Yeni Üyelik
6.
Bölüm
@nurrunatt

Günümüz

 

Doktor Felix gittikten sonra kendime bir waffle yapıp yedim. Tadı, diyet bisküvilerine benziyordu. Elim genelde yemeklere yatkın olurdu ve çoğu zaman güzel yapardım. Ama waffle’a yeteneğim yoktu. Kendi evime çıkana kadar annemin bütün evi kokusuyla dolduran waffle’larını yerdim. O kadar güzel yapardı ki lise yıllarımda kilo alma sebebim tamamen annemdi.

Babama da annemden öğretmişti ve o iş için gittiğinde, babamla birlikte evde kaldığımız günlerde waffle yapma görevi babama düşerdi. Anneminki kadar güzel olmasa da babamın waffle’larını yabana atamazdım. En azından tadı oluyordu. Tıpkı Ash’in yaptıkları gibi. Ash de annem gibi bana defalarca waffle yapmayı öğretmişti. Ama olmuyordu, işte. Hatta Ash bazen yaptığım yemekleri, benim yaptığıma inanmazdı. Aşçı tuttuğumu ya da dışarıdan sipariş ettiğimi düşünürdü. Ona bu yüzden kızamıyordum. Sonuçta fırında pirzola yapabilen bir kadın nasıl oluyordu da waffle yapamıyordu?

Muhtemelen yapmak istemediğim içindi. Önceden annemin lezzetli ellerinden yemeyi severdim ve evlendikten sonra onun yerini Ash almıştı.

Son bir yıldır waffle yememiştim. Ash gittiğinden beri.

Bugün bunu Doktor Felix’e anlattığımda başlangıç yapabileceğimi düşünmüştü. En azından deneyebilecek kadar güçlü olduğum kanısındaydı. Bir adamın beni güçlü gördüğüne şahit olduktan sonra kendi güçsüzlüğüme sinirlenmiştim ve doktor gider gitmez waffle yapmıştım. Della gerçekten de haklıydı. Felix’le henüz yalnızca iki seans yapmış olmamıza rağmen kendimi iki gün öncesine göre daha iyi hissediyordum. Belki de iyi hissetmek istediğim içindi.

Tatsız waffle’ın son parçasını da yuttuktan sonra tabağımı bulaşık makinasına koyup su içtim. Tanrım! Suya şeker katsaydım, yaptığım waffle’dan daha lezzetli olurdu. Ağzımın içi büzüşmüş gibiydi.

Mutfaktan çıkıp çalışma odama gidecekken sabah aldığım kokuyu tekrar duydum. Ağır bir koku. Fazla çürümüş bir şeye ya da bozulmuş ete benziyordu.

Sabah kokuyu aldığımda mutfağı kontrol etmiştim fakat mutfakta kötü koku yayabilecek bir şeye rastlamamıştım. Ardından Doktor Felix gelmeden duşa girmiş ve onunla seans yapmıştık.

Üst kata çıkan merdivenin altındaki kilere gidip ışıkları açtım. Yerden başlayıp duvara kadar uzanan üç raf da yiyeceklerle doluydu. Çoğunu Ash almıştı. Benim kiler doldurmak gibi huylarım yoktu. Kokuyu aradım ama kiler aksine evin geri kalanından daha güzel koktuğu için geri çıkıp kapağını kapattım.

Bu lanet koku da neyin nesiydi?

Aşağı kattaki odaları ararken kot şortumun arka cebine sıkıştırdığım telefonum çalmaya başladı. Ekranda annemin ismi yazıyordu. Türkiye’yle olan saat farkından dolayı sık sık konuşamıyorduk. Sanırım sonunda ikimizin de uyanık olduğu bir zaman dilimi yakalamıştı.

Bozuk Türkçemle “Anneciğim,” diyerek açtım, telefonu. Bu sırada arka bahçeye bakan çalışma odama girmiş, çöpü kontrol ediyordum. Buraya uzun zamandır girmediğim düşünüldüğünde çöp kovasında kalan her ne varsa koku yapmış olabilirdi.

