Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@nurita

Lütfen yorum yapmayı ve oy atmayı unutmayın❤️😢🥰



Sicilya’nın temiz havası ciğerlerime doluyor. Sevdiğim ve hayatımda önemli bir yeri olan ülkelerden birindeyim ama gezmek için değil. İş için.

Denizin maviliğinin bana onu hatırlatması çok saçma! Hayatımda bir hafta bile görmediğim birini özlemek de saçma…

 


İki gündür Sicilyadayız. Aile dostumuz olan Accardilerin otelinde kalıyoruz. Babam benle Demiri on yaşındayken buraya yollamıştı. Burada üç yıl kaldık. Matteo Accardi oğluyla birlikte bizi de eğitmişti. Matteo buradaki en önemli mafyalardandı. Demir başıydı.

 

 

Savcıların mafyayı bitirdiğini düşünmesini sağlayan ve şimdi sadece saygın iş adamı olup devletle iş birliği içinde ihaleler alan biriydi. En azından basına ve devlete göre öyleydi ama işin gerçek yüzü bu değildi.

 

 

Gelişen teknolojiyle birlikte özel bir kara kutu tasarlatmıştı adamlarına. Bu kara kutu şeytanı bile ininden çıkarıp sana boyun eğdirirdi.

 


Eskiden sadece Sicilya ve Napoli ona aitti ama şimdi bütün ülke onundu. Bütün karanlık sokaklar artık onun himayesinde yaşamına devam ediyordu.

 

 

Kimse bunu bilmiyordu. Kar üstünde iz bırakmadan yürüyordu. Onun düşmanı olduğunu sanan bile aslında bilmeden ona hizmet ediyordu.

 


Dedeme zamanında Topluluk için büyük yardımları dokunmuş. Hatta dedem ona ana üyeliklerden birini teklif etmiş ama Matteonun cevabı “ Toprağını bilmediğim yerde hâkimiyet zor olur.” olmuş.

 

 

Dedem ve diğer üyeler buna rağmen onu beşinci hayali bir üye olarak görür. Dedem öldükten sonrada asla onun eksikliğini hissettirmedi. “Ti sei perso Istanbul fratello? ( İstanbulu mu özledin kardeşim!)” Diegonun sesi kulağımı doldurdu.

 

 

Hafif yan dönerken kısık gözlerle yandan bir gülüş attım. Diego Lorenzo Accardi. Matteonun tek çocuğu Marcusun oğluydu. Ölen oğlunun tek hatırasıydı o. Ayrıca benle Demirin kan kardeşiydi. Üç yıllık o sürede beraber eğitim almıştık. Beraber hayatta kalmaya çalışmıştık.

 

 

“Mi manca davvero quel blu! ( O maviyi çok özledim!)” derince iç çektim. Bu tabii ki de Diegonun gözünden kaçmadı. “Cosa è successo fratellO? (Ne oldu kardeşim!)” Diego beni anlar mıydı? Ona içimi açsam belki biraz rahatlardım. “C'è una donna! ( Bir kadın var!)” bunu dememle Diegonun çimen yeşili gözleri büyüdü.

 

 

Haklıydı. Ben ve bir kadın için böyle üzülmek… Kulağa komedi filmi gibi geliyor. İşin daha da komeği beni bu hale getiren kadın sadece gözleriyle bunu yapmıştı. “ Chi è questa donna? ( Bu kadın kim?)” Diegonun sorusu güçlü ama kısa bir kahkaha atmamı sağladı.

 

 

Onun tanınmış bir kadın olduğunu sanıyor. Onun Topluluktan biri olduğunu düşünüyor. “Non dalla Topluluk! ( Topluluktan değil!)” bu Diegonun daha da şaşırmasına neden oldu. Birkaç dakika sonra omuzu sıktı. “Questo è impossibile. Non hai altra scelta che arrenderti!” ( Bu imkânsız. Boş vermekten başka çaren yok!) Diego bile bunun imkânsız olduğunu biliyordu.

