Yeni Üyelik
8.
Bölüm
@nurrunatt

Günümüz

 

Bir yıl önce ormanda karşılaştığım o adamdan kaçamamıştım. Ayaklarım yere çiviyle çakılmış gibi. Bedenim kaskatı kesilmişti. Panik, zihnimi ele geçirirken nöronlarım iletimi bırakmış, sanki doğru olan kaçmayıp orada durmakmış gibi kalakalmıştım.

Şimdi öyle olmadı.

Nasıl olduğunu anlayamadığım bir hızla çığlık atarak kendimi evden dışarı attım. Bu sefer uzaklaşmayı akıl edebilsem de peşimde birinin olmaması bu kaçmayı, anlamsız hale getiriyordu. Eski yatak odamda kanlar içindeki ölü beden beni kovalayamazdı. Bunu pekâlâ kanlı canlı biri yapabilirdi ve bir yıl önce yapmıştı da.

Gözlerim önce bulutlandı ardından yaşlar pınarlarıma akın etti. Ne yapmalıydım? Evinde ceset bulan bir insan ne yapardı?

Düşün. Düşün. Düşün.

Düşünemedim.

Zangır zangır titriyor, nefes almak için mücadele ediyordum. Gördüğüm şeyler parça parça zihnime düşüyordu. Sanki gözümün gördüğü şeyleri zihnim fotoğraf makinasıymış gibi çekiyordu.

Yerdeki kurumuş kan gölü. Bir flaş patlaması. Siyah, kanlı topuklu ayakkabılar. Bir flaş daha. Kanlı siyah pantolon. Flaş. Deşilmiş bir karın, bağırsaklar dışarıda. Flaş. Morarmış boğaz, donmuş ve kaskatı. Flaş. Açık ağız, oradan gelen kan çeneye doğru akmış ve kuruduğu için simsiyah görünüyor. Flaş. Korku dolu, açık mavi gözler. Tıpkı benimkiler gibi. Flaş. Sarı saçlar. Aralarında kırmızılık var. Sanki yeni ergen bir kız çocuğu gibi saçının yarısını kızıla boyamış. Ama bu boya değil. Kan.

Elimi mideme götürdüm. Oradan gök gürültüsüne benzer sesler geliyordu. Bunun ardından bir şimşek çakacak ve kusmuk yağmuru başlayacaktı. Dudaklarımı kusmamak için sıkı sıkı kapattım. Burnumdan derin nefesler almaya çalıştım. Ama bu fırtınayı daha da şiddetlendirmekten başka bir işe yaramadı. Gözyaşı yağmuru başlamıştı. Ve işte geliyordu.

Midemin olduğu gibi harekete geçip organlarımın arasından yürüdüğünü, oradan boğazıma doğru hareket ettiğini hissettim. Çiçeklerimi çok sevsem de artık içimde tutamayacaktım.

Dudaklarımı araladığım anda kusmuk yağmuru başladı. Bahçemde kusuyor olmak utanç verici olsa da buna aldırış edecek bir durumda değildim. Öğürdüm. Defalarca. Kollarım kaskatı kesilene, nefesim tıkanana, başımda iğrenç bir ağrı oluşana kadar öğürdüm. Midemdekiler, şelaleyi andıran bir hızla dışarı çıkıyordu.

Durduğunda nefes almaya çalıştım. İnleyerek. Ama olmadı ve bir öğürme daha geldi. Ağzımdaki acı tadı alabiliyordum. Sıra mide öz sıvıma geçmişti.

Kulaklarım basınçla titredi.

Hem ağlıyor hem kusuyordum. Tanrı aşkına! Hiç kimse çığlıklarımı ya da öğürmelerimi duymamış mıydı? Biri gelip sırtıma dokunamaz mıydı?

Dizlerim boşladığında olduğu gibi kusmuğun üzerine kapaklanıyordum ki bir el belimin iki yanından tutup beni geri çekti. Tanrım! Şükürler olsun!

Büyük elin sahibi beni kusmuğun önünden epeyce uzaklaştırdı. Öyle görünüyor ki artık kusmuyor ya da öğürmüyordum. Sesli alıp verdiğim nefesler kaburgalarıma toplu iğne batırıyorlarmış hissini veriyordu.

