@nurokumus
|
Eveeet. Öncelikle hepinize merhaba değerli okurlarım. İnşallah sizin için her şey güzel gidiyordur. Bu bölüm önceki bölüme kıyasla daha kısa ve biraz daha o farklı düzeni tanımanıza yol açan bir bölüm. Bunu başta söylemek istedim. Ama şu da var ki çok güzel sahneler var.
Sizi çok bekletmeden yeni bölüme geçelim. Hepinizeeee iyi okumalar diliyorum
"Kamer, güneşi takip ettiği sürece sen de doğruluğu takip et kızım. Cesaret silahın, güven dostun, adalet yolun olsun. Sen Su Binası'nın tek varisisin. Sorumlulukların ve sırtına yüklenen ağır göz yaşları var. Bunu asla unutma. Kamer, güneşi takip ettiği sürece kalbinin sesi aklında yankılansın."
Bunlar babamın iki dizine başımı koymuşken duyduğum sözlerdi. Çok küçüktüm. Daha ne adaletin getirdiği sorumluluğun bilincindeydim ne de kalbin sesinden haberdardım. Sadece en güvende hissettiğim yerde, babamın yanında uyumaya hazırlanıyordum. Masum bir çocuktum. Temiz ve berrak düşüncelerin sahibiydim o zamanlar. İşte o soluk ışıkların yüzüme vurduğu gecede babamın sözlerini aklıma kazıdım ben. Sonra defterlerime yazdım. Şimdi de belki bu sözleri babamın karşısında haykırmak için hazırlanıyorum. Ben bir rüyada mıyım baba diye omuzlarında göz yaşı dökmek istiyorum. Bana o sözleri söyleyen sen değil miydin baba diye bağırarak omuzlarına vurmak istiyorum. Ve babamın bana bakarak uyan kızım demesini istiyorum. O kadar çok istiyorum ki, istedikçe gerçekler bir mızrak gibi daha derinlere saplanıyor. Gerçekler apaçık önümde. Çocukluğum, benliğim ve sevdiklerim... hepsi bu kağıda aktarabileceğim kadar net ve kesin. Ama kafam asla çözülemeyecek gibi görünen sorularla dolu. BABAM KİM? Bunun cevabını bilmiyorum ama gideceğim yoldan eminim. Sevdiklerim ve vicdanım arasında vermem gereken hayati bir karar bu. Ama umuyorum ki verdiğim bu karar da, sevdiklerim karşıma çıkmaz. Korkmadığımı söyleyemem, korkuyorum. Lakin şunu da bu kağıdın ıssız satırlarına kazımak istiyorum ki ben sözümden dönmeyeceğim. Kamer, güneşi takip ettiği sürece bende doğruluğu takip edeceğim. Cesaret silahım, güven dostum, adalet yolum olacak. Söz Veriyorum
Elis oturduğu karman çorman olmuş çalışma masasından kalktı. İstemsizce gözünden akıp, yanaklarına doğru yol çizen damlaları elinin tersiyle sildi. Duygularını hiçbir zaman susturmayı beceremeyen bir kızdı Elis. Doğrusu kim duygularına sessiz olmayı öğretebilmişti ki? Ama Elis güçlü bir kızdı. Duygularını bastırabilecek kadar kuvvetli bir vicdana sahipti ve artık kararını vermişti. ŞAH adıyla anılan o gruba girecekti. Yaptığı derin araştırmalar sonucun da, bu grubun yıllar yıllar öncesinde kurulduğunu öğrenmişti ve bu grup bir zamanlar beş binayla büyük bir çatışmaya girmişti. Ama tarihin tozlu sayfalarında o çatışma sonrasında ŞAH topluluğunun sonsuza kadar ortadan kaldırıldığı yazılıydı. Bu da demek oluyordu ki bu grup, sonradan tekrar kurulmuş ve gizli bir örgüt haline gelmişti. Önündeki günlüğü kapattı. Yazmak, onun için düşüncelerine temiz bir alan tahsil etmek demekti. Ve her zaman işe yaradığı gibi bugün de işe yaramıştı. Günlüğü dolabının gizli bir bölmesine büyük bir itinayla yerleştirdikten sonra saate baktı. Bugün baş yardımcıya hasta olduğunu söyleyerek odasına kapanmış ve olup bitenleri derinlemesine düşünmüştü. Gözlerini saatten çekti. Buluşma vakti yaklaşıyordu. Dolabını tekrar açtı. Tam önün de duran, gayet sade