Lütfen yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın ❤️🥰😢
Canım kızım, annen benim yüzünden çok incindi. Sırf doğal ve kendi olduğu için bile hayatta en sevdiğim diğer insan tarafından kaç defa rezil edildi hatta defalarca aşağılandı ve ben çoğu zaman hiçbir şey yapamadım.
Çünkü insanın annesinden zarar gelmez değil mi?
Ben de böyle düşünüyordum. Anne bana göre bir insanın hayatında onu en çok koruyan ve destekleyen kısacası insanın en güvenli olduğu yerdir.
Ben bunu kaybettim...
Güvenli alanım beni güvensizliklere itti. Berfu'nun anne yarası olduğunu düşünürdüm ben hep ama şu an fark ediyorum ki en yaralı benmişim. İlk günlerde bile annem bunu belli etmiş ama ben anlamamışım...
Keşke anlasaydım belki de şu an da hayatım daha farklı olabilirdi.
Benim çok sevdiğim bir nörolog var canım kızım.Sigmund Freud'un psikoloji adında yaptığı çalışmalar harikadır.(Şu an yeni bir keşkem daha oldu sana bunları yazarken. Keşke senle saatlerce bunun sohbetini yapabilseydik baba-kız ama... Neyse konudan koptum hoş gör bu yaşlı adamı canım kızım).
Ünlü bir doktor olan Freud kızına bir mektup yazıyor. O mektupta benim yaşadığımı harika özetliyor. Kızına:"Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez.
Fizik kurallarına göre; sırtını dayadığın bir nesne birdenbire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin. Yani bunun güçsüzlükle alakası yok."demiş. Ben en güvendiğimden değil direk güvenimi oluşturan kişiden uçuruma itilmiştim.
En zoru da küçükken ağladığımda başımı okşayan insanın artık seni ağlatmasıydı...
Eve gelmiştim. Hemen üstümü değiştirip rahatlamak için duşa attım kendimi. Ayaz şu an planı uygulamak için çalışmalara başlamıştır. Gerçi şu an tek umurumda olan şey onu görmek. Akşam yemeğini en iyisi ailemin evinde yemek. Belki bana yemek servisini o yapar ve ben onun bu sayede kokusunu içime çekerim. Kokusu ismi gibi mi acaba.
Ne diyorum ben ya!
Kendine gel Alparslan!
Ne yapacaksın kızı mı koklayacaksın sapık gibi hem zaten kırılgan birine benziyor. Benden korkmamalı, ürkmemeli hem zaten benden niye ürksün ki?
Değil mi alt tarafı dünyanın en tehlikeli mafya topluluklarından birinin liderisin ne olacak ki? Bu düşünceyle yumruk olan ellerimi fayansa sert bir şekil de koydum.
Kafam allak bullak. Düzgün düşünemiyorum bile. Saçmalıyorum. Onu sadece düşünmek bile bütün sistemimi çökertiyor.
Suyun altındaki bedenimdi ama ruhum ıslanıyordu. Suyu kapattım. Lacivert banyo havlusunu belime sardım. Elime bir tane de küçük lacivert havlu alıp saçlarımı kurutarak giysi bölümüne giderken telefonum çaldı. Elimdeki havluyu yatağa atıp arayana baktım. Arayan Yağmurdu.
-Merhaba Arslan , kusura bakma bu saatte rahatsız edi...
-Alparslan!
-Anlamadım?
-İsmim Alparslan benim Yağmur! Ayrıca rahatsız olsam açmazdım.
-Şey Mertler, Arslan dedikleri için ben şey...
-Onlar dediğin gibi Mertler, Yağmur! Neyse bir sorun mu var?
-Yok şey ben özür dilerim öncelikle.
Uzatmayı ne zaman bitirecekti ki ben de hemen giyinip onun yanına gideyim.
Sinirlenmiştim!
-Yağmur işim var kısa mı kessen?
-Yaaa! İşin mi var, ben de akşam bir yerlere falan gideriz diye düşünmüştüm hem Mert'te gelecek.
-Yok işim var benimhadi kendine iyi bak!