Aynı elin sahibi sırtımı sıvazlamaya başladı. “Derin derin nefes al.” Sesi telaşlı çıkıyordu. Sert, panik halinde ama özgüvenli. Ne yaptığını bilen biri. Bu beni biraz olsun rahatlattı. “Nefes al!” Bunun bir emir olduğunu anlamam için dönüp bakmama gerek yoktu.

Dediğini yapıp nefes almaya çalıştım. Öyle inleyerek sesli nefesler alıyordum ki biri boğazlandığımı ya da yaralandığımı düşünürdü.

El, sırtımı daha sert sıvazlamaya başladı. “Rahatla.” Bana bunu söylemiş olmasına rağmen kendi sesi hiç de rahat çıkmıyordu. “Sakin ol ve nefes al. Anlıyor musun?”

Başımı belli belirsiz oynattığımı hissettim.

“Güzel.” Sesi tok ve keskindi.

İnlemelerim yavaş yavaş fısıltılara dönüştü. Nefes almamı sağlayan tüm yollarım ağır ağır açıldı ve sonunda derin bir nefes alabildiğimi hissettim. Ancak titremem hâlâ geçmemişti ve ağlıyordum. Boğazımdaki yumru, bağırarak ağlamadığım sürece geçmeyecek gibi duruyordu. Bir pistonun altında kalmış gibiydim. Eziliyor, sıkışıyordum.

“Şimdi seni doğrultacağım.” Ses artık daha yumuşaktı. Ama hâlâ endişeliydi. Benim için endişelenen bir erkek. Ash dışında.

Usulca başımı salladığımda diğer elini göğsümün hemen altına koyup beni yavaş hareketlerle doğrulttu. O kadar yavaştı ki yalnızca doğrulmam bile beş dakika sürmüş olabilirdi. Tamamen doğrulduğumda elini çekti ama sırtımdaki eli hâlâ orada duruyordu. Kolumdan tutarak beni usulca kendine çevirdi.

Yüzümün nasıl göründüğünü düşünmek bile istemiyordum. Kusmuk salyaları, yanaklarımda yaşlar ve ağladığıma göre burnum da akıyor olmalıydı. Ne var ki hiçbir şey içeride gördüğüm görüntü kadar korkunç olamazdı.

Hiçbir şey evimde bir ceset olduğu gerçeği kadar vurucu değildi.

“Daha iyi misin?” Sesi tamamen yumuşamıştı. Kim olduğunu umursamadan sesindeki şefkate sarılabilmeyi, kaslı kollarının arasında saatlerce ağlayabilmeyi dilerdim.

Buğulu gözlerim usulca adamı buldu. Onu tanıyordum. Yakışıklı bir yüz. Biçimli dudaklar, endişeyle çatılmış kaşlar, genişlemiş burun delikleri. Hafif esmer teninde ter damlacıkları. Siyah gözleri korkuyla açılmış ve panikle parlıyordu. Alnındaki ter damlalarının sebebi bendim.

Blake McClark’a bakarken tek hissettiğim birazcık rahatlamaydı. Ve mümkün olsa kollarının arasına zıplamak isterdim. Ama bu isteği hızla geri püskürttüm. O daha yeni tanıştığım bir adamdı.

“Ben…” diye mırıldandım ama gerisi gelmedi. Yaşlar tekrar gözlerime hücum ederken tek düşünebildiğim içeride bir ceset olduğuydu. Benim evimde! Tanrı aşkına, evimde doğranmış bir ceset var!

Bu gerçek, Blake’e bakarken hissettiğim bütün rahatlamayı korkuya, paniğe, dehşet verici ne varsa onlara çevirdi. Yanaklarımı silmeye çalıştım ama ellerim mikser gibi titrediği için başaramadım. Bunu benim yerime Blake McClark yaptı.