ve boyuna tam ölçülü pelerini, geniş dolabından çıkardı. Bu pelerini diğerlerinden ayıran en büyük özellik çift taraflı olmasıydı. Hem siyah hem de beyaz yüze sahip bu pelerin, onu bir soyludan ayırarak halkın içine karışmasını sağlıyordu. Pelerinin altına giydiği siyah elbisesinin cebine de kahverengi lenslerini atarak odadan çıktı. Odanın hemen önünde bekleyen muhafızlarla hiçbir göz temasında bulunmamaya çalışıyordu. Yanında getirdiği ufak çantayı insanlardan gizlemek için iyice pelerinin altına sıkıştırarak, koridorun en uç köşesindeki acil durum kapısından içeriye girdi. Bu dar basamaklı merdivenler, dışarıdan hiçbir ışık almıyor, aynı zamanda kimse tarafından kullanılmıyordu. Etrafta hiçbir ışık olmadığı için bileğine taktığı fenerin düğmesine basarak, biraz aydınlatması umuduyla basık merdivenlere doğru tuttu. Yaklaşık bir on dakika, üstü toz tutmuş merdivenlerde sadece adımlarının sesi yankılandı. Şimdi de karşısında kenarları örümcek ağlarıyla çevrili siyah demir bir kapı duruyordu. Bu kapı belki de onlarca yıldır anahtar görmemiş ve açılmamıştı. Ama Elis'in bu saatte dikkat çekmeden ahıra ulaşabileceği tek ve en mantıklı yol bu eski kapıdan geçiyordu. Cebindeki anahtarı yavaşça çıkardı. İlk denemelerinde kapı açılmamakta diretse de birkaç dakikalık uğraşın sonucunda kapı ufak bir gacırtıyla açıldı. Kapı açılır açılmaz arkasında bir başka kapı belirmişti. İnce bir tabakadan oluşan bu kapı paslanmaz çelikten yapılmıştı ve parmak okuma sistemiyle çalışıyordu. Elis çantasında getirdiği eski muhafızlarından birine ait olan parmak izini makineye okuttu. Kapı tam anlamıyla açıldığında üzerindeki tozları silerek ciddiyetini hiç bozmadan bahçeye ilk adımını attı. Burası binanın arka kısmına denk geliyordu ve genelde atların konduğu yerdi. Elektrikli arabalar, sadece törenlerde ve ülke seyahatlerinde ülke yöneticileri tarafından kullanıldığı için ulaşım ihtiyacı halen atlarla sağlanıyordu. Anterya ne kadar gelişmiş bir ülke olsa da genellikle savaş ve savunma alanında çalışmalar yürütürdü. Elis küçüklüğünden beri bunun nedenini hep merak etmiş olsa da hiçbir zaman babasına bu konuyu soramamıştı. Ama şimdi anlıyordu. Hala ilkel yöntemler kullanma sebepleri teknolojik imkanların sınırlı olması değildi. Tam olarak beş bina böyle istediği için ülke bu haldeydi. Onlar istese her şey çok daha iyi olabilirdi ama belli ki bu durum beş binanın işine gelmiyordu. Babasının da dediği gibi, diğer ülkelerden korunmak ve onlara teknolojilerini gelişmiş olarak göstermek, sadece olayların üzerini örtmek için kullandıkları bir bahaneydi. Bu hologramlı binalar, sadece gösteriş ve göz korkutmak için fazla ileri teknolojiydiler. Kısacası ANTERYA FAKİR OLAMAYACAK KADAR ÇOK GELİŞMİŞ BİR ŞEHİRDİ. Beş binanın halka yaptığı acımasız politika da, sütü siyaha boyamakla eş değer sayılırdı. Varı yok göstermek, yoğu var göstermek. İşte onların yaptığı tek şey buydu. Ve kendini akıllı zanneden Elis bunu yıllarca görememişti. Yirmi senedir bu binada ve bu düzenin bir kölesi olarak yaşıyordu ama oynanan bu hileli oyunu ruhu bile duymamıştı. Bunları düşünürken, bir yanda da cins atların olduğu kısma doğru hızlı ama temkinli adımlar atmaya başladı. Ortalık sessizdi, bahçede sadece birkaç atın kişneme sesi duyuluyordu. Bir de kişneme seslerine ek, tepeden uçan radar sistemlerinin pervane sesleri vızırtı şeklinde kulaklara