@nurrunatt
|
13.08.2021 Günümüz
“Artık yeter!” diye bağırdı, Della. Kulak zarlarımı düşünmüyor, sağır olabileceğimden endişe etmiyordu. Her zamanki gibi. “Bir yıl oldu, Oph. Anlıyor musun? Koskocaman bir yıl! Artık üstesinden gelmeni beklemiyorum, üstesinden gelmek zorundasın!” Menajerimi “Bir yıl, beş gün, altı saat ve on iki dakika,” diye düzeltmek isterdim ama o bu kadar sinirliyken bunu yapmak doğru olmayacaktı. Sözelci olarak sayılarla pek aram olduğu söylenemezdi. Ama görünüşe göre malum günün ardından hiç tahmin edemeyeceğim beceriler edinivermiştim. “Beni duyuyor musun, sen?” Başımı kaldırıp Della’ya bakmak zordu. Özellikle dün hatırlayamayacağım kadar çok içip sonra içtiklerimi mide öz sıvıma kadar kustuktan sonra. Başım ağrıyor muydu emin değildim ama pozisyonumu bozduğum anda enseme yakıcı bir ağrının saplanacağından yüzde bir milyon emindim. İçmeyi bırakmam gerekiyordu. Kaldı ki alkolün tadından da nefret ederdim. Tabii aromalı meyve kokteylleri hariç. Eskiden iki bardak meyve kokteylinde sarhoş olduğum için kocam – belki de eski kocam demeliyim – bir bardaktan fazla içmeme izin vermezdi. Çünkü sarhoş olduğumda yalnızca gülerdim. Saatlerce. Nerede olduğumu dahi umursamadan kaltak kadınlar gibi gözlerimden yaşlar gelene kadar kahkaha atardım. Artık birçok güzel ya da saçma günlerimin geride kalması gibi bu da geride kalmıştı. Artık bir düzine tekilada bile sarhoş olamıyordum. En azından kahkaha atacak kadar. Normal değildim. Yüzüme soğuk bir suyun çarpılmasıyla koltukta dikleşerek çığlık attım. Su, sanki zihnimdeki pis düşünceleri temizleyebilirmiş gibi sadece birkaç dakikalığına düşüncelerim dağıldı. Della, elini beline koymuş mor çerçeveli gözlüğünün gerisinden bana sinirle bakıyordu. Biraz daha zorlarsam burnundan ve kulaklarından dumanlar çıkabilirdi. “Biliyor musun, yeter artık! Sen o lanet doktora gitmiyorsan o lanet doktor buraya gelecek!” İşte şimdi gözlerim sonuna kadar açıldı. Psikologlara yalnızca delilerin gittiğini söyleyen cahil insanlardan falan değildim. Onlarla bir problemim de yoktu. Ve zaten sorun da buydu. Hiç kimseyle hiçbir şekilde problemim yoktu. Yalnızca yalnız bırakılmak istiyordum. Birine daha başımdan geçenleri anlatmak işime gelmiyordu. “Bu konu hakkında ne düşündüğümü biliyorsun,” diye homurdandım. Bir yandan sabahlığımın koluyla yüzümü siliyor ve az önce tam da tahmin ettiğim gibi kıpırdandığım an enseme gireceğini bildiğim ağrıyı yok saymaya çalışıyordum. Della, bana su fırlatmak için kullandığı bardağı sinirle sehpaya bıraktı. Geniş kalçalarını çaprazımdaki koltuğa bırakırken gözlerinden ateş çıkıyordu. “Ah, evet, biliyorum. Bir kişiye daha yaşadıklarını anlatacak gücün yok.” Anlaşılan bu cümleyi çok kuruyordum. Çünkü Della, tam da aklımdakini söylemişti. “Bak işte öğrenmişsin.” “Sana tokat atmamam için bana geçerli bir sebep söyle.” Saçımdan damlayan suyu görmezden gelerek tekrar arkama yaslandım. Ensemdeki ağrı beni öldürüyordu. “Yüzüme soğuk su döktün ve şimdi senin yüzünden başım mikrodalgada fazla kalmış bir kek gibi patlayacak.” Della’nın yüzündeki – beni öldürecekmiş gibi – ifade yok olmadı. Tek kaşını havaya kaldırarak “Bunun sorumlusu ben değilim, kızım,” dedi. “Dün gece içmeseydin ve beni dinleme