Parmaklarının tersiyle hızla gözyaşlarımı sildi. Çabuk davranıyordu çünkü biz yeni tanışmıştık ve farklı bir izlenim bırakmak istemiyordu. Beni tanımıyordu. Yanağıma dokunup yaşlarımı sildiği için ona çıkışıp çıkışmayacağımdan emin değildi.

Çıkışmadım.

Çünkü bu ihtiyacım olan bir şeydi. Korkmuş bir ruh, dokunulmak isterdi. Güvende hissetmek. Çaresizlik, bir yabancıyı aileniz gibi yakın hissetmenize neden olacak kadar gaddar bir duyguydu.

Parmaklarını tamamen geri çektiğinde “Anlatmak ister misin?” diye sordu. Basit bir şey olduğunu düşünüyordu.

“Evimde,” diye mırıldandım. Konuşmak için tüm gücümü toparlamam gerekiyordu. Bunun için derin bir nefes aldım ve bunu yaptığım an başım döndü. Sendelediğimde Blake’in elleri beni ikinci kez düşmekten kurtardı.

“Gel,” dedi. “Şöyle oturalım.”

Gösterdiği yer verandama çıkan merdivenlerin basamaklarıydı. Ah, hayır! Evime yaklaşabileceğimi hiç sanmıyordum. Uzun bir süre. Belki de sonsuza dek.

Blake, beni yürütmek için sırtıma hafifçe baskı uyguladığında ayaklarımı yere zımbalayıp sırtımı kaslı gövdesine bastırdım. “Beni oraya hiçbir güç götüremez.” Bir anda nefesim tekrar düzensizleşti.

Blake beni kendinden uzaklaştırıp yüzüme bakmaya yeltendi. Ama buna da izin vermedim. O ölü kadının, bağırsakları yerde sürünürken birazdan ayağa kalkıp, kapıdan çıkacağına ve bize bakıp gülümseyeceğine neredeyse emindim.

Her insanın içinde bir parça paranoyaklık vardı. Tetikleyiciler, saçma sapan korkuları bile gün yüzüne çıkarabilirdi.

Blake McClark’ın başı bana doğru eğildi. Bense ona değil, evimin açık kapısına bakıyordum. Gözyaşlarım dahi durmuştu. Mavi göz bebeklerim, profesyonel bir kamera gibi hazırda bekliyordu.

Yeni komşum gözümü nereye diktiğimi fark ettiğinde benim gibi kapıya baktı. Ardından tekrar bana ve tekrar kapıya.

Sırtımda bir soğukluk hissettim. Blake önüme geçip kapıyı görmemi engellerken yüzünü yüzüme doğru eğdi. Artık gözleri yumuşak bakmıyordu. Endişeli ve korkmuş hali de tamamen ortadan kaybolmuştu. Meraklı ve biraz da tedbirliydi. Aynı zamanda sertti.

“Evde biri mi var, Ophelia? Birinden mi kaçtın?”

Sertçe yutkundum. Nokta atışı yapmıştı. Evet, evde biri vardı. Ve evet, birinden kaçıyordum. Sorun şu ki o biri, canlı değildi.

Nutkum tutulmuş gibi başımı aşağı yukarı salladım. Blake’in dudakları düz bir çizgi halini alırken burun delikleri biraz daha genişledi. Gözleri mümkünmüş gibi daha da karardı. “Kim olduğunu biliyor musun? Sana zarar vermeye mi çalıştı?”

Bu sefer başımı sağa sola salladım. Kaşları biraz daha çatıldı. Öyle ciddiydi ki görüntüsü karşısında ne yapacağımı bilemiyordum. Güzel bir adamdı. Zeki olduğunu da bakışlarıyla belli ediyordu. “Anlat bana. Kimden kaçıyorsun? Hâlâ içeride mi?”

Tek söyleyebildiğim “İçeride,” oldu. O kadar fazla kusmuş ve ağlamıştım ki dudaklarım kupkuruydu. Ses tellerim acıyordu. Suya ihtiyacım vardı. Koca bir bardak suya.

Blake arka cebine uzandı. “Ekipleri çağırıyorum. Seni benim evime bırakacağım, yalnız kalabilir misin?”