 

 

Peki, onu gördüğümden beri kasılan kalbim niye bunu anlamıyordu. “Seksi aşklarım ne konuşuyorsunuz orada bensiz!” Ayaz kollarını göğsünde bağlayıp küskün bir tavırla bize bakıyordu. Diego kahkaha atıp “Sensiz ne zaman bir şey yaptık?” Ayaz birkaç dakika daha küsmüş gibi davranıp korkuluklardan atladı.

 

 

Mert ve Demir her insan gibi merdivenlerden inerek yanımıza geldi. Ayaz ise Diego’nun üstüne atladı ve boğuşmaya başladılar. Ayaz bazen bende vahşi hayvan sahiplenmişim hissiyatı uyandırıyordu.

 

 

Onlar böyle boğuşurken Mert yanıma geldi. Elinde şarap kadehi vardı. “Ne oldu? Dalgınsın geldiğimizden beri!” sorusunu es geçip “Diegonun mahzenini mi karıştırdın?” Mert güldü. “Senin dostun olduğumuz için tatlı bir hediye verdi. Yedi yüz yıllık minik bir hediye…” ben de güldüm.

 

En özel şaraplardan birini açtırmış olmalı Diego. “Soruma cevap vermedin!” sorusunun cevabını ben bile bilmiyorum. “İş… Başka ne olabilir?” Mert bana yandan bir bakış attı.

 

“Yağmur aramış seni kaç defa cevap vermemişsin!” Bu sorgu ne! “Mecbur değilim! Yağmurun avukatlığına başladığını bilmiyordum!” Mert’in yüzünde sinsi bir tebessüm oluştu. “Ben Topluluk’un avukatıyım!” ben de güldüm.

 

 

“Galiba artık benim sadece avukatım ama Yağmur’un kardeşi olmaya başlamışsın!” bu Mert’in gözlerini kısmasına neden oldu. Ayaz, Demir ve Diego otele doğru giderken ben de peşlerinden gidiyordum ta ki Mert’in sesine kadar “Yıllar önce karar verildi. Ben senin tarafındayım. İlerde canın acımasın diye söylüyorum kardeşim, bunu bil!” derin bir nefes alıp ben de onların peşinden gittim. Mert ise denize karşı şarabını içmeye devam etti.

 



 

 


On gündür buradaydık. Ruslar ilk tekliflerindeki ısrarı sürdürüyorlardı. Bu bizim umurumuzda değildi lakin tam tersi davranıyorduk.

 

Telaştan İtalyaya gelmiş gibi davranmak zorundaydık. Bu bir yemdi ve salak Selçuk yemi yemişti. O kadar yemişti ki Türkiyede Topluluk lideriymiş gibi davranmaya başlamıştı.

 

 

Bu komik bile değildi. Kendini bir insan nasıl bu kadar rezil eder anlamıyordum. Selçuk’un hala hayatta kalması nedeni Hakan Adandı. Yağmurun abisi! Toplulukta en uzak olduğum kişiydi. Topluluk olmasaydı belki de düşman olabileceğim biriydi.

 

 

Bu yıllar önceye dayanan bir soğukluk ve bu soğukluğu bitirmek için dedelerimiz biz daha dünyaya gelmeden bunun anlaşmasını yapmıştı. Sırf Topluluk dağılmasın diye benle

 

Yağmurun evleneceği karara bağlanmıştı.
Anne karnına düşmeden hayatım kurgulanmıştı ve ben bu kurgu içinde boğuluyordum.


 


Bugün İtalyadaki on yedinci günümüz ve biz silahlarımızı hazırlıyoruz. Çatışmaya gireceğiz büyük ihtimalle. Amerikalarla yaptığımız plan işlemişti.

 

Ruslar hem biz tarafından milyon dolarlar kaybetmiş hem de Amerikalılara karşı küçük düşmüşlerdi. Bu elbette Rusları çok sinirlendirdi. Ama bu kendi hatalarıydı.

