@nurita
|
Lütfen yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın🩵🫢🥰☘️
Odama girmeden önce Ahmet’e sade bir kahve getirmesini söyledim. Odama girer girmez masama geçtim. Bakışlarım saate kaydı. Saat 12.10’du. Daha ikiye iki saat vardı. O sıra birkaç dosyayla ilgilensem benim için iyi olurdu. Kırmızı kapaklı dosyayı önüme almamla kapı çaldı. “Gir!” dedim. Ahmet elinde beyaz bir fincanla içeri girdi. Başını hafif bir eğme hareketiyle eğip selam verdikten sonra fincanı masaya koydu. O sırada masanın üstünde olan telefonumdan bildirim sesi geldi. Ahmetle bakışlarımız saniyelik birbirine tutundu. Telefonumu elim aldım. Mesaj Diegodandı. Mesajda yazan şeydu: “Mi dispiace, fratello! (Üzgünüm, kardeşim!)”. İstemsizce gülümsedim. Bana yapılanlarla asla alakası olmayan birinin bu yüzden kendini üzmesi bana daha da koyuyordu. “Sen elinden geleni yaptın! İyi ki senin gibi bir kardeşe sahibim!” yazıp, Diegoya gönderdim. Telefonumu masaya geri koyup bakışlarımı Ahmet’e çevirdim. O da pür dikkat bana bakıyordu. “Çık, odadan!” dedim ve bakışlarımı önümdeki dosyaya verdim. Birkaç dakika sonra bakışlarımı hala odadan çıkmayan Ahmet’e çevirdim. Tek kaşım sorgular şekilde havaya kalktı. “Şey… Abi seni yemeğe bekliyorlarmış.” dedi Ahmet utana sıkıla. Kafamı “Anladım!” der gibi sallayıp konuşmaya başladım. “Onlara de ki Alparslan diyete başlamış. Formuna dikkat etmesi lazımmış. Çünkü çok yakın bir zamanda yaralanmış. Her an tekrardan Topluluk için vurulabileceği için bünyesine çok dikkat ediyormuş, de!” deyip buz gibi gülümsedim. Ahmet şoka girmiş bir şekilde bana bakıyordu. Bana çaresizce bakıp konuşmaya başladı. “A… Abi… Ben nasıl bunu diyeyim?” diye kekeledi. Güldüm tekrardan. “Bana bülbül gibi şakıyorsun Ahmet! Onlara da şakırsın!” dedim. Ahmet kızarmaya başladı. Başımla kapıyı işaret ettim. Ahmet boynu bükük bir şekilde “Peki, abi…” dedi ve odadan ağır adımlarla çıktı. Sabır gerekiyor. En çok sabır yoksa ben burada en son da delireceğim! Bakışlarım saate kaydı. Saat 12.55’ti. Ardayla buluşmadan birkaç tane daha dosya bitirmem gerekiyordu ama çevrem resmen anlaşmış gibi buna engel olmaya çalışıyordu.