“Sana çok kızgınım, Oph.” Annemin Türkçesi benimkinden kat kat daha güzeldi. Daha babamla ilk tanıştıkları sırada babam ona öğretmişti. Bana da doğduğumdan beri öğretiyorlardı fakat büyüdükçe bir edebiyatçı olup çıkmıştım ve Türkçem de gittikçe evimden yayılan bu koku kadar kötü bir hâl almıştı.

“Sana da merhaba, anne.” Neden kızgın olduğunu bile bilmiyordum. Ve ben de kızgındım çünkü çalışma odamdaki çöp kovasında birkaç kâğıt dışında hiçbir şey yoktu. Koku buradan da gelmiyordu.

“Merhaba tatlım. Sana çok kızgınım. Oldu mu?” Annemin sesi gerçekten de kızgın geliyordu.

Çalışma odamdan çıkarken “Neler oluyor?” diye sordum. En son geçen hafta konuşmuştuk ve bana kızabileceği bir şey yaşanmamıştı.

İstemeyerek de olsa benim çalışma odamın karşısındaki çalışma odasının kapısına uzandım. Annemin sesi de gittikçe yükseliyordu. “Beni ya da babanı hiç aramayı düşündün mü, Ophelia? Her zaman seni biz arıyoruz ama hatırlatmama izin ver: sen bizim kızımızsın ve biz artık yaşlandık.” İşte bunda haklıydı.

Annem ve babam emekli olduklarında babam, memleketinde yaşamak istediğini söylemiş, annem de kabul etmişti. Ben o sıralarda üniversitemin son yılındaydım ve Ash’le birlikteydim. Henüz evli olmasak da genelde birlikte yaşıyordum. Ayrıca beş kitabı çıkmış yeni yükselişte bir yazar olarak imza günlerim ve söyleşilerim oluyordu.

Onlar Türkiye’ye taşındıktan sonra yanlarına yalnızca üç defa gidebilmiştim ve bunun ikisinde iş yoğunluğundan dolayı Ash benimle gelememişti. Annemle babamsa düğünüm için gelmiş ve tekrar geri dönmüşlerdi. O günden sonra da Amerika’ya uğramamışlardı.

“Üzgünüm, anne. Yeni kitabımla uğraşıyorum.” Odanın kapısını açtığım anda burnum Ash’in kokusuyla doldu. Kalp atışlarım hızlanırken ağlamamak için sertçe yutkunmak zorunda kaldım. Bu, olmaması gereken özlem. Bok gibiydi!

Annem homurdandı. “Yeni kitabınla uğraşıyor olman, yaşlı ebeveynlerine beş dakika ayıramayacağın anlamına gelmiyor, küçük hanım.”

“Çok haklısın. Gerçekten üzgünüm. Bir daha olmayacak.” Annemin bir şey anlamaması için bütün gücümü sesime verdiğimde bacaklarımdaki ve ellerimdeki gücün akarak kaydığını hissettim. Tanrım, Ash’in kokusu. Ash’in çalışma masası. Kitaplığı. Çalışırken saatlerce elinde çevirdiği kalemi.

Odadaki her şey. Küçük bir ataç parçası bile kalbime saplanıyor, beni ağır ağır öldürüyordu.

“Olmasa iyi olur, Oph. Baban çok üzülüyor ve durumu toparlamaktan bıktım.”

“Sizi özledim.” Bu sefer sesimi toparlayamamıştım.

Fısıltım anneme ulaştığında neredeyse kaşlarının çatıldığını ve elini kalbinin üzerine koyduğunu görebiliyordum. “Ah, Oph. Biz de seni özledik, tatlım. Hem de çok.”

Görüntü gözlerime doluştuğunda onları itmeye bile uğraşmadım. Ash ve ben. Ash bilgisayarında önemli birkaç dosyasıyla ilgilenirken ben ya masasının üstüne çıkar ya da Ash’in kucağına oturur kitap okurdum. Ve bunu yaparken de üstümde genellikle edepsiz birkaç parça kıyafet olurdu. Tabii onlara ne kadar kıyafet denirse. Ash, aptal dosyalarına odaklanabilmek için neredeyse yüzünü bilgisayarının içine sokardı. Ama sonunda pes ederdi.

