Yeni Üyelik
26.
Bölüm

26. Bölüm

@nurita

Lütfen yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın❤️🥰🩵

 

 

Gözlerimi araladığımda bakışlarım hastane odasının beyaz tavanıyla karşılaştı. Hafif sağıma döndüğümde ise Berfunun koyu kahve saçlarıyla.

Yüzümde istemsizce bir gülümseme belirdi. Hafifçe kafamı eğip tüy kadar hafif bir öpücük kondurdum Berfunun başının tepesine.

Bakışlarım bu sefer de duvardaki saate kaydı. Saat 15.37’i gösteriyordu. Ortalama beş saattir uyuyorduk.

Bu beni şaşırttı çünkü en son ne zaman öğleden sonra uyuduğumu hatırlamıyordum bile.

Kendimi bildim bileli erken uyanıyordum ve ondan sonrasında da yatmıyordum. Daha doğrusu yatamıyordum.

Bu benim verdiğim bir karar değildi ya da benim zamanla yapa yapa alışkanlığa dönüşen bir davranışım.

Sadece yasaktı ve yasaklar çiğnenemezdi!

Eğer yasağı ihlal edersen çiğnenen sen olurdun…

Bunu normal bir insan duysa şaşırır hatta büyük ihtimalle dalga geçip güler ve benim ona şaka yaptığımı düşünürdü ama maalesef öyle değildi.

Konu benim yaşamımsa en doğal yapılan bir eylem bile bana bahşedilmesi bir lütuf gibi davranılıyordu.

Öğle uykusuna yatabilmem için ya hastane odasında yatıyor olmalıydım şimdiki gibi ya da bir ameliyat masasında öğle uykusuyla alakası olmayan ve benim elimde olmadan bilinç dışı bir şekilde uyuyor olmalıydım.

Çünkü Topluluk’a göre uyumak saçma ve gereksiz bir eylemdi ki bu eylemi özellikle ben yapıyorsam daha saçmaydı.

İşleri denetlemeli ya da hiçbir işim yoksa bile -bu imkansız- Topluluk’u daha iyi nereye getirebilirim diye saatlerce kafa patlatıp proje geliştirmeliydim.

Şimdi düşünüyorum da son zamanlarda yani babamın önderliğinde bana kurulan pusuda kalbimin hemen üstünde vurulduğumdan beri öğle arası uyulan uykunun tadını almıştım.

Bu tat beni cezbetmeye başlamıştı. Belki de beni asıl cezbeden bu uykularımda bana eşlik eden buz mavisi gözleri olan bir kadının olmasıydı?!

Her ne kadar halimden memnun olsam da bunun artık bir daha yaşanamayacak kadar imkânsız olduğunun da farkındaydım.

İlk defa Topluluktan bu kadar uzaktım. Büyük ihtimalle bir daha tekrardan vurulsam bile ölmediğim sürece hiçbir şekilde böyle dinlenmeme izin verilmeyecekti.

Düşüncelerin evreninde küçük bir tatildeyken kapı tıklatıldı.

Bakışlarım tekrardan saate kaydığında saat 16.00’ı gösteriyordu.

Büyük ihtimalle Süleyman akşam yemeğinde ne yemek istediğimi soracaktı.

Kapı bir kez daha ama bu sefer daha şiddetli tıklatılınca Berfu sıçrayarak uyandı.

“Şş, sakin!” dedim. Berfu önce etrafına bakındı sonra sağ eliyle sol gözünü ovalamaya başladı. Yaptığı bu eylemle hala uykusu olduğunu en güzel şekilde ve istemsizce de belirtmişti.

Kapının tekrar tıklatılmasıyla birlikte kapının dışından “Abi?” diye Süleymanın sesi geldi. Berfu yataktan inip odadaki koltuğa oturdu. “Gir!” dedim sakince.

Kapının açılmasıyla Süleyman ve Ahmet odaya girdi. Süleyman hafif bir baş selamıyla konuşmaya başladı. “Abi akşam yemeği için ne yemek istersin?” diye sordu tam da tahmin ettiğim gibi.