Mert büyük bir özgüvenle masamın karşısındaki iki kişilik olan ofis koltuğuna oturdu. Hakan ise Mert’e bakıp bana yandan çekingen bir bakış atarak Mert’in solundaki tek kişilikli koltuğa oturdu. Ayaz ise o kadar üzgün görünüyordu ki içim sızlayabilirdi ama bugün o da gerçek yüzünü göstermişti. Mert hala ayakta olan Ayaz’a dönüp “Otursana, kardeşim!” dedi. Ayaz çekine çekine Hakanın karşısındaki Mert’in ise sağındaki tekli koltuğa oturdu. Gözleri kızarmıştı. Yüzünün kızaracağı yerde gözlerinin kızarması… “Neden yemeğe gelmedin?” diye sordu Mert. “Gir, dedim! Oturun demedim!” dedim Mert’in sorusunu umursamadığımı belli ederek. Konuşmam Ayaz ve Hakanı daha da tedirgin etti. Mert ise bu tavrıma gözlerini kısarak baktı. Mert hafifçe öne eğilerek “Artık böyle mi olacak?” diye konuştu. Güldüm. “Ne oldu ki?” diye alayla gülüp ofis sandalyeme yaslandım. “Hakem heyeti geldi ve gerçekler ortaya çıktı ama buna rağmen bize küsmen… Çok saçma!” dedi Mert. “Hakem heyeti oylama yaptı. Gerçekler sonucunda hainler cezasını çekmedi, bu bir! Küsmek sevdiğin kişiye dargın olunca ve bunun sonucunda yapılan bir eylemdir. Onu öldürmeye çalışanlara karşı verilen bir tepki değildir. O yüzden bizde bu da yok, bu da iki! Odamdan çıkın! İşlerim var, bu da üç!” deyip bakışlarımı önümdeki dosyaya indirdim ve onunla ilgilenmeye başladım. Mert derin iç çekip “Alparslan…” diye konuşmasıyla Ayaz tarafından lafı bölünmesi bir oldu. “Ben özür dilerim, kendi adıma!” dedi. “Ayaz!” diye uyardı Mert. “Mert, kes sesini!” diye konuştu Ayaz sinirle. Mert’in şaşırdığını görmeden bile hissettim. “Biliyorum. Biz birbirimize kardeş dedik!” İç çekti. “Ve bugün bir kardeşin diğer kardeşe yapmaması gereken bir şey yaptık!” deyip sesi titredi. “Senden bunu istemeye yüzümüz yok ama lütfen eskisi gibi olalım!” dedi. Dosyadan başımı kaldırdığımda sol gözünden gözyaşı damlayan Ayaz’ı gördüm. Sinirle gözyaşını sildi ve bana kızarmış ve dolu gözleriyle umut dolu bir şekilde baktı. Bakışlarımı ondan alıp saate çevirdim. Saat 13.53’tü. Tekrardan Ayaz’a dönüp. “İşlerim var! Çıkın odadan!” dedim. Ayaz’ın yüzünde üzgün bir gülümseme belirdi. “Şu an böyle bir konuşmanın olması çok saçma!” dedi Mert. Onu umursamadan şirketin telefonunu elime aldım ve onlara dönerek “Kendi hür iradenizle mi çıkarıyorsunuz yoksa ben güvenliği mi arayayım?” diye tek kaşımı havaya kaldırarak sordum. Hakan başını iki yana sallayarak “Ben demiştim buraya gelmemiz iyi bir fikir değildi diye!” deyip ayağa kalktı ve odadan çıkmak için yürümeye başladı. “Hata yapıyorsun! Topluluk’u bölüyorsun şu an!” deyip Hakan gibi odadan çıkmak için ayağa kalktı Mert. Ayaz ise yorgun bir şekilde ayağa kalktı ve ben dâhil odadaki herkesi şaşırtacak soruyu sordu. “Gitmeden önce bir kez sana sarılabilir miyim?” diye sordu. Karşımdaki adam otuzuna yaklaşmış biri gibi değil de sanki beş yaşındaki bir çocuk gibiydi. Maalesef bizim hayatımızda çocukların bile ayrıcalığı yoktu. Şaşkınlıktan sıyrılıp “Odadan çık! İşlerim var!” dedim. Hakan ve Mert odadan hızlıca çıktı. Ayaz ise bana üzgün gözlerle bakıp başını eğerek yavaşça çıktı. Saat 14.01’di. Hemen şirket telefonundan sekreterimi aradım ve asla rahatsız edilmek istemediğimi, ne olursa olsun odaya kimseyi almamasını söyledim. Ayağa