime gözüm takıldı.

Isai Pedro!


Tek kaşım havaya kalktı. Yıllar önce saçma ve gereksiz olarak gördüğüm, babamın ise sözde işleri bırakmasına rağmen her şekilde şiddetle savunduğu Latin Amerika ülkeleriyle olan ticareti reddetmem ve bu isimlerin yıllar sonra karşıma çıkması?!

 


Aniden gülmeye başladım. Gülmem kahkahaya döndü.


Tabii ya!


Babamın Hakan Adanı aramasının nedeni buydu. Hakanın Selçuk’u korumasının nedeni de buydu. En başından beri Sergei kandıran Selçuk değildi.


Babamdı. Öz babam!


Kahkahalarımın arasından gülmekten gözlerimden yaş geldi.
Selçuk babamın maşasıydı.

 


Masaya oturdum. Babam en başından beri Pedrolarla iş ortaklığı kurabilmek için uğraşıyordu. Yana yakıla, sonucu benim ölümüm olma ihtimali bile varken umursamamıştı.

 

Vay be!


Fırat ILGAZ için bile bu fazla değil miydi?


Değilmiş…


Telefonum çaldı. Ekranda yazan “BABA” ismi o kadar anlamsızdı ki?
Odamdaki dinleme cihazından kahkaha seslerimi duymuş olmalı.

 


Ayağa kalktım hemen elimdeki gizli dosyaları gizli kasaya yerleştirdim. Gizli tahta kapağı da yerleştirdikten sonra masadaki dosyaları yerleştirip sandalyeme oturdum.

 

Birkaç defa daha telefonum çaldı ama umursamadım.
Birazdan babam bir adamını yollardı beni kontrol etmesi için.

 


Önümdeki dosyayı alt rafa koydum ve şirketin dosyasını açtım. Birkaç dakika sonra kapı tıklatıldı.


Gülümsedim.


Telefonumu da sessize alıp gülümsememi sildim. “Gir!” bunu dememle Süleyman içeri girdi.

 

Etrafa göz atıp bana baktı. “Abi… İyi misin?” diye kuşkuyla sordu. Yüzümde duygu barındırmayan bir ifadeyle “Kötü mü olmam lazım?” dedim. Süleyman şaşırdı.

 

“Eee… Yani öyle demedim abi. Bir bakayım ihtiyacın var mı diye sormaya geldim. Öyle yani!” dedi.

 


Gözlerimi kısarak ofis sandalyeme yaslandım. Sağ elimle dudağımın kenarını kaşıdım. “Babama bugün ne rapor ettin?” diye sordum.

 

Süleyman irkildi. Sonra istemsizce gözü o tuvale kaydı ama hemen geri çekti. “Dediklerini ilettim abi bir de hep dinlendiğini falan. Senin istediğin gibi…” dedi. Kafamı ağır ağır salladım. “Tamam!” dedim.

 

Süleyman da kafasını salladı. Birkaç dakika öylece bakıştık. “O zaman ben gideyim, abi!” dedi.

 

Kafamı salladım. Tam Süleyman odadan çıkacakken “Sana şirketten dosyaları neden istettiğimi sormadı mı?” diye sordum. Süleyman aniden durdu.

 

Yavaşça bana dönerken yutkundu. “Yok, abi!” dedi sessizce. Kaşlarım havaya kalktı. “Hayret!” dedim şaşırmış gibi yaparak. “Babam ayrıntılara dikkat eden biri. Öyle değil mi?” diye sordum ellerimi önümde birleştirip çenemi üstüne koyarken. “Yani abi anlamıştır şirket için olduğunu.” dedi.

 


Ten rengi kızarmaya başladı. Utanıyor bana yalan söylerken. Sevdiğin bir insana yalan söylemek onu utandırıyor ama maalesef başka bir çaresi de yok!


O yüzden hala hayatta yoksa çoktan onu öldürmüştüm.
Babamın nasıl bir insan olduğunu bilmeseydim onu öldürmüştüm.

 


Ona uzun uzun baktım. “Gideyim mi abi?” dedi. Şu an hayatta en arzuladığı şey bu evden gitmek. Gözlerinde bu isteğin yakıcı kıvılcımlarını görüyorum.

 


Aniden gülümsedim “Tabii!” dedim. Süleyman da hemen çıktı.

Telefonum tekrardan titremeye başladı.


Açana kadar durmaz. Tanıyorum babamı…


“Alo!” dedim. “Neden cevap vermiyorsun?” diye sertçe konuştu. “İşim vardı!” dedim ne var bunda der gibi.

 

Karşı taraftan derin bir nefes alma sesi duydum. Kendini sakinleştirmeye çalışıyor. “Buldun mu ihanet edeni?” diye sordu.

 

Hala karşısında on yaşındaki o saf çocuk var sanıyor. “Bulmadım!” dedim. “Kimmiş?” diye sordu.

 

Buldum diyeceğime o kadar emin ki şu an çaktırmadan konuşmaya çalışıyor. “Bulmadım, dedim az önce!” bu babamın duraklamasına neden oldu. “Anlamadım?” dedi şaşırarak.

 


Dudaklarım iki yana kıvrıldı.
“Emin misin?” dedi tahammülsüzce. “Ben bir şey bulamadım ama eğer sen bulduysan…”, “Hayır!” diye lafımı kesti direk. “İyi o zaman kapatıyorum!” dedim.

 

Tam kapatacakken “Sen vurulmasaydın, annen ya da kız kardeşin vurulacaktı!” dedi. “Bunun konumuzla ne alakası var?” diye sordum. “Eğer bana bu yüzden gönül falan koyduysan?” dedi tereddütle.


Güldüm.


“Sana küsmemi umursadığını düşünmüyorum dürüst olmak gerekirse çünkü şerefli insan dürüst olur ama diğer konuya gelirsek bulamadım daha. Sanki başka olaylar var işin içinde! Onları bulmaya çalışıyorum. İyileşirsem daha çabuk bulacağım ama şu an bu kadar elimden geliyor.”

 

Cümlemin bitiminde telefonun diğer ucundan derin bir yutkunma sesi geldi. “Anladım!” dedi cılız bir tonda. “Öyleyse iyi akşamlar!” deyip telefonu kapattım.

 


Babam onlarla iş yapmayı bu kadar istiyorsa yaparız ama bunun büyük hata olacağına eminim.

Loading...
0%