Yeni Üyelik
20.
Bölüm
@nurrunatt

Günümüz

 

Gözümü mükemmel bir kahve kokusu eşliğinde araladım.

Görüşüm netleştiğinde ilk gördüğüm benim evime ait olmayan büyük bir cam sehpaydı. Ardından kahverengi deri koltukları gördüm. Gri, tüysüz halılar, beyaz parke, camın önünde Hawaii tarzı bitkiler. Burası benim evim değildi.

Önce nerede olduğumu ve dün gece gözümü nerede kapadığımı algılayamadım. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdıktan sonra bütün olanlar, bir filmin hızlandırılmış hali gibi gözlerimin önünden aktı.

Yüce Tanrım.

Dün evimde ölü bir kadın bulmuştum. Tanıdığım bir kadın. Ardından bir ceset daha ve onu da tanıyordum. Cesetlerin yanına bırakılan notlar Sapık’tan geliyordu. Bundan adım kadar emindim. Ayrıca sadece Sapık değildi. Sapık-takipçi-katildi.

Burası Blake’in eviydi.

Her yeni güne açılan gözlerinizin ardından zihniniz de açılırdı ve bir önceki günü düşünürdünüz. Özellikle bir önceki gece yaptıklarınızdan ya da düşündüklerinizden pişman olurdunuz ya da bir karar verdiyseniz o kararınız için artık o kadar heyecanlı olmazdınız. Nedense her sabah uyandığınızda dün olanlar, dün düşündükleriniz sizin için daha kötü görünmeye başlardı.

Ama bugün öyle olmadı. Sapık’ın geri dönmesi ve iki kişiyi öldürmüş olması dünden çok daha kötüydü, bunu kabul etmeliydim. Fakat Blake’in evinde kalmak, onun yanında, onun yaptığı kahvenin kokusuyla sarmalanmış olmak kötü görünmüyordu. Bakışlarının, buz kütlesinin içinde kalmış bedenimi eritmesine izin vermek hâlâ güzel görünüyordu.

Üzerime Blake’in serdiğini düşündüğüm pikeyi ayağımla iterek uzaklaştırdım. Tanrım, duş almam gerekiyordu. Biraz daha aynı kıyafetlerle olduğum yerde yatmaya devam edersem buharlaşıp yok olabilirdim.

Yapış yapış olan bedenimin yüzümdeki etkisi dudaklarımı tiksintiyle eğmek olurken bir erkek sesi “Günaydın,” dedi.

Kafamı çevirip Blake McClark’a baktım. Benim aksime o, duş almış gibi görünüyordu ve yine takım elbisesini giymişti. Gömleğinin yakası tıpkı dün olduğu gibi göğsünün altına kadar açıktı. Birazdan mükemmel teninden beni mahrum bırakarak gömleğini ilikleyecek ve kravatını takacaktı. Üstüne de takımını tamamlayan ceketini giyecekti. Tanrı aşkına, bu sıcakta nasıl oluyor da takım elbise giyebiliyordu?

“Günaydın,” diyerek yanıtladım. Ve o anda ağzımın kokusundan midem bulandı. Dün kustuktan sonra dişlerimi fırçalamamıştım. Üstüne soda, kahve ve bira içmiştim. Bir de etli sandviç vardı. Ağzımın için çürümüş yemeklerle dolu bir çöplük gibi kokuyordu.

Blake salondan içeri girerek ayakta dikilmeyi sürdürdü. “Koltukta uyumana izin verdiğim için üzgünüm. Pek misafirim gelmediği için misafir odamı temizlememiştim ve seni uyurken kucağıma alıp, yatağa bırakmak konusunda ne düşüneceğini bilemedim.”

Bu kadar inci fikirli olduğu için şaşırmalı mıydım, emin değildim. Uzun zamandır kimse beni böyle düşünmüyordu. Della dışında tabii.

Elimi önümde sallayarak “Önemli değil,” diye mırıldandım. Nedense yanaklarımın kızaracağını hissediyordum. Sırf bana nazik davranıyor diye utanacak halim yoktu. Kendine gel, Oph.

“Sen uyurken kalacağın odayı hazırladım. Merak etme, artık burada uyumayacaksın.”

Utansam da gözlerimi ona çevirdim. Gözlerinin için parlıyordu. Sakalları düne göre daha belirgindi. Ama yakında tıraş olacağını biliyordum. FBI ajanları sakal uzatmazdı. Zaten her nasıl oluyorsa onlar sakalsız daha yakışıklı oluyordu. Tabii aynısını Blake için söyleyemezdim. Kirli sakalları, iki türlü de yakışıklı olduğunu belli ediyordu.

“Biliyorsun, bunun için uğraşmana gerek yoktu. Della dönene kadar bu kanepede uyuyabilirim.”

Kaşları belli belirsiz çatıldı. “Della dönene kadar bu olayı çözersek gidebilirsin. Onun dışında burada kalıyorsun. Dün bunu konuşmuştuk.”