kalktım. Kapının bir metre sağında ahşap sehpalı gramofonuma “Beethoven - Moonlight Sonata’nın” plağını koydum. Bu eşsiz parça odayı doldurmaya başlarken gözlerimi yumup birkaç dakika kendimi bıraktım. Gözlerimi açıp derin bir nefes aldım. Odamdaki gizli odayı yakınlarımın hepsi bilir ama gizli odamdaki gizli geçidi kimse bilmez. Tek bilen kişiyle de şimdi konuşmaya gidiyordum. Masamın arkasındaki deniz fenerli, mavi tonların her rengini barındıran tabloyu kaldırınca gizli duvar açılmaz çünkü özel ve gizli bir mekanizması var. İki defa sağa bir defa sola çevirerek duvara gömülü kapı hafifçe aralanır. Kapıyı hafifçe itmekle de karşıma küçük bir ev çıkardı. Yatak odası, küçük bir mutfak ve banyodan oluşan küçük bir ev... Bazı geceler eve gitmek istemezdim. Bu bazı geceler Berfu’dan önce sıklıkla yaşanırdı. O hayatıma girdikten sonra her şey değişti. Küçük beyaz kapakları olan mutfağıma yürüdüm. Üstte üç, altta iki tane dolap kapağı vardı. Sağdaki dolap kapağını açtım. Sağ elimi en arkadaki dolabın suntasına iki defa sağ üstüne, üç defa da sol üste bastırdım. Çıt diye bir ses gelmesiyle mutfak dolabı geri gitmeyi başladı. Böylelikle kimsenin görmediği tünelin kapağı açılmış oldu. Dolap tamamen geri çekilince eğilerek içeri girdim. Mutfak dolabını geri itmemle kapı kapandı. Gri duvarları olan karanlık tünelden ilerlerken hareket sensörleri yanmaya başladı. Koridorun soğukluğu beni rahatlatıyordu. Aşağı doğru eğimli olan koridorda yaklaşık beş dakika yürümeye devam ettim. Arda oradaydı. Başında her zamanki siyah spor şapkasıyla duvara yaslanmış bir şekilde beni bekliyordu. Kısa sürede yanına vardım. Sırtımı ve başımı duvara yaslayıp gözlerimi kapattım. Kollarımı göğüs hizamda birleştirdiğim için üstümdeki gömlek de gerilmişti. “Yorgun gibi gözüküyorsun abi!” dedi Arda. Güldüm neşesiz bir şekilde. “Gibisi fazla Arda. Yorgunum…” dedim. Birkaç dakika konuşmadan durduk. Yine sessizliği Arda bozdu. “Hakem heyeti çok saçma bir karar vermiş abi!” dedi fısıldayarak. Başımı iki yana salladım. “Bu kararı vereceğini biliyordum zaten. Hakem heyeti Topluluk’un ana üyelerinden oluşuyor. E beni vuranlar da onlar. Asıl tam tersi karar çıksaydı şaşırırdım.” dedim. Arda şaşırmıştı. Gözlerim kapalı olsa da fark etmiştim bunu. “Abi yanlış anlama ama… Yani o zaman neden çağırdın ki?” diye sordu çekinerek. Gözlerimi açıp başımı ona çevirdim. “İki nedeni var. Birincisi karşımdaki öz babam da olsa asla kimseye acımayacağımı göstermek, ikincisi de bıktım artık sahte dostluklardan, sahte insanlardan ve sahte ilişkilerden! Çevrem bana “kardeşim” diyen ama kardeşlikle alakası olmayan insanlarla dolu. Taraflarını öğrenmem gerekiyordu.” dedim. Arda’nın şaşkınlıkla büyüyen gözlerinde sadece şaşkınlık değil aynı zamanda hayranlık da vardı. Samimi bir tebessüm gönderip tekrardan gözlerimi yumdum. Burası garip bir şekilde beni sakinleştiriyordu. “Kesin onları böyle kandıranların elebaşı Murat Özdoğan’dır.” dedi Arda büyük bir nefretle. İç çektim. Aklıma Ardayla tanışmamız gelmişti. Bundan yaklaşık üç yıl önce bir gün bizim infaz deposunda birinin acı çığlıklarını duymuştum. Topluluk’a ihanet edenlerin götürüldüğü yer altındaki işkence deposu… O acı çığlıkların arasında tek bir cümle vardı: “Ben