 

Anlaşma yapacağın kişilerin düşmanıyla olursan onların da senin düşmanlarınla olmayacağını düşünmemek onların aptallığıydı.

 


Bu gerçek yüzünden çatışma riski vardı biz de hazırlık yapıyorduk.

 

 

 

Ruslar acil toplantı yapmak istediler. İtalyaya geliyorlar. Bu toplantının sadece konuşarak olacağını düşünmüyorum. Omzumda bir el hissettim. “Kardeşim izin ver biz de hazırlanalım !” Diegonun Türkçe konuşması beni gülümsetmişti.

 

 

“Siz ara bulucu olarak buradasınız. Ev sahibisiniz. Durum ne olursa olsun eliniz silaha gitmeyecek!” bu Diegonun kaşlarını iyice çatmasına neden oldu. “Ne saçmalıyorsun sen! Seni gözümün önünde vuracaklar. Eee, ben de tabii vurabilirsiniz mi diyeceğim!” ben de bu dediği dünyanın en normal durumuymuş gibi gerçi benim hayatım için yeyip, içmekle aynı normallikte “Evet! Aynen böyle yapacaksınız. Arabulucu olarak kalmazsanız Rusların müttefikleri de olaya dâhil olacak! Ne istiyorsun? Üçüncü dünya savaşı çıkmasını falan mı?” Diego çaresizce omuz silkti.

 

 

O sırada Matteonun sesiyle ona döndük. “Alparslan ha ragione! Scoppia la guerra! Molte persone muoiono!” (Alparslan haklı! Savaş çıkar! Birçok insan ölür!) Diegonun omzunu dostça sıkıp bizimkilerin yanına gittim. Diego bütün itirazlarını dedesine yapıyordu ama bir çaresi yoktu. Bu hayat benim gerçeğimdi ve bu gerçek ölümün şah damarımdan daha da yakın olduğunu haykırıyordu.

 

 


 


Geldiğimiz deniz kenarındaki bu taş ev ormanın içinde olup ıssız bir yerdeydi. Rusların tavırları nasıl olurdu bilmiyordum. Belki de yarım saat sonra ölecektim. Bu beni üzmüyordu.

 

Beni üzen şey uzak durmam gereken bir çift buz mavisi gözleri bir daha göremeyecek olma ihtimaliydi. Bu ihtimal bana yaşamam gerektiğini haykırıyordu.

 


Nerdeyse yirmi gündür onu görmüyordum. Bir haftadır bile tanımadığım birini yirmi gündür görmediğim için üzülüyordum. “Abi! Geldiler.” Demirin sesi düşünceler denizinden beni boğulmadan çıkarmıştı. Belimdeki silahı kontrol edip tekrar belime yerleştirdim.

 

 

Demire döndüm. “Ne olursa olsun sen benim hep kardeşimdin. Ayrı anne-babadan ama aynı anne-babaya sahip olduğum kardeşimdin. Bana bir şey olursa ailemiz sana emanet Demir. Bunu sakın unutma kardeşim! Demirin gözleri doldu. Kafasını iki yana salladı. “Abi bırak ben de geleyim. Neden izin vermiyorsun! Sana bir şey olsa ben anneme, kız kardeşime ne diyeceğim!” Demir çekip sarıldım.

 

 

“İşte bu yüzden seni götürmüyorum. Bana bir şey olursa sen bizimkileri toplayacaksın. Hem nasıl ağlarsın lan sen! Çabuk sil şu gözyaşlarını!” Demiri bırakıp taş eve doğru gitmeye başladım.

 


Bundan tam on dört yıl önce bizi eğitim için buraya getirdiklerinde ilk eğitim hayatta kalmaktı. Üçümüzü buranın suç kokan sokağına bıraktılar. O zaman Diegonun adını bile bilmiyorduk. Birbirimize tuhaf bakışlar atıyorduk. Biz sadece çocuktuk.

 


İlk dersten geçemeseydik ölecektik. Eğitimin amacı birlik içinde kurtulabilecek miydik? Evet kurtulmuştuk. Biz üçümüz o gece ilk cinayetimiz işledik.