geliyordu. Tam ahırın kapısını açacakken arkasından gelen sesle adımlarını durdurdu. "Efendim bu saate bura da ne işiniz var?" Bu baş yardımcıydı. Elis sakinliği elden bırakmadan baş yardımcıya cevap verdi. "Dolaşmaya çıktım. Bir sorun mu var?" "Hasta olduğunuzu söylemiştiniz efendim." "Biraz nefes almanın iyi geleceğini düşündüm baş yardımcı. Peki sen neden buradasın?" Kadın ses tonunu hiç bozmadan cevap verdi. "Atınızı beslemek için gelmiştim efendim." Evet. Bu Elis için kurtarıcı bir durumdu. Ona doğru bakan kadınla daha fazla göz temasın da bulunmadan arkasını döndü. "Gece'yi ben beslerim. Sen çıkabilirsin baş yardımcı." "Size yardım etmemi ister misiniz efendim?" Elis kadının bu ısrarlarına sinirlenmiş olsa da, duygularını gizlemeye çalışarak ahıra doğru bir adım daha attı. "Biraz kafamı dinlemek istiyorum baş yardımcı." Kadın, bu sözlerin üzerine kafasını çok hafif eğip, "Tamam efendim" diyerek oradan uzaklaştı. Tekrar kolunda ki saate baktı Elis. Ufak bir aksilik sonucunda çok fazla zaman kaybetmişti. Yapılacak olan toplantıya sadece kırk dakika kalmıştı ve onun daha kimseye fark edilmeden sınırı geçmesi gerekiyordu. Gece karanlığı atını hızla ahırdan çıkararak üzerine bindi. Bu at onun en değerli arkadaşı ve yoldaşıydı. Küçükken anne ve babasının ona aldığı ilk hediyeydi Gece. Adını tüylerinin renginden ve cesur oluşundan alıyordu. Ne olursa olsun kolay kolay ürkmeyen bir attı Gece. Tam anlamıyla bir savaş atıydı ve sahibine oldukça bağlıydı. Bu nedenle Elis ile Gece arasında belki de kimse tarafından anlaşılmayacak kopmaz bir bağ vardı. Bir süre güvenli bölge dedikleri ve üstün savunma sistemleri ile donatılmış yere kadar atını sürdü. Güvenli bölge, beş binayı ve üst düzey insanların bulunduğu yeri kapsayan bölgeydi. Ve adından da anlaşıldığı gibi şehrin tam ortasında, yani kalbi denilecek bölgede kurulmuş en güvenli yerdi. Güvenli bölgenin en ucunda, göz korkutacak derece büyük ve kalın duvarlara sahip bir sur vardı. Bu sur, orta tabaka olan şehir halkını ve beş bina mensuplarını ayırmak için yapılmıştı. Bir bakıma üst düzey insanları dış güçlerden koruyan en aşılmaz duvarlardı. Bu sur yetmiş insan boyu ve yıkılması imkansız barikatlardı. Ve bu uzunca barikatların önünde, her zaman olduğu gibi dört tane muhafız güvenli bölgenin sınırında bekliyordu. Elis atından inerek çantasındaki beratı muhafızlara gösterdi. Pelerinin renginden onun bir soylu olduğu çok net bir şekilde anlaşılabilirdi ama tamamen tedbir amaçlı uygulanan bir kontroldü bu. Anterya şehri, ne kadar adaletsizce yönetiliyor olsa da, dünyanın en güvenli sokakları yine Anterya şehrine aitti. İster güvenli bölgede, ister de sınırın dışında ki şehirde yaşayın her hangi bir suçla karşılaşmazdınız. İnsanların dört bir yanını çevreleyen kameralar ve ağır ceza hukuku bu ülkeyi güvende kılıyordu. O nedenle sokaklarda genellikle sakinlik ve huzur hakimdi. Ama uzaktan bakıldığında bu sokaklar ne buram buram huzur kokuyordu, ne de sakinliği insanı mutlu ediyordu. Tam tersi korkutucuydu. Susturulmuş bedenlerin dolup taştığı bir ülkede nasıl bir huzurdan bahsedilebilirdi ki? Aklını bunun gibi onlarca soru kurcalarken o güvenli bölgeden çıkmış şehrin içlerine doğru atını sürmeye başlamıştı. Şehrin de içinde bir müddet yürüdükten sonra, asıl varış noktasında yaklaşmıştı. Atını durdurarak ara sokaklardan birinin dar girişinde, gölgelerin