hain değilim!” Bu benim dikkatimi çekmişti çünkü depoya götürülenlerin kanıtlanmış ihanet belgeleri olurdu. Bu yüzden kimse bunu demezdi. Tek istedikleri oraya götürülenlerin ölmekti. Bu yüzden adımlarım benden istemsizce oraya gitti. Depo demir parmaklıklarla odalara bölünmüştü. En sondaki parmaklıkta da Arda, Murat Özdoğan’ın adamları tarafından işkenceye uğruyordu. Sandalyeye bağlanmıştı. Üstünde sadece kandan kıpkırmızı olmuş bir boxer vardı. Üst bacağını diz kapağına kadar yarmışlardı ve içine tuzlu su döküyorlardı. Beni ilk fark eden Ardaydı. Yüzü yara bere içinde kalmıştı ölmek üzereydi. Beni görünce ağzı kulaklarına varmıştı. “Ben suçsuzum! Sen liderimizsin! Bana yardım et!” demişti. Bu kaşlarımın havalanmasına neden olmuştu. O kadar büyük ve kendinden emin bir özgüvenle konuşmuştu ki bu herkesi şaşırtmıştı. En çok ta beni… Tuzlu suyu döken adam “Kes lan sesini!” deyip Ardaya yumruk atmıştı. “Dosyasını getirin!” demiştim o zaman. Ama adamlar dosyanın olmadığını ve buraya getirme emrinin de Murat Beye ait olduğunu söylemişlerdi. Bu beni kuşkulandırmıştı. Ardayı araştırdığımda da Murat Beyin davalarından birinde karşı tarafta olan bir adamın dört yaşındaki küçük kız çocuğuna sadece çikolata aldığı için Ardayı buraya gönderdiğini öğrenmiştim. Masum olan bir kız çocuğuna verilen bir çikolata bile Topluluk için bir öldürme nedeni olabilirdi. Asıl kötü olan da buna şaşıramamamdı. Topluluktan her şeyi beklerdim. Kendi üyeleri hariç diğer bütün insanlar ona göre insan bile değildi. Oysa bana göre biz hariç insan olan ya da insan kalabilen onlardı. Daha da kötüsü asıl hatalı olan taraf bizdik ama bu kimsenin umurunda değildi. Önce Ardayı ölü gösterip oradan kurtarmıştım daha sonra da babasını cezaevine attırıp öldürdüğümüz masum adamın o küçük kızını yani Defneyi annesiyle birlikte yurt dışına gönderip güzel bir hayat sağlamıştım. Bu benim canavar olduğumu değiştirmiyordu ama artık kanla kaplı ellerimin vicdanıma olan ağırlığını biraz da olsa iyi gelmişti. “Defne nasıl?” diye sorup Ardaya baktım. Yüzü sinirden kıpkırmızı olan Arda’nın aniden yüzünde güneş açtı. “Üçüncü sınıfa geçecek bu sene. Annesinin de onun da durumu çok iyi abi!” dedi. Arda’nın yüzünde açan güneşin ışıkları öğrendiklerimle benim yüzüme de yansımıştı. “Günler sonra ilk defa bu kadar güzel bir haber aldım… Neyse artık biraz da iş konuşalım!” dedim konuyu daha fazla uzatmadan. Arda aniden ciddileşip pür dikkat beni dinlemeye başladı. “Ayazların, Mertlerin ve Hakanların ailesi ya da kendileriyle ilgili açıklarını bulmanı istiyorum!” dedim. Arda bana çaresizce bakıp “Abi, yanlış anlama ama zaten bir açıkları olsa bilirdik. Denetleme timi her an gözlem yapıyor ya!” dedi. “Evet!” anlamında başımı salladım. “Haklısın ve aynı zamanda haksızsın Arda!” dedim. Arda kafası karışmış bir şekilde bana bakmaya başladı. “Onu denetleyenler kim?” diye sordum. “Biz abi!” dedi. “Aynen öyle ve o yüzden hata bulmamız daha zor!” dedim. “Abi, ben şu an beynim yokmuş gibi hissediyorum. Hiçbir şeyi anlayamıyorum!” dedi. “İnsanoğlu sevdiklerinin kusurunu görmemeye meyillidir. Bu yüzden onlar bizden, bizim ailemizden olduğu için göremiyoruz. Tamam, denetim ekibi üst düzey bir tim ama ne de olsa bizdenler. Bizim yani Topluluk’un