Asla! Asla yalnız kalamazdım. “Hayır!” Bağırmamla boğazım acı biber dökmüşüm gibi sızlamaya başladı. Yüzümü buruşturdum. “Beni yalnız bırakamazsın.”

Bir süre beni süzdü. Kendi gözleriyle görmüştü. Az önce yaşananları. Üç kiloluk bir kadının beş kilo kustuğunu. Beni şimdi yalnız bırakamazdı. Beni uzun bir süre kimse yalnız bırakmamalıydı.

“Tamam. Zaten ifadeni almamız gerekecek. En azından verandamda bekleyebilirsen, evini kontrol edeceğim. Muhtemelen çoktan kaçmıştır ama ekipler gelmeden izini sürebilirsem yakalarım.”

İfademi almak mı? İzini sürmek?

Soru soran gözlerimi okumuş olmalı ki bu sefer ceketinin iç cebine uzandı. Lacivert bir takım elbise giydiğini o anda fark ettim. Onu gördüğüm çoğu zaman zaten takım elbise giyiyordu ve kıdemli olduğunu düşünmemdeki sebep de zaten buydu.

Cebinden bir cüzdan çıkarıp açtıktan sonra bana çevirdi. FBI.

Hemen altında Kıdemli Özel Ajan Blake McClark yazıyordu.

Gözlerim sonuna kadar açılırken bir süre öylece karta baktım. Ardından gözlerim usulca Blake’i buldu. Neden bu kadar şaşırdığımı bilmiyordum. Amerika’da Blake McClark fiziğindeki adamların çoğu CIA ya da FBI ajanı olurdu.

Aman Tanrım! Blake McClark bir FBI ajanıydı.

Ne yaptığımın farkına bile varmadan kollarımı Blake’e sardım ve hıçkırıklarımın sonunda boğazımdan kurtulmasına izin verdim. Blake’in elini belime koyması uzun sürse de sonunda yaptı. Beni kendine çekerken dudaklarından yavaşça bir “Şişt,” çıktı. Ama o tam tersini söylüyormuş gibi ağlamam daha da şiddetlendi.

Hıçkırıklarımın arasından “Seni bana Tanrı gönderdi,” diyebildim. Gerçekten de öyleydi. İhtiyacım olan tek şey bir dedektif, şerif, memur ya da ajandı. Kendimi güvende hissedebileceğim bir yerdi. Beni o cesetten uzaklaştırabilecek aklı başında biri. Çünkü benim aklım uzun bir süre başımda olmayacaktı.

“Ne kadar uzun zamandır bu problemle yaşıyorsun?” Diye sordu. “Neden kimseye anlatmadın?” Muhtemelen peşimde biri olduğunu sanıyordu. Bir katil mesela. Ya da psikopat bir eski sevgili. Şiddet yanlısı bir koca.

Geriye dönüp baktığımda evimdeki cesedi on dakika önce bulmuştum. Kurumuş kanlara ve kokusuna bakıldığında kim bilir kaç gündür onunla aynı evdeydim?

Bu düşünce şiddetli bir titreme dalgasıyla bedenimi sarstı. İstemeden de olsa Blake’e biraz daha sokulduğumda beni tutan kolları sıkılaştı.

Blake beni titremem ve hıçkırıklarım kesilene kadar bırakmadı. Sakinleşene kadar beni sıcak kollarının arasında tuttu. Kolları büyük bir meleğin kocaman kanatları gibiydi. Gölgesinde, arasında, yanında güvende olduğumu hissedebiliyordum.

Sonunda beni kollarımdan tutup yüzüme bakabileceği kadar kendinden uzaklaştırdı. “Sana yardım etmem için neler olduğunu bana anlatmalısın.”

Elbette anlatacaktım! Evimde ölü bir kadın vardı!

Elimin tersiyle gözlerimi silerken “Lütfen, önce bana inanacağını söyle,” diye mırıldandım. Benden şüphelenmezdi değil mi? Buna benzer bir kurgu yazmıştım. Başkarakter Ashley, seri cinayetler işliyor fakat bunların hiçbirini hatırlamıyordu.

“Sana inanacağım, Ophelia.” Ses tonu ikna edici çıkıyordu.