altında pelerinini ters çevirdi ve atının üzerine tekrar bindi. Artık daha rahat bir şekilde yoluna devam edebilirdi. Yaklaşık bir on beş dakika daha ilerledikten sonra, şimdi karşısında asla yıkılmazmış gibi heybetli duran ikinci büyük setti görebiliyordu. Bu set, köylüleri şehirlilerden ve soylulardan ayıran en önemli araçtı. Ne köylüler bu sınırın ötesine geçerlerdi ne de şehirliler. O nedenle bu sınırda, muhafızlar yerine duvarın tepesinde radarlar görev alırdı. Tam sınırın kapısına geldiğine bir radar sistemi kafasının hemen üzerinde belirdi. Elis radarla yüz yüzeyken radardan çıkan robotik sesle cebinde ki şifreyi çıkardı. "Merhabalar. KŞ sınırının ( köy-şehir sınırı) karşı tarafına geçmeniz için şu üç yöntemden biri gerçekleştirmelisiniz. 1.si yüz tanıma, 2.si binadan çıkmış geçerli müsaade belgesi, 3. otuz karakterden oluşan şifre. Hangisini seçiyorsunuz?" Elis hiç düşünmeden cevap verdi. "3.seçenek lütfen" Genç kızın bu komutu üzerine, ufak robotun yüzünde bir ekran belirdi. Otuz karakterli bir şifreyi girmek oldukça zamanını alacaktı ama daha on beş, yirmi dakikası vardı. Cebinden çıkardığı kağıttaki tek kullanımlık şifreyi robotun ekranından girdi. Robotun şifreyi doğrulamasıyla kapı yavaşça açıldı ve robot tekrardan radar görevini yapmak için gökyüzünde süzülmeye başladı. Artık Elis'in önünde hiçbir engel kalmamıştı. Derin bir nefes aldı. Yakalanmadan buraya kadar gelmişti ve sınırdan sonra kimse ona bulaşmazdı. Köy adıyla geçen bu sokaklar, geldiği diğer yerlerin aksine tam anlamıyla karanlıktı ve insanlar geceleri ateşin ışığından yararlanıyorlardı. Ve tabi ki de kullandıkları bu imkanları da sınırlıydı. Sadece ateş binasının onlara verdiği kadarını kullanma hakları vardı. Zaman zaman bu durum köylülere zorluk çıkartsa da artık böyle yaşamaya alışmışları. VE ALIŞMAK BU DEVİRDE HAYATIN SİZE VEREBİLECEĞİ EN AĞIR CEZAYDI Atı bir süre daha, karanlığın soluk ateş ışıklarıyla kaybolduğu yollara sürerken birden atını durdurdu. Normalde tarif edilen yer tam olarak burası olmalıydı. Kafasını sağa doğru çevirdi. Burada ki evlerin hepsi yıkılmış geriye sadece boş arazının ıssız görüntüsü kalmıştı. Neler olduğunu anlamak için atından indi ve etrafına göz gezdirmeye başladı. Karanlıktan dolayı hiçbir şey net olarak görünmüyordu. Bileğindeki feneri açmak için hamle yaptığında Gece'nin, sessizliği bozan kişnemesinin ardından birden nefesi kesilmişti. Gözlerini açarak ne olduğunu anlamaya çalıştığında sadece karanlık onu karşılamış ve sım sıkı kucaklamıştı. Bir kaç dakika çırpınışın ardından ne olduğunu yavaş yavaş anlamaya başladı. Başına bir çuval geçirilmişti.Ve onu asıl derin boşluğa sürükleyen şey çuvalın içinde ki insanı kontrolsüz bırakan kokuydu. Saniyeler geçtikçe Gece'nin sesini daha kısık duymaya başladı. Sonra daha da kısık. Ve sonra hiç. Artık bir hiçliğin içinde kaybolmuştu ve bundan sonra başına gelecek her şeyden habersiz kısa bir uykunun kollarına bırakmıştı kendini. Onu kaçıran iyi miydi kötü müydü bilmiyordu. Ama iyi olsalar neden onu kaçırma zahmetine girsinlerdi ki? Belki de ŞAH topluluğu düşündüğü kadar masum ve iyi niyetli bir topluluk değildi. Bunun cevabını onu içine çeken uykudan uyandığında öğrenecekti. Bir bölümün daha sonu. İnşallah beğenerek okuduğunuz bir bölüm olmuştur. Yepyeni bölümlerde görüşmek üzere.😊Görüşlerinizi ve yorumlarınızı bekliyor olacağım.
|
0% |