Onu işinden alıkoyduğum için kızmazdı bile. Yalnızca “Beni delirtiyorsun,” ya da “Seni seviyorum, Ophelia Wizard,” derdi. Her öpücüğünün arasına bir sevgi sözcüğü sıkıştırır, hiçbir seksimizin yalnızca ihtiyaçtan kaynaklanmadığını bana gösterirdi.

İşin en kötü yanı özlediğim, hissettirdikleri ile birlikte yaşadığım güzel anılarım mıydı, yoksa Ash miydi? Bilmiyordum. Bunu bilmemek Ash’e ihanet ediyormuşum hissini uyandırsa da inkâr etmenin anlamı yoktu.

Boğazımdaki yumruğu yutkunarak yok etmeye çalıştım ve kapıyı hızla kapatarak sırtımı soğuk duvara yasladım. Koku Ash’in odasından gelmiyordu. Orası her zamanki gibi yalnızca Ash gibi kokuyordu ve kontrol etmeye de gerek yoktu.

“Bundan sonra sizi sık sık arayacağıma söz veriyorum,” dedim, anneme.

Annem derin bir nefes verdi. Kendini ağlamamak için rahatlatmaya çalıştığını biliyordum. “Bak ne diyeceğim,” dedi, kısık bir sesle. Bunun arkasından ne geleceğini çok iyi biliyordum. “Neden Ash’le birlikte buraya gelmiyorsunuz? Onun sesini neredeyse bir yıldır duyamıyoruz bile. Bu kadar yoğun çalışma, bir tatili hak ediyor.”

Bu sefer bir yumru da mideme oturdu. Annemle babam bir yıl önce olan hiçbir şeyi bilmiyorlardı. Ash’in yokluğunu da. Damatlarıyla konuşmak istedikleri zaman genelde onun çok yoğun olduğuna dair bir bahane uyduruyordum. Ya da annemle konuşurken şans eseri postacıya rastlarsam sesini kalınlaştırıp yalnızca ‘Merhaba, nasılsın, iyiyim,’ gibi kısa şeyler söylemesini istiyordum. Ki bu çok nadir oluyordu.

“Gelmeyi çok isteriz. Ama önce benim kitabımı bitirmem gerekiyor. Ezra’yla bir sözleşme yaptım, benden kitap bekliyorlar.”

Benden kitap bekliyorlar; doğru.

Yeni sözleşme imzaladım; yalan.

“Senden her zaman kitap bekliyorlar, Oph. Ya da senin kitabın bitiyor ve Ash’in bir işi çıkıyor. Artık bu işlere bir ara verip neden buradaki yaşlı anne ve babanızı görmeye gelmiyorsunuz?”

Bir gün bu şekilde kapana sıkışacağımın farkındaydım. Sonuçta bir yalanı ne kadar gerçekmiş gibi götürebilirdiniz ki? Yalanlar, ortaya çıkmayı seven ihanetçi kelimelerden başka bir şey değildi.

“Anneciğim lütfen yapma böyle. Söz veriyorum işlerimiz hafiflediğinde yanınıza geleceğiz.”

“Eh, tatlım. İşleriniz bittiğinde yine gelmezseniz biz oraya geleceğiz haberiniz olsun. Bu yaşlı iki ebeveyni dünyanın öbür ucuna sırf sizi görebilmek için getiriyor olmanız, vicdanınızı etkilemeyecekse bizim için bir problem yok.” Ah ama benim için çok büyük bir problem vardı. Annem ve babam buraya gelemezdi. Gelmemeliydi.

Panik ile sırtımı duvardan ayırdım ve istemsizce yükselen sesimi görmezden gelerek “Geleceğiz diyorum,” diye bağırdım. Ve anında bağırdığım için pişman oldum. Uzun zamandır kendime bile hayrım dokunmayan ölüden farksız bir insan olabilirdim. Fakat annem ona sesini yükseltilmesini hak etmiyordu.

Annem duraksadı. Nefes alışverişlerinden sinirlendiğini anlayabiliyordum. “Bana bak küçük hanım,” dedi sanki hala onun evinde yaşayan liseli bir ergenmişim gibi. “Benim kim olduğumu unutuyorsun herhalde?”