 


Üçümüz koşuyorduk bu cehennemden kurtulmak için. Bu bir adamın dikkatini çekti. Bizi kovalamaya başladı. Demir, benle Diegodan daha kısaydı ve bizim kadar hızlı değildi. Adamın Demiri yakalayıp bir çöp parçası gibi duvara fırlatması ve Demirin çığlığı hala kulağımda.

 

 

Ben hemen durdum ve adama doğru koşmaya başladım. Adam Demiri tekmelerken kahkaha atıyordu. Küçük Alparslan kendisinin iki katı olan bu adama tekme attı ama adam hissetmedi bile.

 

Körkütük sarhoştu ve bütün algıları kapanmış gibi Demiri gülerek tekmelemeye devam ediyordu. Etrafıma baktığımı hatırlıyorum telaşla. Sokak karanlıktı neredeyse. Sadece azıcık sokağı aydınlatan bir sokak lambası vardı. Çöpün orayı aydınlatıyordu.

 

 

Gözüme yerdeki kırık içki şişesi çarptı. Hemen gidip onu aldım ve kardeşimi kurtarmak için çöpün oradaki kırık içki şişesini adamın sırtını sapladım. Adam öyle bir bağırdı ki o küçük çocuk bunu duyunca bile korkudan ölebilirdi ama buna bile zamanım olmadı. Adam bana öyle bir tokat attı ki kendimi yerde buldum. Başım dönüyordu.

 

 

Ama adam bunu umursamıyordu. Beni öldüresiye dövüyordu. Demir bana uzanmaya çabalıyordu lakin ağzından kan kusarken o minik bedeniyle bana ulaşması neredeyse imkânsız ve faydasızdı. Kardeşim bana bakıp sadece ağlıyordu. Sonra bir şey oldu.

 

 

Diego da bir cam parçası bulup adama saplamıştı. Adamın yeni hedefi artık Diegoydu. Adını bile bilmediğim İtalyan çocuk bizi bırakmamıştı. Adamın ensesine soktuğu cam parçası adamın canını o kadar yakmıştı ki adamı kızgın bir boğaya dönüştürdü. Diegoya yumruk attı ve o yere düştü.

 

 

Diego buna rağmen ayağa kalkıp tam kaçacakken ayağı takıldı ve tekrar düştü. Adam zaten ağır yaralanmıştı ve son canıyla cebinden bıçağı çıkarıp Diegonun üstüne yürümeye başladı.

 

Ben canımın acısını umursamadan çöpün altındaki ekmek bıçağını gördüm. Son gücümle bıçağı alıp adama koştum ve hiç düşünmeden adamı bıçaklamaya başladı.

 

 

Adam yüz üstü yere düşmüştü çoktan ama bu beni durdurmadı bile adamı bıçaklamaya devam ettim. Delirmiş gibiydim. Adamın kanı her yerime sıçramıştı ama umursamadım. Beni duraksatan ise yağmurun yağmaya başlaması oldu.

 

 

Yağmur damlaları yüzümdeki kanla karışmıştı ve onunla birlikte yere damlıyordu. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki…

 


Belki de yağmuru bu yüzden sevmezdim ilk cinayetimi hatırlatıyordu…

 


Küçük Alparslan öldürdüğü adama bakarken minik bir el omuzuna dokunmuştu. Dieogu kafasıyla Demiri işaret etti. Demir iyi değildi kan kusuyordu. Onu götürmemiz lazımdı.

 

Kafamı salladım. Beraber Demiri sırtlayıp sokağın sonundaki bizi bekleyen adamlara götürdük. Onlar hemen Demiri alıp gittiler. Benle Diego ise hala ayakta dikilmiş bizi izleyen babalarımıza bakıyorduk. Yağmur durmuştu ve babalarımız karşımızdaydı.

 

Bundan mıdır bilmem benle Diego ağlıyorduk. Ben mutluluktan ağlıyordum. Galiba Diego da öyle. Ama bu babalarımızın hoşuna gitmedi. Hem de hiç hoşlarına gitmedi.