Bakışlarım Berfuya döndü. Onun bakışları zaten bendeydi. Gözlerimdeki soruyu anladı. Başını iki yana sallayarak “Benim canım bir şey istemiyor. Sen seçsen daha iyi olur.” dedi nazikçe.

Gözlerindeki uyku esintisi hala uyumak istediğini haykırıyordu.

“Hafif ama doyurucu bir şeyler olsun!” dedim ben de. Aklıma bir şey gelmemişti o yüzden topu Süleymana atmıştım. “Tamam abim! Ben hemen hazırlatıp gönderiyorum.” dedi.

Ahmete başıyla işaret verdi ve Ahmet “Evet!” anlamında başını aşağı yukarı sallayıp odadan çıktı. Süleyman ise odadan çıkmadığı gibi bir de odaya girdiği zamanki neşesi de kalmamış bir şekilde bana bakıyordu.

Bir şey söylemek istiyor ama söyleyeceği şeyi nasıl dile getireceğini bilmiyor gibiydi. Kısacası önümde kıvranıyordu.

Sesli bir nefes alıp “Ne oldu?” diye sordum. Bu Süleymanın kıvranmalarını daha da arttırdı. Benim de sinirimi.

“Söyle!” dedim en sonunda sabrımın sonuna geldiğimi belli eden bir ses tonuyla.

“Abi… Şey… Yağmur Hanım…” deyip odaya girdiğinden beri Berfuya bakmayan gözleri anlık ona gidip geri bana dönerek “Alt katta bekliyor!” dedi en sonunda çabucak.

Cümlesini bitirmesiyle rahatladığını belli eden sesli bir nefeste vermişti.

“Ee, ne yapalım yani?” dedim. Süleymanın rahatlayan yüz ifadesi şimdi de şaşkınlıkla kaplanmıştı. “Bekliyor abi işte.” dedi yine kıvranmaya başlayarak.

“Beklemesin o zaman!” dedim ben de. Süleyman kafasını kaşıdı. “Ama abi… Çok sorun çıkarıyor bizim çocuklara.” dedi utana sıkıla.

Bezgince nefes alıp verdim. “Size neden tonla para ödüyorum ben. O sorunları çözün diye değil mi?” diye yine sakince konuştum.

Bağırıp, çağırmak istiyorum ama yanımda Berfu varken hele de konu Yağmurken onu germeden nasıl konuşacağımı bilmiyorum.


Yağmurun önemsiz bir faktör olduğunu hissetmesini sağlamak için Süleymana, sözde en iyi eğitim alan ama hiçbir işe yaramayan adamlarıma ve en sonunda beni öldürmek için önderlik eden babamın takımındaki en önemli adamın sözde biricik kız kardeşine katlanmak zorundaydım.


Yoksa hepsine neler yapacağımı biliyordum ama onu korkutamazdım.

Berfu benden korkmasın ya da benden incinmesin diye onlara katlanmam gerekiyorsa ben de mecburen katlanmak zorundaydım.

“Abi… Hakan Bey kendi korumalarıyla yollamış. Bir de tek Hakan Beyin korumaları da yok. Mert abinin korumalarıyla birlikte gelmişler de…” dedi yine Süleyman utana sıkıla.

Direk kaşlarım çatıldı. Ben sakin olmaya çalıştıkça sanki onlar damarıma basmaya daha bir özen gösteriyorlardı hatta bence bunu planlı olarak uyguluyorlardı ya da belki de bundan zevk alıyorlardı sadistçe.

Berfuya döndüm. En masum ifademi takınarak “Berfu, Süleyman odadan çıkana kadar kapının önünde bekleyebilir misin, lütfen?” dedim.

En masum ifademi takınmama rağmen Berfu korkuyla bana baktı. Ben ne kadar en masum ifademi takınsam da bu beni maalesef ki masum yapmıyordu…

Yutkunup sakince başını “Evet!” anlamında salladı. Gülümsedim. Berfu odadan çıkana kadar ona gülümsemeye devam ettim. Kapının kapanmasıyla yüzümdeki gülümseme tuzla buz oldu.