“Konuştuk ama-“

“Bunu kişisel algılama, Ophelia. Yani, eğer sorun buysa. Komşun ya da okurun olmanın yanı sıra ilgilendiğim vakada tehlikede olan bir kadınsın. Seni güvende tutmak benim görevim.”

Alınmalı mıydım? Beni yalnızca görevi olduğu için yanında tutuyor olması oldukça yerinde bir hareketti. Ama bunu doğruca söylemesi kendimi yeniden değersiz hissetmeme neden olmuştu.

İstemsizce somurtmaya başladığımı fark ettiğimde hızla kendimi toparlamaya çalıştım. “Anlıyorum. Ama yine de bana oda vermek zorunda değilsin.”

Blake yanıma yürüyüp üzerimden attığım pikeyi eline aldı. Pikeyi neredeyse annem gibi asimetrik bir şekilde katlarken “Zorunda olduğum için yapmıyorum,” dedi. Sesi öyle keskindi ki aksini isteseniz de düşünemezdiniz. “Uzun bir süre burada kalacaksın ve bunu salonda uyuyarak yapman hiç hoş olmaz. Kendine ait bir odan olursa ikimiz de daha iyi hissederiz.”

Yüzümü yere eğdim. “Kendimi daha iyi hissettiğimi sanmıyorum. Sadece… Mahcup hissediyorum. Evet, işin gereği beni korumak istemeni anlıyorum ama yine de seni, benimle uğraşmak zorunda bırakmışım gibi hissediyorum.” Ağız kokum ben konuştukça daha kötü bir hâl almaya başladı. Blake’in yanıma daha fazla yaklaşmaması için dua ettim.

Pikeyi katlamayı bitirdikten sonra onu koltuğun kenarına bıraktı ve bana döndü. Dün geceki gibi yumuşak bir ifadeyle bakıyordu. “Seninle uğraşmak zorunda hissetsem emin ol, bunu sen de anlardın. Beni küçüklüğünden beri tanıdığında bir arkadaşın olarak gör ve lütfen artık bu konuyu kapat.”

Blake’i arkadaşım olarak görmek kolaydı. Çünkü zaten böyle hissediyordum. Bazı insanlarla tanıştığınızda sanki yıllardır tanışıyormuşsunuz hissine kapılırdınız. Sanki uzun süredir birbirinizi arıyormuş da sonunda bulmuşsunuz gibi. Blake için böyle hissediyordum. O gelince tamamlanmıştım.

Gülümsemeye çalışıp “Pekâlâ,” diyerek konuyu onun istediği gibi buruşturup çöpe attım. Bedenimin ve ağzımın kokusu gittikçe kötüleşirken zaten başka bir şey düşünmem iyice zor bir hale gelmişti.

Yüzümün buruştuğunu gören Blake “Sen iyi misin?” diye sordu.

Başımı iki yana salladım. “Duş almam, dişlerimi fırçalamam ve üzerimdeki bu lanet kıyafetlerden kurtulmam gerekiyor.” Peki, bilin bakalım ne yoktu? Diş fırçam, macunum, kıyafetlerim ve bakım ürünlerim. O eve nasıl girecektim? Blake’ten istesem benimle gelirdi. Ama sorun yanımda birinin gelip gelmemesi değildi. Sorun, o eve girecek olmamdı.

Blake sanki bir şey unutmuş gibi işaret parmağını kaldırarak “Ah,” dedi. “Özür dilerim, söylemeyi unuttum.” Arkasını dönüp salonun girişinde duran ve şimdi fark ettiğim üç bavulun yanına yürüdü. Kaşlarımı çattım. Benim valizlerime ne kadar da benziyorlardı.

“Sen uyurken evinden bütün eşyalarını aldım,” dediğine gözlerim büyüdü ve onu buldu. Eliyle büyük valizi göstererek “Bunda kıyafetlerin var,” dedi. Ardından bir boy küçüğünü gösterdi. “Bunda ayakkabıların ve…” bu sefer en küçük bavulu gösterdi. “… bunda da kişisel bakım ürünlerin. Yani umarım öyledir. Kadınların bakım ürünleriyle pek aram yoktur ama banyo dolabında ve aynalı masanın üzerinde ne varsa içine doldurdum.”

Şaka. Yapıyor. Olmalıydı.

Aman. Tanrım!

Gözlerim sonuna kadar açılmış valizlere ve Blake’e bakmayı sürdürdüm. Bunu gerçekten yapmış olamazdı. Kendimi onun yerine koyarak herhangi bir kadın için bunları yapar mıyım diye sorguladım. Cevap: kocaman bir HAYIR. Aklıma gelmezdi bir kere. Kasıtlı olarak iyiliğe karşı olduğumdan değil.

Blake bir süre sonra “Haddimi aştıysam özür dilerim,” diye mırıldandı. “Ama bir süre oraya girmek istemeyebileceğini düşündüm. Tabii sana haber verseydim daha doğru olabilirdi, aynı zamanda kolay.” Kollarını önünde birleştirip başını yana eğdi. “Eşyalarını bulmam biraz uzun sürdü de.”