Hayır ben ona görmek için çırpındıkça her şey uzadı da uzadı. Neyse sinirlenmemeliyim, onu göreceğim. Kıyafetlerin olduğu odaya girdim. Onu düşünmek bile beni mutlu ediyordu. Islık çalarak kıyafetlerime bakıyordum. Normalde hemen birini seçer giyerdim ama şu an giysi odasında hangisi beni ona daha yakışıklı gösterir diye düşünüyordum.
Lacivert iyidir ya. Lacivert sade bir tişört ve gri eşofman altı. Bu da çok mu salaş duruyor? Yok ya! Zaten sabah resmen batırmıştım. Böyle spor giyinerek kimseyi umursamıyorum imajı çizmek daha iyi olurdu. Nedense içimden bir ses çok nadir böyle spor gezmeme rağmen spor giyinmem gerektiğini söylüyordu.
Giyinip, saçlarımı kurutmadan aşağıya indim. Dışarıda felaket bir yağmur yağıyordu. Dışarıya çıkar çıkmaz sağ kolumuz olan Süleyman koştu. Şemsiyeyi açtı. Annemlerin evine doğru yürümeye başladık. Keşke kar yağsa yağmurun yerine. Kışı o kadar özledim ki...
Kar tanesi bana yağmuru getirdi. En nefret ettiğim şey yağmurlu havalardır. En sevdiğim havalar ise karlı havalardır. Bu aklımda bir soru işareti oluşturdu. Ben düşüncelerimle boğuşurken eve geldik. İçeri girdiğimde annem de mutfaktan çıkıyordu. Yüzündeki en belirgin ifade şaşırmaydı.
-Oğlum! Senin ne işin var burada?
Kaşlarım çatıldı direkt.
-Ailemin evine gelmem suç mu anne?
-Hayır, yani öyle demek istemedim. Sen normalde ısrarlarıma rağmen bizle yemeğe ayda yılda bir kere gelirsin ya! Şu anda seni görünce sadece şaşırdım.
-Umarım bir tabak daha yemeğin vardır. Dedim hafif muzip ve sevecen bir tavırla.
Çünkü gergin ve heyacanlıydım ve nedense annemin bunu fark etmesini istemiyordum. Annemin hafif sitemli bir tavırla nasıl olmaz gibi sözlerini dinledikten sonra beraber salona doğru gittik.
Gözlerim onu arıyordu ama o yoktu. İtiraf ediyorum ki bu beni üzdü. Masaya üzgün bir halde oturdum. Biraz sonra kardeşlerim geldi. Onlarda sanki olağanüstü bir olaymış gibi yemeğe gelmeme, annemin tepkisine benzer bir şekil de davrandılar. Sadece onlar şaka yaparak biraz da alay ederek yemek masasına oturdular.
Babamın gelmesini bekliyorduk ki servis başlasın biraz onu da bekledikten sonra babam da gelince servisler başladı. Gülsüm çorbaları doldurmaya başladı. Yayla çorbası vardı. Biz çorbaları içerken Gülsüm ve Safiye teyze diğer servisi açmaya başladılar.
Tam o sıra da babamın kaşığı yere düştü. Hepimiz ona baktığımızda donmuş bir şekil de karşıya bakıyordu. Kafamı çevirdim, çevirmemle nefesim kesildi. Elinde ki tabaklarla buraya geliyordu. Nefes alamıyordum. Almam lazımdı. Bunu yine ilk fark eden Demir oldu, Demir sadece beni mi izliyordu?
-Abi yine rengin gitti... Baba! Senin de gitti. İyi misiniz?
Demir'in bunu demesiyle babamla aniden birbirimize döndük. Aramızda değişik bir bakışma geçti. Ondan sonra babamın yüzünde buruk bir gülümseme oluştu. Safiye teyze babama hemen yeni kaşık verdi ve o da yemeğini yemeye devam etti.