Süleymana baktım. Başımı sağa sola yatırdım belki sakinleşirim diye ama nafile. “Demek korumalarını yollamış. Mertinkiler de ona eşlik etmiş öyle mi?” diye sakince sordum.

Benim sakince sormama rağmen Süleymanın yüzü kıpkırmızı oldu. “E… Evet, abi!” dedi.

Kafamı anladım der gibi salladım. “Öldürün o zaman!” dedim.

Süleymanın gözleri büyüdü. “A… Anlamadım abi?” dedi

“İşine gelince öyle de güzel anlamıyorsun ki!” dedim sertçe.

Benden bu kadardı. Benim de bir sabrım ve o sabrın da bir sınırı vardı.

“İki yüzlüsün! Onları öldür deyince anlamadım abi ama onlar beni öldürünce sus pus! KAÇ YÜZÜN VAR, LAN SENİN?” diye sonda bağırdım.

Süleyman irkildi. “Bir de utanmadan adamlarını yollamış diyorsun. O Hakan iti ve sözde yakın arkadaşım olan Mert o kadar adamlarını güveniyorlar ki resmen bana sen kimsin demeye getiriyorlar! Ben ise sözde Topluluk lideri olan ben ha! Hiçbir şey yapamıyorum öyle mi?” diye sordum en sonunda.

Süleymanın yüz ifadesini ilk defa böyle görüyorum. “CEVAP VER LAN!” diye bağırdım.

Süleyman cılız bir tonda “Bilmiyorum abi!” dedi.


Sinirden kahkaha atmaya başladım. “Biliyorsun! En iyi bildiğin şey hatta bu ama dur sen yine kıvırmadan dansöz gibi aptala anlatır gibi anlatayım sana. Çünkü adamlar kendi yanındakilere güveniyor. Çünkü onların yanındakiler şerefli, namuslu insanlar! Senin ve adamların gibi değil!” dedim sertçe.

Aylardır ya da belki de yıllardır içimde birikenler artık dolup taşmıştı ve Süleymanın payına düşen ise ona bir hastane odasında denk gelmişti.

“Hakan kim?” diye sordum ama Süleyman cansız bir manken gibi karşımda duruyordu. Sanki nefes bile almıyordu. “HAKAN KİM?” diye bağırdım.

Süleyman bağırmamla gözlerini yumdu. Dişleriyle dudaklarını ısırdı ve yine sessizce “Topluluk’un ana dört üyesinden biri…” dedi.

Bakışları bana döndü. Yaralanmış ve canı acıyan yavru bir köpek gibi bakıyordu bana.

“Yanlış cevap! Hakan beni öldürmeye çalışan düşmanlarımdan biri ve evet, o düşmanlarımın içinde öz be öz babam da var ve sen de o babam olacak adamın yanıma yerleştirdiği hainsin!” dedim.

Süleyman ellerini önünde birleştirip kafasını aşağı eğdi ama bakışları hala bendeydi. Çenesi titriyordu.

“ Ne oldu? Değil misin yoksa? Hadi yine adaletli bir insan olduğum için sorayım sana! Sen kimsin?” dedim ama soruma cevap olarak sadece Süleyman bakışlarını kaçırdı.

“Cevap ver!” diye sessiz ama ölüm kokan bir şekilde sorumu sordum ya da emir verdim.

Süleyman bir iki kez ağzını açıp geri kapadı. Titrek ve yarım bir nefes alıp yine sessizce “Sağ kolun abi!” dedi.

Gülmeye başladım. “Sen olsan olsan benim sırtımın sağındaki hançerlerden başka bir şey olamazsın! Bir de utanmadan sağ kolun diyor ya! Duymadın mı oğlum sen beni? Babamla yediğin boklardan haberim var!” dedim.

Keşke bu yalan olsaydı ama değildi…

Bu dünyada o kadar yalnızdım ki ve bu yalnızlık o kadar soğuktu ki üşüyordum.