cüretine girebilseydin yüzüne su atmayacak başının ağrısını tetiklemeyecektim. Şimdi çok ciddiyim, bana yüzüne tokat atmamam için bir sebep söyle!” Bir süre Della’nın güzel yüzüne baktım. Balıketli olmasına rağmen yüzü tombul değildi, yalnızca yanakları bir lokma marshmellow gibi duruyordu. Kıvırcık kızıl saçları, beyaz tenine ve mavi gözlerine öyle uyumluydu ki kalça genişliğini ve tombulluğunu saymazsak bir Victoria’s Secret mankeni olabilecek kadar güzeldi. Küçük burnu, dolgun dudakları, kızıl kaşları adeta bir sanat eseri gibiydi. Özellikle bana bu şekilde sinirle bakarken. “Geçerli bir sebebim yok,” dedim, umursamaz bir sesle. “Çok istiyorsan bana vurabilirsin. Belki bu başımdaki ağrıyı alır.” Della bana aç bir kurt gibi baktı. Uzun bir süre. Gözlerimdeki baygın ifadenin değişmediğini gördüğünde benim gibi arkasına yaslanarak “Doktorla konuşmalısın, Oph,” dedi. Sesinde itiraz istemediğini belirten keskin bir tını vardı. Onu tanıyordum. Eğer şimdi itiraz edersem güzel şeyler olmazdı. “Kimseye anlatacak gücün kalmadığını söyleyip duruyorsun. Ama yaşadıklarını benden başkası bilmiyor. Annenle baban bile.” Daha fazla gözümü açık tutamayacağımı anladığımda başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım. “Annemle babam dünyanın öteki ucunda,” diye mırıldandım, sanki tüm sorun buymuş gibi. Sanki burada olsalar onlara anlatabilecekmişim gibi. “Konumuz bu değil. Birine daha anlatmaya gücüm yok, diyorsun. Ama zaten kimseye anlatmadın.” “Sana anlattım ya.” Ki bunun nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Malum sabahın ardından geçen süre boyunca en yakın arkadaşım ve aynı zamanda menajerim olan Della’yla bile görüşmemiştim. Ta ki malum sabahın ardından gerçekleşen malum geceye kadar. Della gözlerini devirdi. “Eğer o gece…” Ve sustu. O geceden, o geceye sebep olan o sabahtan bahsetmeme kararı almıştık. O gece, Della’dan yardım istemek zorunda kaldığım ve Della o zamanlar yeni tanıştığı müthiş karizmatik, kaslı sevgilisiyle seks yaptığı için yardım çağrımı duymadığı geceydi. Hastaneye ancak sabah gelebilmişti. Ona bıraktığım sesli mesajda yaralı bir geyik gibi çıkan sesimi işitir işitmez soluğu hastanede almıştı. Bembeyaz olmuş suratımla, ağlamaktan şişmiş gözlerim ve kolumda bir serumla hastanede yatıyordum. Della’ya o sabah her şeyi anlatmak zorunda kalmıştım. Bilinçsizce. Ben anlattıktan sonra ise nasıl olduysa ikimiz de bu konuyu bir daha hiç açmadık. Sanki aramızda sessiz bakışlarla imzaladığımız bir anlaşma var gibi. Bunun için Della’ya minnettardım. Della boğazını temizledi. “Demek istediğim bana da anlatmayacaktın ve bunu sen de biliyorsun. Artık böyle gidemez, Ophelia. Hayranların seni bekliyor. Ezra, ona bir ada satın alacak kadar para kazandırdığın için bu sessizliğini, sessizlikle karşılaşmış olabilir. Ama ağzı açılmaya başladı. Tüm dünya senden kitap bekliyor!” Haklıydı. Her zamanki gibi. Ezra yayınevimin sahibiydi. İlk kurgumu Della’ya gönderdiğimde on sekiz, birlikte Ezra’ya gönderdiğimizde ise on dokuz yaşındaydım. Della benden on yaş büyüktü. Ama otuz altı yaşında olamayacak kadar diri ve genç gösteriyordu. O zamanlar ise yirmi sekiz yaşındaydı ve New York Times Bestseller’a girmek isteyen tüm yazarlar Della’nın peşinde