Daha ne olduğunu anlamadan önümdeki kase alındı ve temiz bir tabak koyuldu. Kafamı aniden çevirmemle saçlarının kokusu burnuma doldu. Çiçek kokusu olarak hayal ettiğim saçların asla alakası olmaması itiraf ediyorum ki beni şaşırttı. Belki delirmiştim ama bir ferahlık, bir buz kokusu vardı.
-Alparslan bey! Patates oturtmamı istiyorsunuz yoksa karnıyarık mı?
Benle konuştu. Buz mavisi gözleri pür dikkat bana bakıyordu. Cevap vermem gerek. Yutkundum.
-Sence hangisi daha güzel olmuştur?
Şaşırdı. Sanırım şaşıran tek o değildi çünkü bunu ona dememle masadaki kaşık, çatal sesleri aniden kesildi. Etrafına baktı, kızarmaya başladı. Bir, iki defa ağzını açtı en sonunda cılız bir sesle karnıyarık dedi.
-O zaman ondan alayım.
-Peki efendim...
Sonralara doğru sesi yine düştü. Benim servisimi bitirip, anneminkiyle ilgilenirken annemin azarlamasıyla onu izlemeyi bırakıp anneme döndüm.
-Bu ne pasaklılık böyle, ne elinden bir iş gelir ne de temizlik bilirsin! Bu ayakkabılarının haline böyle? Çabuk iştahımız kaçmadan salonu terk et!
Annemin onu aşağılamasıyla direk bana baktı. Gözleri dolu doluydu. Kısık bir sesle özür dileyip, koşarcasına evden çıktı. Yine canım acıyordu. Sinirle anneme döndüm.
-Ne yapıyorsun anne! Kıza niye böyle davrandın!
-Ayakkabılarını görmedin mi? Burası bir ev, hem ayrıca sana ne Alparslan! Ne oluyor? Bu tavırlar ne böyle? Karşında annen var senin!
-Ailemle yemek yemeye geleyim dedim. Geldiğim her yemeği zehir ettin anne!Ayrıca bana bir şey olduğu yok neyse size afiyet olsun!
-Fırat! Bir şey demeyecek misin?
Annemin sinirle ve hınçla babama dönmesine karşılık, babam sakin bir şekilde ağzını silip, ayağa kalkıp, afiyet olsun dedikten sonra yine sakin sakin merdivenlere yönelip yukarı çıktı. Ben de ardında babamın aksine bir hışımla kalkıp, dış kapıya doğru yöneldim.
Kapıyı sinirle açıp yine hiçbir korumanın yanıma gelmesini istemediğimi belirterek sinirli sinirli yağmurun altında eve doğru yürüyorken çardağın orada( her evin arasında bir çardak vardır) ağlama sesi duydum. Aniden durdum, yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Oradaydı.
Saçları, bütün kıyafetleri ıslanmıştı. Ona doğru yaklaştıkça kucağında bir şey fark ettim. Beyaz renkte ayakkabılar. Bu annemin, Berfu'yu azarlamasına neden olan ayakkabılardı. Ayağında çorapla çardakta oturmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Göz yaşları beni boğuyordu. Yanına gittim. Beni fark etmesiyle hemen ayağa kalktı.
-Alparslan bey! Ben çok özür dilerim. Lütfen beni affedin.
-Neden seni affedeyim ki?
-Haklısınız efendim çok haklısınız( arada içini çekiyor) lütfen beni affedin, ne olur!
-Beni yanlış anlıyorsun. Sen azarlanacak ya da affedilmesi gereken bir şey yapmadın, asıl ben özür diliyorum annem adına!
-Lütfen böyle konuşmayın. Asu hanım haklı! Ben böyle bir ayakkabıyla çıkmamalıydım. Ama yemin ederim ayakkabılarım kirli değil, yani o gözüken siyah şeyler kir değil....
Sona doğru hem sesi kısıldı hem de başını eğdi. Beyaz çoraplı ( yağmurdan koyu gri hatta siyahlaşmaya başlamıştı çorapları) ayaklarını saklamaya çalışıyordu. Utanmıştı. Zaten hem ağladığından hem de yağmur yağdığından ve bu yağmurda sırılsıklam olduğundan kırmızı olan burnu ve yanakları iyice kızarmıştı. Bu güzelliğine sevimlilik katmıştı.