Süleymanın sağ gözünden düşen bir damla yaş, yanağından süzülürken hızlıca sildi ve bana bakarak “Çok ağır konuşuyorsun abi!” dedi. Bunu derken zorlanmıştı. Sanki hıçkıra hıçkıra ağlamamak için zor duruyordu.


“Asıl ağır olan ne biliyor musun “Abi!” dediğin adama bunları yapmak. Lan o şerefsiz Selçuk bile sizden daha şerefli lan! Adam karşıma geçip ben senin düşmanınım diyor ve ona göre davranıyor.” Bakışlarımı bir iki saniye hastane odasındaki cama çevirip uçan kuş sürüsüne baktım. İç çekip tekrardan Süleymana döndüm. “Siz ise bana abi deyip düşmanımla iş birliği yapıyorsunuz! Hiç mi yüzüme bakarken utanmadınız? Hiç mi vicdanınız sızlamadı?” dedim.


Süleyman en sonunda dayanamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “A… Abi, öz… ür di…ler…im!” dedi hıçkırıklarının arasından.

“Timsah gözyaşlarını sil! Hiçbir anlamı yok artık benim için! Şimdi def ol, git Hakan ve Mertin adamlarından yoldaşlık öğren ve kendi adamlarına da öğret!” dedim sertçe.

Yüzümdeki ve sesimdeki nefret ve iğrenmeyi iliklerime kadar hissettim ve artık Süleymanda bunu öğrendi.

Süleyman ağır ağır ama ağlayarak odadan çıkmadan önce “Arabayı hazırlatın!” dedim sertçe.

Süleymanın bakışları gözyaşları arasından şaşkınlıkla bana döndü. “Ne bakıyorsun lan! Dediğimi yap! On dakikaya çıkmış oluruz” dedim ve Süleymanla daha fazla konuşmak istemediğimi de başımı odadaki cama çevirerek cevap niteliğinde vermiş oldum.

Süleyman birkaç saniye bana baktı. Daha sonra yavaşça kapıya gidip yine yavaşça odadan çıktı.

Bunları camdaki yansımadan görmüştüm. Süleymanın çıkmasıyla odaya Berfu girdi. Bakışlarımız birbirine tutundu.

Gözleri dolu dolu. Acı çekiyor ama kendi canı yandığı için değil, benim canım yandığı için.

Bir insanla gelebileceğin en üst seviye bana göre kelimelere sığınmadan karşı tarafın seni anlamasıdır. Çünkü herkes duyulanı anlar, görüneni görür ama ruhundan gelenleri sadece kalp gözü sana açık olan görebilir ya da duyabilir.

Ben hayatımda ilk kalp gözümü anneme açtım o ise sadece babamı gördü.

Daha sonra babama kalp gözümü açtım o ise o gözü kör etti.

Kızgın şişler batırdı…

Sonra öz kardeşlerim olan Demir ve Melise açtım. Anladım ki onların kalp gözünün ne olduğundan bir haberleri yok!

En sonunda kilometreler ötesinde olan İtalyan kardeşime açtım. O da bana!

Fark ettim ki onun durumu benden beter ve böylelikle bir daha kimseye açmadım.

Sonra yıllar geçti. Ruhum ve bedenim nice fırtınalar atlattı ve ben iyice içe kapandım. Kalp gözünü korumam gerekiyordu çünkü.

Birgün çok garip bir şey oldu. Biri bana bedenen çarptı ama sendeleyen ruhumdu.

Şaşırdım ve kalp gözünü ondan nasıl sakınacağımı düşündüm. Ben düşündükçe ve hastalandığımı sandıkça bir baktım ki kalp gözüm artık benim ellerimde değil ama buna rağmen ne mutsuzdum ne de korku dolu.

Kalp gözüm ellerinde olan bu kadın kimdi?

Buz mavisi gözleriyle üşüyen ruhumu soğutacağına, ısıtmaya başlamıştı ve şimdi de yanıma gelmiş bana sımsıkı sarılıyordu.

Bütün ihanetlerimi, acılarımı ve üşümelerimi unutturmaya çalışır gibi sarılıyordu ve daha da kötüsü unutturuyordu da.