koşuyordu. Bir yazarı bile başarısız değildi. Della Boomer menajeriniz olduğunda NY Times Bestseller’a girmek promosyon olarak veriliyordu. Yanına yılda en az iki ödül ekleyebilirdiniz. Yönetmenlerin radarına girebilir ve bütçe ayrılacak kadar değerli görünürseniz de Netflix’e kurgu veren bir yazar oluyor, Hollywood tarafından tanınıyor, bağlantılarınız genişliyordu. New York Times Bestseller’a girmek gibi bir arzum yoktu. Hatta adımın bile duyulmasını istemiyordum. Yalnızca yazmak ve var olmak istiyordum. Ama bunu yaparken insanlar benim gerçek adımı bilmemeliydi, ün peşinde koşan, bu işi ticarete ve sidik yarışına çeviren o yazarlar gibi olmak istemiyordum. Yalnızca eserlerimle gündeme gelmek istiyordum. Ve bunu yapabileceğimden de emindim. Çünkü edebiyat öğretmenlerime göre yazarlık konusunda gerçek bir yeteneğim vardı. Dünyanın en çok satan yazarı olabilirdim. Della’ya dosyamı gönderirken yeteneğimin farkındaydım. Yine de onun gibi bir menajerden büyük harflerle yazılmış ve çığlık emojileri konmuş bir mail almayı beklemiyordum. Ben daha mailine cevap veremeden Della CV’ye bıraktığım numaradan beni aramış ve emojilerin aslını yaşatarak kulak kirlerimi yerinden sökecek kadar yüksek sesle çığlık atmıştı. Kurguya âşık olmuştu. Tıpkı öğretmenlerimin dediği gibi ben doğuştan yetenekliydim. Della benim için büyük bir yayınevi düşünmüştü. Yayınevinin adını duyduğumda ağzım beş karış açık kalmıştı. Henüz o kadar gelişmemiştim. Genç ve tecrübesizdim. Ayrıca o yayıneviyle çalışırsam kimliğimi gizleyemeyeceğimi biliyordum. Della bütün ikna edici kabiliyetlerini konuşturup beni ikna etmişti. Yayıncının dosyamı kabul etmesi için geride birkaç dosyamın daha olması, yani gerçek bir yazar olduğuma onları ikna etmem gerekiyordu. Bir yılın ardından Ezra’nın kurucusu olduğu yayınevine dosyayı göndermiştik. Editörler tıpkı Della gibi çok beğenmiş, ben de Ezra’nın en gözde yazarlarından biri haline gelmiştim. Kitaplarım kırk beş dile çevrilmiş, birkaç tanesinin de filmi çekilmişti. Ve şimdi de Netflix dizileri için teklifler alıyordum. Ezra’nın gözde yazarı olmak kolay değildi. Çünkü onun yeterince gözde yazarı vardı. Kitaplarını hayranlıkla okuduğum yazarlar. Ama Ezra için ben farklıydım. Onun yayınevinden çıkmış en iyi polisiye, gizem, gerilim kitaplarını ben yazıyordum. “Bir yıl daha kitap yazmasam Ezra bir şey söylemez.” Umursamaz ses tonum Della’yı deli ediyordu. Dişlerinin arasından “Beni dinlememenden nefret ediyorum,” dedi. “Ezra yavaş yavaş homurdanmaya başladı. Hayranların ise yeni kitap istediklerini haykırıyor!” Omuz silktim. “Bak ne diyeceğim: şu son kitabı Netflix istiyordu. Haklarını ver. Dizi ya da film. Bu hayranları da Ezra’nın homurtusunu da susturur.” Bana da zaman kazandırır. “Ah, Tanrım. Beni deli ediyorsun, Ophelia Wizard.” Wizard. Soyadım hâlâ buydu, değil mi? Başka birinden duymayalı ne kadar da uzun zaman olmuştu. Neredeyse ben bile bir Wizard olduğumu unutacaktım. Belki de olmadığım içindi. “Bana öyle seslenme.” Della’nın derinden gelen sesli bir nefes verdiğini duydum. Benden bıkmıştı ve haklıydı. Ben de kendimden bıkmıştım. “Kalk ve duş al,” diye emretti. Yine itiraz edeceğimi sandım ama burnuma gelen kötü koku beni duraksattı. Bu koku benden