Boğazımı temizledim. Ellerim tekrar titremeye başladı. Başım dönüyordu. “Eski yatak odamda… Yani Ashton gittiğinden beri o odayı kullanmıyorum. Bilirsin işte. Her insan ayrılıkları olduğu gibi kaldıramaz. Aslanda ayrı mıyız, ondan bile emin değilim-“

Blake’in kaşları havaya kalktı. “Ophelia.” Bu bir uyarıydı. Nefes almam ve sakin olmam için bir uyarı.

Gözlerimi mahcup olmuş bir şekilde yere indirdim. Derin bir nefes alıp “Evet, affedersin,” dedim. “Yani aylardır kapısını bile açmıyordum. Bugün evimde tuhaf bir koku vardı. Ağır bir koku. Kana ya da ölmüş bir şeye benziyordu.” Blake’e baktım. Kollarımı hala tutuyordu ve üzerime eğilmişti. “Bütün evi aradım. Kokuyu bulmak için. Yalnızca… Yalnızca eski odama bakmamıştım ve kokunun oradan geldiğini fark ettim.” Yutkundum. Gözümün önünde tekrar flaşlar patladı.

Doğranmış cesedin görüntüleri tekrar zihnime düştü.

Yüzümü buruşturup yutkundum. Bu ne boktan bir şeydi! Hangi insan evinde ölü bir kadın bulurdu ki? Başıma gelenler yeterli olmamış mıydı? Neden artık bitmiyordu? Neden sürekli yara alan ben oluyordum?

“Evet?” Blake beni konuşmam için teşvik etti.

Kalbim göğüs çeperimi tırmalarken “Ben… Ben o kapıyı açtım,” diye fısıldadım. “O lanet kapıyı açtım.” Gözlerim tekrar yeşerdi.

“Ne gördün?” Artık o da fısıldıyordu. Beni ürkütmek istemiyor gibi.

Gözümü kapattım. İşte oradaydı. Ceset. Kanlar içinde yatıyor. Dehşet içindeki gözleri bana doğru bakıyor. Ama aslında baktığı ben değilim. O. Katil. Son gördüğü şey yırtıcı bir insanın açlıkla, tehlikeyle parıldayan gözleri. Bir bıçak. Ya da o kadını her ne ile biçtiyse o.

Blake’in büyük elleri yüzümü avuçladığında hızla gözlerimi açtım. Nefes alışlarım hızlanmıştı. “Geçti,” dedi. “Hepsi geçti. Bana ne gördüğünü anlat.”

Onun yüzümü kavrayan ellerini tutup sıktım. Gözleri beni bu olanlardan kurtarabilirmiş gibi oraya sığındım. “Bir kadın. Ölü bir kadın.”

Blake’in kaşları gerildi. Yüzündeki tüm kan çekilir gibi olurken elmacık kemikleri ortaya çıktı. Kıpırdamıyordu. Nefes aldığını bile hissetmiyordum. Eğer yüzümü tutan elleri sıcak olmasa, onun da ölü olduğunu düşünürdüm.

Birkaç dakika, belki daha da uzun bir süre bana bakmayı sürdürdü. Ardından dudaklarını yalayıp “Beni iyi dinle,” dedi. Sesi bir FBI ajanı gibi çıkıyordu. “Eğer yalnız kalmak istemiyorsan seni evimin verandasına bırakıp buraya geri döneceğim. Beni görebileceksin ve yalnız olmayacaksın. Eski odanı kontrol edip ekipleri çağırmam gerekiyor, anlıyor musun?”

Anlıyordum ama yalnız kalamazdım. Dört bir yanım o kadının cesediyle çeviriliyken olmazdı. “Yalnız kalmak istemiyorum. Ekiplerini çağır ve onlar gelene kadar benimle bekle. Lütfen.” Çaresizliğime, güçsüzlüğüme bir kez daha sinirlendim. Beni böyle biri yapan bir sene önceki adama sinirlendim. Gücümü tüketen, hayatımı birkaç dakikada mahveden, o ormandaki adama. Beni bırakan Ash’e sinirlendim. Yanımda olması gerekirken öylece gitmesine. Ben hiç kimseymişim gibi umursamamasına. Aşkına inandığım için tekrar kendime.