Korkuyordum!

Hayatımda ilk defa korkuyordum. Eğer kalp gözüm ellerinde olan bu kadın hayatımdan giderse ne yapacağımı bilemiyordum.

Sağ şakağımı öpüp tekrardan bana sıkıca sarıldı. Ben de sağ kolumla belini sımsıkı kavrayıp ona sarıldım. Kokusunu içime çektim.

“Sana sormadım ama evimize gidelim diyorum. Ne dersin?” diye güçsüzce sordum. Hafifçe geri çekildi. Gözlerinden gözyaşları sanki bir yarışa girmiş gibi damlıyorlar.

Sağ elimi belinden çekip gözyaşlarını sildim. Alnında öptüm ve alnımı onu alnına yasladım.

Berfu da iki elini yanaklarıma koydu ve sakallarımı okşamaya başladı. “Ben zaten hastanelerden nefret ederim!” dedi sonrada minik bir kız çocuğu gibi burnunu çekti.

Burnunun ucunu öptüm. “Hadi o zaman gidelim!” dedim ve ayağa kalktım. Berfu da benle bir birlikte ayağa kalktı. Kapıya doğru giderken elimi tuttu ve biz odadan beraber çıktık.

Kapıdaki adamlar direk kafalarını öne eğdi. Berfunun odaya gözleri dolu dolu girmesinden anlamıştım herkesin her şeyi duyduğuna ama benim adamlarımın utanabildiğini görmek şaşırtıcıydı.

Belki de oyun yapıyorlardı!


Topluluk’un verdiği eğitim bir oyuncudan daha iyi oyuncu olacak kadar ileri seviyedeydi. O yüzden bana hiçbir gözyaşı ya da utançla aşağı eğilen başların hepsi sahte geliyordu. Çünkü zaten bana değer verselerdi başkalarının gözünde değerimi düşürmezlerdi.


Asansörün önünde Süleyman duruyordu. Ağlaması durmuştu ama gözleri kıpkırmızıydı. Bana bakıyordu ısrarla ama ben değil yüzüne bakmak sanki o yokmuş gibi davranıyordum.


Asansöre bindik. Süleyman zemin kata bastı. Birkaç dakika sonra hastanenin VİP’i çıkışındaki otoparka yürüdük.


Vitomun kapısının açılmasıyla Berfunun belinden hafifçe iterek önce onun binmesi için işaret verdim. “Ahmet!” diye seslendim. Hemen arka taraftan çıktı Ahmet.

“Arabayı sen kullan!” bunu dememle Süleymanın direk kaşları çatıldı ve sertçe Ahmete baktı.

“Ben bindikten sonra da direk kapıyı kapat!” dedim ve Vitoma bindim.

Kaşları derinden çatılmış olan Süleymanın şimdi ise yüz ifadesi dumura uğramış gibiydi.

Madem verdiğim değeri iyi kullanamamıştı Süleyman, ben de o değeri söke söke ondan geri almasını bilirdim!

Ona bundan sonra öz oğlunu bile bir “plan” uğruna öldürtebilecek Fırat Ilgazla geri kalan hayatında başarılar dilemekten başka seçeneğim kalmamıştı.

Ben elimden geldiğince alttan almış ve tolere etmiştim.

Pandorunun kutusu açılmıştı ama açılırken sadece sırları ortaya dökmemiş, oyuncuların yerini de yeniden kurgulamıştı.

Elbette Ahmete güvenmiyordum Süleymana güvendiğim kadar ama Süleymanın içini yavaş yavaş ama acı vere vere yiyecek kıskançlık babama çok büyük bir kayıp verdirmişti.


Babam vezirini kaybetmişti ve ben de onu Şah-Mat yapmadan bu oyuna son vermeyecektim!

Evet, bundan sonraki süreç daha sancılı ve yıpratıcı olacaktı ama artık tek sancıdan kıvranan ben olmayacaktım.

Benimle birlikte onlarda yıpranacaktı!

Loading...
0%