kusurlarını görmek için değil, onu korumak için çalışan bir tim ama biz öyle olmayacağız!” dedim yüzümdeki sinsi gülümsemeyle. Arda kocaman olmuş gözlerle bana bakıyordu. Birkaç adımla yanına yaklaşıp kulağına eğildim. “Karşımızda düşmanlarımız varmış gibi davranacağız, davranacaksın!” dedim yüzümdeki sinsi gülüş büyürken. Benim yüzümdeki sinsi ifadenin aynısı Ardada da oldu. Arda’nın Murat Özdoğan’dan intikam almak için yıllardır benden izin bekliyordu ama ben Topluluk’un ana üyelerine ihanet etmek istememiştim. Şimdi fark ediyorum ki cellatlarıma merhamet göstermişim! “ Fazla merhamet kendine ihanettir!” Dedem her zaman bunu derdi. Şimdi bunu en acı şekilde tecrübe etmiştim. “Emir anlaşıldı patron!” dedi Arda neşeli bir tonda. Gülerken sol gözümü kırptım. “Gideyim o zaman ben abi!” dedi. “Tamam!” anlamında başımı aşağı-yukarı salladıktan sonra Arda arkasını dönüp birkaç adım atmıştı ki aniden geri döndü. Ani hareketi beni afallattı. “Ne oldu?” dedim şaşırarak. Yanıma gelip iki kolunu açıp tam bana sarılacaktı ki kendini geri çekti. “Şey, abi özür dilerim! Ben seni o olaydan sonra böyle karşımda göremeyeceğim diye çok korkmuştum!” elini ensesine atıp kasılarak “Yani… Öyle… Abi…” dedi kekeleyerek. Merhamet dolu bakışlarım Ardayı buldu. “Gel, lan buraya!” deyip kendime çektim onu. Sıkıca sarıldım. Ona sarılırken Demir ve Melis’e sarıldığım zaman hissettiğimi hissediyordum. Ardayla ayrıldığımızda gözleri kızarmış ve yaşlarla dolmuştu. “Lan! Ne oluyor sana?” dedim şakacı bir ifadeyle. Sırtını sıvazladım. Arda hemen kafasını yere eğip gözlerini sildi. “Abi, şey… Soğan doğradım da!” deyip sırıttı. İkimiz de gülmeye başladık. Saçını karıştırdım. Ardayla aramızda altı yaş vardı ve o benim diğer küçük kardeşim gibiydi. “Neyse hadi git artık! Su uyur düşman uyumaz!” dedim şakacı bir ifadeyle. “Tamam!” deyip arkasını döndü ve yürümeye başladı. Benim de gitmem lazımdı. Büyük ihtimalle Fırat Ilgaz yanıma gelecekti. Bu yüzden yorgun ama hızlı adımlarla yokuşu çıktım. Tekrardan gizli geçidin önüne gelip kapağı açtım. Mutfak dolabı geri çıkınca ben de kenara çekildim. Mutfak dolabı tamamen açılınca içeri girdim. Mutfak dolabını tekrardan kapatıp çalışma odama gitmek için diğer gizli kapıyı açtım. Kapıyı açmamla Fırat Ilgaz’ı üçlü koltukta oturmuş bir şekilde görmem bir oldu. Plağı da durdurmuştu. “Çok uğraştım ama kapı açılmadı?” dedi tek kaşı havada. Kilidi ve şifreyi değiştirmiştim. Bezgince nefesimi verip “Açılması mı gerekiyordu?” dedim ben de ofis sandalyeme oturarak. Önüme yeni bir dosya açtım. Ben raporlarla ilgilenirken o sadece bana baktı. Tahmini yirmi dakika aramızdaki sessizlik devam etti. “Hakem heyeti kararını verdi. Bu yüzden böyle devam etmenin anlamı yok!” dedi sakince. “Karara itirazım olmadığı halde neden ısıtıp ısıtıp önüme bunu koyuyorsunuz?” dedim bakışlarımı dosyadan ayırmadan. “Neden böyle davranıyorsun o zaman?” diye yine sakince sordu. “Her zamanki gibi davranıyorum ama her hareketimden şüpheleniyorsanız, yarası olan gocunur, demişler!” dedim yine bakışlarımı dosyalardan ayırmadan. Birkaç dakika odaya yine sessizlik hâkim oldu. “İyi bir baba olamadığımın farkındayım… Özellikle de sana ama bilmiyorsun. Geçmişte ne yaşadığımı ve ne yaşadığımızı