Her şeye. Tüm dünyaya. O cesedi evime bırakan deliye.

Blake bana benimle kalacağını söylemek yerine “Ölüyü tanıyor musun?” diye sordu.

“Tanımıyorum. Ya da emin değilim, uzun süre bakamadım. Kötü bir durumdaydı… Çok kötü.”

Blake gözlerini kısıp beni biraz daha süzdü. Eğer iyi bir ajansa benim yalan söylemediğimi pekâlâ anlayabilirdi. Ben kimseyi öldürmemiştim. Öldürsem bunu yayın etmezdim. Gerilim yazıyordum. Birini öldüremeyecek olsam da bir ölüyle ne yapılması gerektiğini iyi bilirdim. En azından kâğıt üstünde.

“Ne düşündüğünü biliyorum,” diye mırıldandım. “Beni tanımıyorsun ve benden şüphelenmek zorundasın. Ama istediğim tek bir şey var.” Sesim gittikçe daha sert çıkmaya başladı ve bundan memnun kaldım. “O cesedi bir an önce evimden uzaklaştırın. Beni anlıyor musun? Bir an önce ondan kurtul! Ekiplerini çağır, bir şeyler yap ve bunu bana yapanı bul!”

Ses tonumda ya da gözlerimde her ne varsa Blake’in kısılan gözleri normal haline geri döndü. “Merak etme,” dedi, sonunda kısık bir sesle. “Bunu yapanı bulacağım.”

Usulca başımı salladım.

“Ayrıca seni tanıyorum.” Kaşlarımı çatıp ona baktım. “Ophelia Wizard. New York Times Bestsellar yazarı. On iki gizem/gerilim/polisiye kitabının sahibi. Kitaplarının hepsini okudum ve bir FBI ajanı olarak büyük bir hayranınım. Daha iyi şartlar altında arkadaş olabilseydik bütün kitaplarımı imzalamanı isteyecektim.” İşte şimdi de ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Ama söyledikleri de gerçekti. Yalan söyleyen birini gördüğümde anlardım.

Söylediklerinin karşısında dudaklarımdan yalnızca “Yani bana yardım edecek misin?” sorusu çıktı.

Blake tekrar ciddileşti. “Edeceğim.”

Yanımızdan gelen endişeli bir ses bakışmamızı böldü. Ivy Perkins, endişeli gözlerle bizi süzüyordu. Biraz gerisinde Sedan marka arabalarının yanında eşi Becca Perkins duruyordu. İkisi de hem endişeli hem de meraklıydı.

“Ophelia? Tatlım iyi misin?”

Benim yerime Blake yanıt verdi. “Buraya gelmeniz çok iyi oldu. Bayan Wizard’ı evinize götürebilir misiniz? O, pek iyi değil.”

Müdahale edemedim. Artık tamamen uyuşmuştum. Bir yere oturmak ve midem tekrar dolana kadar su içmekten başka istediğim bir şey yoktu. Ha bir de şu cesetten kurtulmak.

Ivy hızlı adımlarla yanıma gelip kolunu etrafıma dolayarak beni kendine çekti. “Neler oluyor?” Bana değil, Blake’e bakıyordu. Yeni komşusunun FBI ajanı olduğunu bilip bilmediğini merak ettim.

Blake “Konuşmak için vaktim yok,” diyerek bizi yanından kibarca kovdu. “Birazdan ekipler gelecek. Ben yanınıza gelene kadar evden çıkmayın.”

Ivy’nin kaşları cevabını alamayacağı tonlarca soruyla çatıldı ama bir şey sormadı. Blake’in FBI ajanı olduğunu biliyordu ve ısrar etmenin yersiz olacağını anlamıştı. Beni yürütürken “Gel, tatlım,” dedi. “Sana sıcak bir şeyler yapalım. Buz gibisin.”

“Su,” diye mırıldandım. “Yalnızca su istiyorum.”

 

Loading...
0%