Mahcup bir sesle “Özür dilerim, anne,” dedim. “Gerçekten sesimi yükseltmek istememiştim. Yoğun bir gün geçiriyorum.”

“Yoğun geçmeyen bir günün var mı Oph?”

Görmese de omuz silktim. “Sanırım bu aralar yok. Ama ne kadar yoğun olursam olayım bundan sonra seni ve babamı sık sık arayacağım.” Aksi halde onların buraya gelmeleri demek oluyordu ki bu tam bir felakete yol açardı.

Annem pes etmiş bir nefes vererek sonunda konuyu kapattı. “Bana yeni kurgundan bahset tatlım.”

Annemle yeni kurgularımı paylaşmayı çok severdim. Ama bilin bakalım ne yoktu? Kurgu.

“Biliyor musun, bu sefer sürpriz olmasını istiyorum, anne. Kitabı bitirdiğimde her zamanki gibi ilk sana göndereceğim. Ama o zamana kadar hiçbir şey bilmeni istemiyorum.” Bu sırada tekrar koridorun ortasına kadar gelmiş yine kokunun kaynağını çözmeye çalışmıştım. Ancak bulamıyordum. Böyle bir kokuya sebep olacak herhangi bir şey aklıma gelmiyordu.

“Sabırsızlıkla bekliyorum, canım. Rica ediyorum biraz hızlı yaz, bitir ve kocanı da alarak artık buraya gel.”

Artık bu gidip gelme meselesinin bir an önce kapanması için konuyu tamamen değiştirmeye karar verdim. “Anne, evde kötü kokuya sebep olabilecek bir şeyler aklına geliyor mu?”

“Nasıl bir koku?”

Elimi alnıma koyarak “Ah, emin değilim,” dedim. “Epey ağır kokuyor. Bir şeyler çürümüş ya da bir fare ölmüş gibi.” Bunu söyler söylemez aklıma bodrum katı geldi. Bodrum katımız farelere karşı korunaklı olsa da yine de bir delik bularak girmiş ve ölmüş olabilirdi.

Annem de aklımı okuyarak “Bodrum katına baktın mı, tatlım?” diye sordu. “Eğer koku, fare ölüsüne benziyorsa bodrumu kontrol etmen gerekebilir.”

“Seni sonra arasam olur mu? Bodrum katında telefon çekmiyor. Bir an önce bu kokunun sebebini bulmalıyım.”

“Eğer bir fare bodrum katınızda öldüyse yüzüne bir maske takıp inmeni öneririm tatlım. Biliyorsun farelerin kokuları bile zehirli olabilir.”

Ve şanslıysam bu zehir beni öldürürdü.

Bodruma inmeden önce anneme “Merak etme,” dedim. “Seni seviyorum, babamı benim yerime öp.”

“Biz de seni seviyoruz,” dedi. Sesi telefonu erken kapattığımız için hoşnutsuz çıkıyordu. Ama şu anda bunu umursayacak durumda değildim. “Bizi aramayı unutma.”

Annem beni görüyormuş gibi başımı salladım ve cevap vermeden kapattım. Tanrım biraz daha bu koku altında kalırsam gerçekten de zehirlenip ölebilirdim. Aslına bakıldığında bu işime gelirdi ama yine de kokunun kaynağını bulsam fena olmayacaktı.

Bodrumun kapısını açıp ışığı yaktıktan sonra merdivenlerden indim. Tavanın köşelerindeki pencerelerden gün ışığı sızıyor, ışık huzmelerinin üzerinde ise tozlar geziniyordu. Tozların beni, bir gün boyunca hapşırtacağını bilsem de havayı ihtiyatla kokladım. Eğer koku bodrum katından çıkmış olsaydı muhtemelen şimdiye o iğrenç kokudan dolayı gözlerim yaşarmış hatta bayılmış olurdum. Ama bodrum bile şu anda evin geri kalanından çok daha temiz kokuyordu.

Homurdanarak bodrumdan geri çıktım. Artık kafayı yemek üzereydim.