-Kir de olabilir başka bir şey de! Yani bu bizi ilgilendirmez. Ama eğer ayakkabıya ihtiya....
Aniden başını kaldırdı, böylelikle benim cümlem yarım kaldı. Tekrar gözleri dolmuştu. İçimden kendime saydırdım.
-Bu ayakkabıları tekrar başka hiçbir yerde bulamam.(Bekledi. Bir şey söylemek istiyordu ama kararsızdı) Bu ayakkabılar bana şans getirsin diye giydim. Asu hanım sabah size çarptığım için çok pişman olduğumu anlayıp bana bir şans daha verdi. Ben de bu ayakkabılar şans getirsin diye giymiştim.
Onunla ilk defa bu kadar uzun konuşuyordum ve bacaklarım titremeye başlamıştı. Heyecanlıydım. Kendimi liseli ergenler gibi hissediyordum. Buna rağmen çokta mutluydum çünkü benimle konuşuyordu. Aynı zamanda çokta üzgündüm, ağlıyordu. Bu duyguları daha doğrusu birbirine zıt bu duyguları aynı anda yaşamak... Oturmam lazımdı. Çardaktaki sandalyeye oturdum. Beni izliyordu.
-Sen de otur lütfen!
İlk başta karasız kaldı ama daha sonra benim ısrarlı tavrım karşısında yanıma oturdu daha doğrusu aramıza resmen uçurum koymuştu. Neden bu kadar uzağa oturmuştu ki? Hem az önce şans mı demişti?
-Şans dedin! Eğer özel değilse bu şanslı ayakkabıların önemini duymak isterim!
Kafasını kaldırdı. Yüzünde bir ara tebessüm gördüm sanki. Bu kadar mutlu olacağını düşünmemiştim. Ayrıca şu an benden daha mutlusu da yoktu. Yine kararsız kaldı. Ona güven verici bir şekilde gülümsedim. Belki de bundan da cesaret anlatmaya başladı.
-Bu ayakkabılar bana, annemin ilk ve son hediyesi! ( konuşurken dudağının kenarında ki gamzeleri belli oluyordu) Annem hep çalışmak zorunda kaldı. Bu yüzden beni anneannem büyüttü. Dürüst olacağım, annemle aramızda bir samimiyet yoktu. Her zaman bana karşı soğuktu. Anneannem her ne kadar bunu saklamaya çalışsa da başarılı olamıyordu. Çünkü bilirsiniz Alparslan bey, bir insanın sizi sevip ya da sevmediğini hisseder insan ( gözleri doldu tekrardan ve buruk bir gülümsemeyle baktı bana). Lise üçe gidiyordum. O zamana kadar hep derslerim iyi olduğu için annem hediye almıştı. Bu üstündeki siyahımsı şeyler ip. Yırtılınca kendim dikiyorum, annemden hatıra diye. Yemin ederim kir değil Alparslan bey! Yemin ederim. Ben asla sizin gibi bir aileye böyle bir hakaret yapmam, lütfen affedin beni, ne olur!
İçimdeki hissi tarif edecek olsam sanki ruhum artık tek başına acı çekmekten usanmış bu yüzden bedenimi de yanına almıştı. Tam göğüs kafesimin ortasında ağrı yoktu ama sanki yangın vardı.
Nefes alıyordum ama o nefesin artık ciğerlerimde bir değeri yokmuş gibiydi. Eğildim ve spor ayakkabılarımı çıkardım. Berfu'nun önünde diz çöktüm. Hemen ayağa kalkmaya çalıştı ama izin vermedim. Çoraplarını çıkardım. Ayakları buz gibiydi.
Ayakkabılarımı ona giydirdim. Şoka girmişti galiba."Alparslan bey "dedi ama umursamadım. Daha fazla burada beklememesini söyledim ve koşarcasına eve doğru çıplak ayak yürüdüm.
Şu an tek hissettiğim annesini kaybetmiş bir kadına karşı utançtı...