bilmiyorsun. Ben…” diye konuşmaya başlarken lafını kestim. “Senin olmayan vicdanını benle rahatlatmaya çalışmana izin vermeyeceğim!” dedim sertçe. “Ayrıca aleyhime oy kullanıp da utanmadan hala benle konuşmaya çalışmanız kadar adice bir durum yok! Beni geçtim bari babandan utan!” dedim. “Dedem her zaman bizlere “Bir adam temiz ve pürüzsüz değilse, gurur konusunda gerçekten yapabileceği hiçbir şey yoktur!” derdi. Buna rağmen hala gururlu ayakları çekmeyin bana!” dedim sinirle. Fırat Ilgaz’ı ilk defa bu kadar bozguna uğramış, görüyordum. “Şimdi odamdan çıkarsan eğer bana devrettiğin bu cehennemle ilgilenmem gerekiyor!” dedim. Fırat Ilgaz bana uzunca bakıp ayağa kalktı ve yavaş adımlarla kapının önüne gitti. Odadan tam çıkacakken bana yine bakıp kapıyı yavaşça kapattı. Başımı iki yana sallayıp önümdeki dosyaya döndüm. Bu dosyayı da bitirip eve gitmek istiyordum. Aklıma gelen fikirle istemsizce gülümsedim. Telefonumu çıkarıp Ahmet’i aradım. Ahmet’e güzel bir papatya buketi yaptırmasını söyledim. Papatya Berfu’nun en sevdiği çiçekti. Ben ise en sevdiğim çiçek oydu. Buz mavisi gözleriyle bana bakan o dünya güzeli kadındı. Onu düşünmek bile ruhuma ve bedenime iyi geliyordu. Bu aralar aramız biraz kötüydü. Bugün bunun son bulmasını istiyordum. Ona ihtiyacım vardı. Bu yüzden artık aramızdaki küslük bitmeli ve biz aşkımıza devam etmeliydik! Ahmet’ten gelen mesajla ayağa kalktım. Bugünlük bu kadar yeterdi. Ayağa kalktım ve odadan çıktım. Asansöre ilerlerken Ahmet’in de orada olduğunu fark ettim. Asansör gelince asansöre binip otoparka indik. Benim için çalışır vaziyette olan Vitoma bindim. Papatya buketi de arabadaydı. Bu gülümsememe neden oldu. Vitomun hareket etmesiyle yolculuğumuz başlamış oldu. O sırada başımı geriye yaslayıp gözlerimi yumdum. Yaklaşık kırk dakika sonra evimizin bahçe kapısının önüne gelmiştik. Demir kapıdan girdikten sonra Vitom benim evime doğru gitmeye başladı. İçim kıpır kıpırdı. Garip bir heyecan bedenimi esir almıştı. Otuz yaşıma az kalmasına rağmen buz mavisi gözlere sahip bir kadına çiçek vereceğim için resmen kalbim heyecandan hızlanmıştı. Onun yanında ergen biri gibi hissediyordum. Bu beni yine güldürdü. Vitomun evimin kapısının önünde durmasıyla elime papatya buketini alarak arabamdan indim. Bakışlarım etrafı tararken dikkatimi çeken bir şey oldu. Korumalarımın hepsinin benle göz göze gelmesiyle bakışlarını çekmesi ve yüzlerinin kıpkırmızı olması bir oluyordu. Ahmet’ten sonra buralardan sorumlu olan Cengiz ise bana korkarak bakıyordu. Ahmet şoför koltuğundan inip tam yanıma gelecekken Cengiz gelip Ahmet’in kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Ahmet şokla Cengiz’e bakıp bana döndü. Onun da yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kaşlarım derinden çatıldı. Çekingen adımlarla yanıma gelip “Abi, bilmen gereken bir şey var!” dedi Ahmet. Gözlerimi sinirle yumup açtım. “Ne oldu yine?” diye dişlerimin arasından konuştum. Ahmet’in bakışları anlık evimin kapısına gidip tekrar benle buluştu. “Abi… Şey… Berfu Hanım…” demesiyle onu umursamadan koşar adımlarla evimin kapısına ulaşmam bir oldu. Kapıyı açıp içeri girdim ve hemen salona doğru yürüdüm. Karşılaştığım görüntü yüzünden elimdeki papatya buketinin düşmesi bir olmuştu… |
0% |