Kimi zaman Perkins’lerin köpeği bir fare öldürdükten sonra getirip benim bahçeme bırakıyor ve ben ölü fareyi görene kadar da bozulmuş bir plak gibi havlıyordu. Ama asla evimin içine bırakmamıştı ve Spike’ın evime girebileceği herhangi bir hayvan kapım yoktu. Öldürmüş bile olsa yine bahçede olacaktı ve fareyi öldürdüğünü görebilmem, bunun için onu tebrik edebilmem için havlayacaktı.

Yine de tedbir olsun diye arka kapıdan bahçeye çıkıp Spike’ı aradım. Ama tahmin ettiğim gibi bulamadım.

Böyle giderse haşere uzman ekiplerini aramam gerecekti. Belki de benim görmediğim, nerede olduğunu algılayamadığım bir yerlerde bir şey ölmüş olabilirdi. Her ne kadar ben de gizlice ölmek istesem de evimde bir haşere ölüsüyle yaşamayacaktım.

Ayaklarımı yere vurarak içeri girdim. Haşere uzman şirketinin telefonu yukarıdaki cüzdanımın içindeydi. Della acaba beni hayata geri döndürürken ne yaptığının farkında mıydı?

Merdivenleri çıkıp odama yönelecekken gözüm eski yatak odama takıldı. Ve tıpkı az önce olacağını düşündüğüm gibi kokudan dolayı gözlerim yaşardı. Koku burada çok daha ağır, müthiş derecede yoğundu.

Çıplak kolumu burnumun ve ağzımın üzerine kapattım. Biraz daha bu havaya mahsur kalırsam bütün evime kusmam gerekecekti. Tanrı aşkına! Daha önce böyle iğrenç bir koku duyduğumu anımsamıyordum.

Ancak çürümeye yüz tutmuş bir ceset böyle kokabilirdi. Ya da Ağustos sıcağında açıkta kalmış kanlı bir et parçası. Kan. Ölü.

Kanım dondu.

Bütün bedenim sanki yaz mevsiminde değilmişiz gibi buz tuttu. Titredim. Soğuktan.

Yo, hayır. Bu imkânsızdı.

Benim evimde neden bir ceset olsundu ki? Bu… Çok saçmaydı. Elbette, evimde ceset falan yoktu. Yalnızca bir fareydi. Evet. Muhtemelen geçen akşam sarhoşken bahçe kapılarından birini açık unutmuştum, fare de eve girmiş ve sonra nasıl ölüyorsa eski yatak odamda ölmüştü. Evet, evet. Kesinlikle böyle olmalıydı.

Bacaklarıma yürüme komutu vererek bir adım attım. Dizim, rüzgârda savrulan ince bir ağaç dalı gibi titredi. Odaya attığım her adımda enseme soğuk rüzgârlar vuruyor, bedenimi karıncalandırıyordu. Bu normal değildi.

Belki de Doktor Felix’i arayıp sonunda gerçekten delirdiğimi söylemeliydim. Evimde bir koku duyduğumu ve bu kokunun bir cesete ait olduğuna kendimi inandırdığımı söylemeliydim. Çünkü benim evimde ceset olamazdı.

Kapının önüne geldiğimde koku tamamen dayanılmaz bir hal aldı. Nefesimi tuttum ve bedenimin karıncalanmasını görmezden gelmeye çalıştım. Kalbim göğüs kafesimi parçalamak istiyormuş gibi atıyor, kulaklarım uğulduyordu.

Elimi kapı kulpuna götürdüm. Yapabilirsin, Ophelia. Altı üstü bir fare ölüsü. İnsan değil.

Kulpu çevirdim.

Kapıyı ağır hareketlerle açtım.

Ancak gözlerim, kapı kadar ağır hareketlerle açılmadı.

Daha hızlıydı. Çok daha hızlı.

Burnuma bastırdığım kolum geri inerken tüm bedenimin korkunç bir ürpertiyle sarsıldığını hissettim. Ardından bir çığlık duydum. Kulak tırmalayıcı. Korkmuş. Endişeli. Tiz bir kadın çığlığı.

Bu çığlık benden geliyordu.

Ve gördüğüm, altı üstü bir fare ölüsü değildi.

Loading...
0%