En sonunda “Sana inanmıyorum,” diye mırıldanabildim. Belki bu kadar büyütülecek bir şey yoktu ama işte Afrika’daki bir çocuğun hamburger yemesiyle, Amerika’da yaşayan normal bir çocuğun hamburger yemesi bir olmuyordu.

Kaşları bükülürken yüzünde mahcup bir ifade oluştu. “Kızdın mı?”

Kızmak mı? Bana nasıl bir iyilik yaptığının farkında mıydı?

Ayağa kalkıp valizlere ilerlerken “Elbette, kızmadım,” diye cırladım. Hatta çığlık atmış bile olabilirdim. “Oraya nasıl gireceğimi düşünüp duruyordum, Blake. Ah, Tanrım. Çok teşekkür ederim!”

Önemli bir şey değilmiş gibi elini önünde salladı. “Kim olsa yapardı.”

“Yapmazdı. Emin ol. Yapmazdı.” Yıllardır aynı yastığa baş koyduğum, âşık olduğum, onunla çocuk sahibi olma hayali kurduğum adam bile yapmamıştı. Başkası olsa neden yapsındı ki?

Blake bir süre utanmış göründü. Yüzünde masumane bir gülücük vardı. Gözleri az öncekine göre daha canlı parlıyordu.

O anda Blake’i kaybetmek istemeyeceğim hissine kapıldım. Bütün bunlar bittiğinde bile onun için her şeyi yapardım. Ve sanırım kopamazdım. Blake’ten artık kopabileceğimi sanmıyordum. Yanlış veya doğru, böyle hissettiğim için kendime de yüklenmeyecektim.

Zor anınızda yanınızda olmayı başarmış insanlar, her anınızda yanınızda olmayı hak eden insanlardı.

“Tamam,” dedi, Blake ensesini kaşırken. “Şunları odana çıkaralım. Sen yerleşir ve duşunu alırken ben de kahvaltıyı hazırlayayım.”

En azından kahvaltıyı ben hazırlamalıydım fakat dün olanlardan sonra bir de zehirlenme vakası yaşamak istemezdik. Akşam yemeği. Evet, yazmaktan sonra en iyi yaptığım şey, akşam yemeğiydi. Blake için bunu yapabilirdim.

Başımla onayladığımda Blake, büyük valize uzanıyordu ki ön cebindeki telefonu çalmaya başladı. Valize yönelen elleri geri giderek cebindeki telefonu buldu. Önce ekrana ardından bana baktı ve “Ekipten arıyorlar,” diye mırıldandı.

Telefonu açıp kulağına götürmesini bekledim ama bunun yerine hoparlörü açarak bir adım bana yaklaştı. “Söyle.”

Blake’in emriyle karşıdaki kişi hızla lafa girdi. “Bir tanık bulduk. İsmi Andre Black. Şehir merkezinde Andre’nin Bahçe Gereçleri isimli dükkânın sahibi.”

Andre Black mi? Yarım akıllı Andre mi?

Ses tonundan benden ve Blake’ten oldukça genç olduğunu anladığım asistan tekrar konuşmaya başladı. “İki gece önce sokakta yürürken bir şey taşıyan birini görmüş. Noel babanın hediye torbası gibiydi, diyor. Bayan Wizard’ın eşinin eve geri döndüğünü sanmış, çünkü şüpheli, arka bahçeden salına salına içeri girmiş.”

Sıcağa ve yapış yapış olmuş vücuduma rağmen bedenimdeki tüm tüyler havaya dikildi. Blake’in asistanı anlatırken söyledikleri gözümde canlanmıştı. O kişinin taşıdığı şey gerçekten de bir hediye torbasıydı. Yalnızca bana özel bir hediye ve oyuncak değil. Gerçek.

Salına salına içeri girmiş.

Terli bedenim birden ürperdi. Farkında olmadan Blake’e bir adım yaklaşmış olmalıydım çünkü artık neredeyse birbirimize sürtünüyorduk. Ben, yukarıda, hiçbir şeyden habersiz uyurken o sapık-katil evime girip, eski odama bir ölü bırakmıştı. Belki tekrar beni yoklamış bile olabilirdi.

Alnım birden Blake’in geniş gövdesine yaslandı. Bana tekrar bir şey yapmış olamazdı, çünkü bu sefer yalnızca uyuyordum. Ama bana bir şey yapmamış olması evime girdiği, bana tekrar yaklaştığı gerçeğini değiştirmiyordu.

Bütün gece bir ölüyle aynı evde uyuduğum gerçeğini değiştirmiyordu.

Tanrım! Bu korkunçtu.

Somut. Gerçek. Mat. Bütünüyle korkunçtu.

Blake boştaki elini belime koyarak “Birazdan orada oluruz,” dedi ve telefonu kapatıp yalnızca bana sarıldı.

Loading...
0%