geliyordu. Kendi iyiliğim ve bakterilerin iyiliği için gerçekten de yıkanmalıydım. “Başım o kadar ağrıyor ki hareket bile edemiyorum.” Della’nın olduğu taraftan bir hışırtı geldi. Ardından hareket ettiğini hissettim ama hemen sonra ses kesildi. “Şuna yaptığına bir bak!” Zor da olsa meraktan gözümü açıp neyi kastettiğine baktım. Eliyle kahverengi orta sehpada duran bardağı gösteriyordu. İçi boş olan bardak. İçindeki suyun beni ıslattığı bardak. “Suyla kendimi ıslatan ben değildim,” diyerek tekrar gözlerimi kapattım. Bu sefer Della’nın koltuktan kalktığını duydum. “Seni, senin yüzünden ıslattım ve ağrı kesicinle içmen gereken su, aptal yüzünde heba oldu.” “Mutfağın yerini biliyorsun.” Della, salondan çıkarken yüksek sesle küfretti. Gülmek istedim ama bunun için bile gücüm yoktu. Tanrı aşkına! Bu kadar içecek ne vardı ki? Della’nın ayak sesi kafatasımın içindeki ağrıyı kamçılarken yüzümü buruşturdum. “Şu ikisini hemen iç ve kendine gel.” Gözlerimi zorla açıp menajerimin uzattığı ağrı kesicileri aynı anda ağzıma attım ve suyun, hapları ilgili yere iletmesini sağladım. Bardağı geri verdiğimde Della bana değil arkamdaki camdan bir şeye bakıyordu. “Ah, Yüce Tanrım.” Eğer camın gerisinde Beyonce yoksa Della’nın bu sesi çıkarması imkânsızdı. Boynumu çeviremediğim için “Neye bakıyorsun, sen?” diye sorup bardağı az önceki yerine bıraktım. “Bu kim?” Della’nın sorusuna yanıt verebilmem için arkama dönüp bakmam gerekiyordu ki bu epeyce zordu. “Bu Tanrı evladı da kim?” Ve o anda Della’nın yeni komşuma baktığını anladım. Adamı yalnızca birkaç kez görmüştüm ve birkaç dakikadan fazla sürmeyen bu denk gelmelerden anladığım tek bir şey vardı: Adam inanılmaz seksi, yakışıklı ve bir o kadar kaslıydı. Tekrar arkama yaslanırken “Sanırım yeni taşındı,” diye mırıldandım. “Adını bilmiyorum.” Belki de biliyordum ama hatırlamıyordum. Birkaç gün önce ben çiçeklerimi sularken bana selam vermişti. Sanırım ona adımı ve tanıştığım için memnun olduğumu söylemiştim. Bunu söylediğime göre o da bana adını söylemiş olmalıydı. “Ne demek ‘Adını bilmiyorum,’ Oph? Böyle bir adamın adını nasıl bilmezsin?” Della cırlayarak koltuğuna geri çöktü. Gözü hâlâ arkamdaki camdan baktığı adamdaydı. Yanımdaki zigon sehpanın üzerinden bir peçete alıp Della’ya uzattım. Mavi gözleri usulca peçeteye ardından bana çevrildi. Tek kaşını kaldırıp parlayan gözlerini gözlerime diktiğinde “Salyaların için,” diye açıkladım. “Kuduz bir köpek gibi salya akıtıyorsun.” Della dudağını büzüp elime vurdu. Elim geri düşerken bu sefer gülümsememi bastıramadım. O donuk gülümsemelerden. “Benimle dalga geçmeyi bırak da o çalı bacaklarını oynatıp banyoya git. At çiftliği gibi kokuyorsun.” Göz devirme sırası bendeydi. “Yürüyebilecek kadar önümü görmeye başladığımda kalkacağım.” Duş almam için bu kadar ısrar ettiğine göre bugün buraya biri gelecek demekti. Ve bunun kim olduğunu tahmin edebiliyordum. “Bugün yeni hayatına adım atman için harika bir gün, Oph. Doktor Felix’le görüştükten sonra seni süsleyeceğiz ve dışarı çıkacağız. Şansımız yaver giderse şu seksi komşunla karşılaşırız ve sen de nihayet biriyle seks yapar kendine gelirsin.” Yüzümü buruşturdum. Gerçekten bütün bir sorunun seks yapıp yapmamam olduğunu sanması korkunç derecede