 

Adamlarına işaret verip bizi bir arabaya yaka paça bindirdiler. İkimizde şoka girmiştik. Bir süre yolculuk yaptıktan sonra bizi bir depoya getirdiler. Titriyorduk. Korkuyorduk. Biz babalarımızdan korkuyorduk. Bu kimsenin umurunda olmadı.

 


Adamlar bütün direnmelerimize karşı ayaklarımızı saatlerce falakaladılar. Benle Diegonun çığlıkları dışında iki farklı dilde ama anlamı aynı olan cümle defalarca tekrarlandı.

 

Diegoyu falakalayan bağırarak “Non piangere!” (Ağlamak yasak!) diyordu. Beni falakalayan ise “Ağlamak yasak!”. İkimiz de ilerde ana dilimiz gibi konuşacağımız Türkçe ve İtalyancadaki ilk kelimelerimizi öğrenmiştik. İki çocuğa on yaşında ağlamanın yasak olduğunu en acı şekilde öğretmişlerdi.


Bu anı artık cehennemin içinde olduğumuzun en büyük kanıtıydı.

 


Diego yanıma geldi. Büyük ihtimalle yine itiraz edecek. O konuşmadan hemen lafa atladım. “Non piangere!” (Ağlamak yasak!). Diegonun çimen yeşili gözlerinde karanlık gölgeler geçti. Koyu kahve gözlerimi ona çevirmiş mutlulukla alakası olmayan bir şekilde güldüm. “ On yaşında tanıştık biz ölümle Diego! Unutmadın değil mi kardeşim!” Diego yutkundu. Yüzü kaskatı oldu. “Non ho dimenticato!” (Unutamam!) Kafamı salladım ve Rusların olduğu tarafa gitmeye başladım. Konuşacak söz artık yoktu.

 


Hangi dünyada olduğumuzu tekrar anlatmaya gerekte yoktu. Biz küçücük çocukken ölüme ailelerimiz tarafından itilmiştik. Şimdi beni korumaya çalışması anlamsızdı.

 

Bizi ailelerimiz koruyamamıştı. Onu anlıyordum ama bazen anlamak tek yetmiyordu.

 


Salona girdiğimde herkesin beni beklediğini anladım. Fyodor ve kardeşi Sergei masada yerini almıştı. Masanın başında Matteo vardı. Matteonun Solunda oturmuşlardı Rus kardeşler. Ben de sağ taraftaki sandalyeyi çekip oturdum. Fyodor büyük ve akıllı olan kardeşti. Sergei ise küçük ve aptal olan. Sergei sadece sorundu.

 


Kibarlığıyla Fyodor “Good to see you Alparslan!” ( Seni gördüğüme sevindim Alparslan) Bu tabii ki de yalandı. Bunu söylemesiyle Sergei dalga geçer gibi güldü. Bu Fyodoru sinirlendirdi ama bozuntuya vermedi. Ben ise sanki çay-kahve içmeye gelmişim gibi oturduğum sandalyeye iyice yayıldım. “Ben aynı duygular içinde değilim maalesef Fyodor!”. Fyodorun sarı kaşları çatıldı.

 

 

Türkçe konuşmam onun ortak dili konuşmasına rağmen umursamamam onu gerçekten sinirlendirdi ama boşunaydı. Denize düşmüşlerdi ve yılana sarılmak zorundaydılar. Bunu rağmen Fyodor sinirini yansıtmamaya çalıştı. “I expected you to be more polite Alparslan!” ( Daha kibar olmanı beklerdim Alparslan!) Güldüm sadece güldüm sonra aniden yüzüm kaskatı oldu.