komikti. “O adamla seks yapma hayalleri kuranın sen olduğunu sanıyordum, Della.” Della ara ara adama kayan gözlerini sonunda tamamen bana dikti. “Sevgilim olduğunu hatırlatmama gerek yok herhalde?” “Ne kadar da sevgilisine âşık bir kadın,” diyerek dalga geçtim. “Gözlerini bir saattir adamdan alamıyorsun.” “Senin için!” diye bağırdı. “Artık gerçekten de bir ilişkiye ihtiyacın olduğunu düşünüyorum, Oph. Evet, yaşadıkların kolay değildi ama üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Artık hayatına devam etmek zorundasın ve şu lanet kitabı da yazmalısın.” İlişki hakkında söylediklerine kesinlikle katılmıyordum. Çünkü ne fiziksel ne de mental olarak herhangi bir ilişkiye hazır değildim. Tek gecelik bile olsa. Ki bu düşünce ciddi anlamda midemi bulandırıyor, kendimi yorganımın altına sokmak istememe sebep oluyordu. Ayrıca ne olursa olsun benim bir kocam vardı ve onun soyadını taşıdığım sürece ona ihanet etmeyecektim. Ben, o değildim. “O doktoru bana sormadan çağırdığına inanamıyorum, Della.” Della'nın yüzü geldiğinden beri ilk defa yumuşadı. “Üzgünüm bebeğim. Ama sana bundan önce belki de beş yüz bin defa doktora gitmeni söylemiştim. Bana başka çare bırakmadın.” Kalabalık bir topluluğun bir yerden uzaklaşırken gösterdikleri koordinasyona benzer bir yavaşlıkla baş ağrım çekilmeye başladı. “Biliyor musun, artık itiraz edecek gücüm kalmadı. Tamam. Dediğin gibi olsun, gelsin ve şu doktorla görüşelim. Sonra beni istediğin yere götürebilirsin. İstediğin gibi kitap yazmaya da başlayacağım. Ama benden tek bir şeyi isteyemezsin.” Della'nın kaşları ne söyleyeceğimi biliyormuş gibi havaya kalktı ve arkasına yaslanıp kollarını önünde birleştirdi. Bilmiş tavrına istinaden ağzımı açmayıp ona bakmayı sürdürdüm. Bu sessiz bir meydan okumaydı. Bana bu konuda saygı duymak zorundaydı. İnatçı bakışlarımın altında ezilmiş olmalı ki sonunda “Tamam,” diyerek gözlerini kaçırdı. “Ama bil ki hayatını bu şekilde devam ettiremezsin, Oph. Biriyle birlikte olmalısın, zaman geçirmelisin, en azından flört etmelisin.” Ellerimi iki yana açıp “Bana bir baksana, Della,” dedim. “Güzel ve yetenekliyim. Amerika'nın en iyi yayınevlerinden biriyle çalışıyorum ve kitaplarım tüm dünyada çok satanlar listesine giriyor. Ünlüyüm. Hayranlarım var. Kitaplarım dizi ve film oluyor. Sence istesem gerçekten de birileriyle istediklerimi yaşayamaz mıyım?” Della gözlerini kısıp beni süzdü. Söylediklerimde haklı olduğumu biliyordu. Ve tabii hazır olmadığımı da. Son bir yılda hayatım yalnızca değişmekle kalmamıştı. Tepetaklak olmuştu. Bir deprem gibi. Koskocaman bir bina üzerime yıkılırken saçma bir ihtiyatla nefes almaya devam etmiş ve molozların altından kurtulmayı beklemiştim. Şimdi kurtulduğumdaysa gülümsemeyi bile beceremiyordum. Artık hiçbir şey önemli değildi, hiçbir şey beni yaşamıma devam ettirebileceğim kadar ayakta tutmaya yetmiyordu. Bir şiir, onu yazan şaire ve okuyan okuyucusuna göre şekil alırdı. Benim hayatımın şiiri ise güçlü bir silgi tarafından silinmişti. Della kollarını çözüp ayağa kalktıktan sonra elini bana uzattı. “Hadi gel,” dedi yumuşak bir sesle, “Şu doktor gelmeden seni temizleyelim.” Yalnızca bedenimi diye geçirdim içimden. Ruhum artık temizlenmeyecek kadar katılaşmıştı. |
0% |