 

 

Bu elbette Fyodorun yutkunmasına neden oldu. “Benle iş yapacaksın! Bunu yaparken arkamdan düşmanımla iş çevireceksin! Sonrada benden kibarlık bekleyeceksin! Sence bu mantığa sığar mı?” Fyodor tam konuşacakken Sergei lafa atladı. “We do what we want!” (“İstediğimizi yaparız!) bu tek kaşımın kalkmasına neden oldu. Fyodor sinirli bir şekilde kardeşine bakıyordu. “ O zaman neden toplantı istediniz onu anlamadım. İstediğiniz yaptınız ve karşılığını aldınız!” Sergei ağzını açmıştı ki Fyodor onun konuşmasına izin vermeden konuştu.

 

"There was a misunderstanding! Or we won't betray you my friend!” (Bir yanlış anlama var! Yoksa sana ihanet etmeyiz dostum!) Fyodor gülümsemeye çalıştı. “Öyle mi? O zaman dostça bir davranış bekliyorum sizden dostum.” Dostumu bastırarak söylemiştim.

 


Fyodor zekiydi. Asıl niyetimi hemen anladı. Sandalyesine yaslandı. Ama kardeşi, Fyodor gibi zeki değildi. Hemen lafa atladı. “ О чем ты говоришь!( Neden bahsediyorsun!)”. Sergei umursamadım bile. Sadece sırıtarak Fyodora bakıyordum. Anlamıştı!

 

Her şeyi bildiğimi anlamıştı! Selçuk’un Sergeiyi kandırıp, Fyodordan habersizce böyle bir iş yaptıklarını. Fyodor öğrendikten sonra iş işten geçtiğini. Kardeşini korumaya çalışırken iyice dibe battıklarını bildiğimi anlamışlardı.

 

Eğer onlarla bütün ilişkimi çekersem batacaklardı ve eğer bu dünyadaysanız parasız olmak demek düşmanlarınızın sizi acımadan yok etmesi demekti.

 

Fyodor şu an ailesini kurtarmaya çalışıyordu. Ama Sergei ise koca bir aptal gibi ailesini bile bile cehenneme atmaya çalışıyordu. “ What do you want?” (Ne istiyorsun?) Fyodor istediğimi vermeye başlamıştı. Sinsice güldüm. “İşte şimdi iş konuşabiliriz!” gözüm Sergei kaydı.

 

Onu işaret ederek “Çıkar onu dışarı da biz de iş konuşmaya başlayalım! Zamanım yok! Malum uzun süredir yurt dışındayım. Ailem beni bekler! Aile bizim gibi adamların en değerli varlığıdır. Öyle değil mi?” aileye ikide bir atıf yapmamla da Gürcülerin ailesi için tehdit oluşturduğunu bildiğimi de belirtmiş oldum.

 

 

Bundan sonrası çorap söküğü gibi gelmişti. Fyodor, Sergeiyi dışarı çıkarmıştı ve biz artık iş konuşabilirdik. “Fyodor… I want you to be my invisible hand! You must look like my enemy but you must be a friend to whom I will entrust my life!” ( Fyodor… Benim görünmez elim olmanı istiyorum! Düşmanım gibi görünmelisin ama canımı emanet edeceğim bir dost olmalısın!) onun konuştuğu ortak dili konuşmam bile ortak istediğimin en büyük kanıtıydı.

 

 

Onların güçsüzlüğü benim işime yaramazdı ama güçlerini bana bağımlı hale getirerek gizli silah olarak kullanabilirdim. “Acceptance. What do you want me to do?” (Kabul. Benden ne yapmamı istersiniz?) İşte şimdi planımı uygulayabilirdim. Omuz silktim “You will shoot me. This much!” ( Beni vuracaksın. Bu kadar!)

 

Matteonun biz konuşurken içtiği su boğazında kaldı. Öksürük krizine girmişti. Yaşlı bir adamın su içerken bile dikkat etmesi gerekirdi ama kendine hiç dikkat etmiyordu!

 


Fyodor ise dehşetle bana bakıyordu. Şaşıracak bir şey yoktu. Asıl böyle tepki vermeleri şaşırılacak kısımdı.

 


Ben Topluluk lideriydim. Oyun içinde oyun kurmak benim en bilenen özelliğimdi…

 

Loading...
0%