Yeni Üyelik
12.
Bölüm
@nurrunatt

Günümüz

 

Blake mide bulantımın geçmesi için bir ilaç getirdikten sonra bana limonlu bir soda, kendisine de soğuk kahve yapmıştı. Eğer bir FBI ajanı olmasaydı evine girmeye cesaret edebilir miydim, bilmiyordum.

Travmaların, insanların hayatlarına kalıcı yerleşmek gibi parazit etkisi yaratan huyları vardır. Ormandaki o sabahtan sonra tanımadığım kişilerden korkmam – özellikle bu kişi bir erkekse – benim suçum değildi. Ayrıca ben psikolojimi düzeltmek için hamle yaptıkça hayatın bana sürekli olarak korkunç şeyler yumurtlamasını da göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Kimse isteyerek depresyona girmezdi. Kimse bilerek, isteyerek mutsuz olmak istemezdi.

Blake’in evindeki koltuklar da tıpkı Perkins’lerin salonundakine benziyordu. Gri deriydi ve insan oturunca içine gömülüyordu. Ancak Blake’in koltukları ve eşyaları Perkins’lerin eşyalarından çok daha yeni ve lükstü. Aşırı lükstü. Tıpkı benim karşıdaki evim gibi. Ashton’ın dizayn ettiği gibi.

Blake’in yalnız yaşadığını düşünüyordum çünkü daha önce evine girip çıkan herhangi birini görmemiştim. Tek yaşayan bir adam için biraz fazla zevkine düşkün biri olduğunu tam karşımdaki dev ekran televizyondan anlamak mümkündü. Gerçi bu pek yadırganacak bir şey değildi. Blake, vücuduna bakıldığında sporu seven biri gibi duruyordu. Pekâlâ, izlemeyi de seviyor olabilirdi. Büyük ekranda.

“Daha iyi misin?”

Blake’in sesi, kucağımdaki bardaktan kafamı kaldırıp ona bakmamı sağladı. Yüzünde kibar, fazla kibar bir ifade vardı. Ceketini ve kravatını çıkarmış, gömleğinin yakasını kısa göğüs kılları görünecek kadar açmıştı. Kolları, dirseklerine kadar bağladığı için Blake’in kolundaki kasları ve damarları sayabiliyordum.

“İyiyim, teşekkür ederim.” Kadın cesedini unuttuğumuzda gerçekten de iyi sayılırdım. Burası bana iyi gelmişti. Blake’in, pencerelerin önünde duran çiçekleri insana kış bahçesindeymiş hissini veriyordu. Renkler kahverengi, krem ve griydi. Her şey, Blake’in üzerinde giydiği takım elbise kadar janti dursa da aynı zamanda rahat bir yanı da vardı. Konforlu. Ve huzurlu.

Tamam, biraz da güvenli.

Son bir yılda hissetmediğim kadar güvenli.

“Konuşmaya başlamadan önce sana söylemek istediğim bir şey var.” Kaşlarını hafifçe kaldırıp çenesini aşağı eğerek benden izin aldı.

“Tabii,” dedim. Beni bu konuşmadan uzaklaştıracak her şeye razıydım.

Ensesini kaşıdıktan sonra kahvesini ortadaki cam sehpaya bıraktı. “Beni tanımadığını biliyorum ve bunu teklif ettiğim için beni yanlış anlayabilirsin.” Tekrar gözlerime baktı. Konuşabilmesi için başımı yana eğerek onay verdim. “Eğer bir süre evinde kalamazsan ve kalacak yere ihtiyacın olursa istediğin kadar burada kalabilirsin.” Sustu. Tepkimi ölçmek için. Elimdeki bardağın içindeki sodayı suratına fırlatıp fırlatmayacağımdan emin olmak için.

Yalnızca bakmayı sürdüğümde tekrar lafa girdi. “Kabul etmek zorunda değilsin. Yalnızca yardımcı olmaya çalışıyorum.”

Buradan anladığım tek bir şey vardı: Blake yalnız yaşıyordu. Evli ya da nişanlı değildi. Bir kız arkadaşı varsa bile onu, evine getirecek kadar sevmiyordu. Nedense bu düşünce beni sevindirdi ve içimden Della’ya lanetler okudum. Aklıma böyle şeyleri sokan hep o olurdu.

“Ben… Teşekkür ederim. Çok ince bir düşünce.” Diyebileceğim tek şey şimdilik buydu. Önce Della’yla konuşmalıydım. Bir süre burada, Fortuna’da kalacağını söylemişti. Her ne kadar onun evinin bulunduğu konumu sevmesem de – çünkü çok ıssızdı – eğer başka bir yerde kalacaksam ilk menajerimin evini yoklamalıydım. Ki başka bir yerde kalacağım kesindi.

“Ne diyorsun?” diye sordu Blake, ellerini iki yana açarak. “Yalnız yaşıyorum. Kimse seni rahatsız etmez. Ben dahil. İstemezsen karşılaşmayız bile.”

Önüme gelen sarı saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Ah, Tanrım. Bana ait olamayacak tarafım, kesinlikle bu teklifi kabul etmek istiyordu. Ve bunun Blake’in yakışıklılığıyla hiçbir alakası yoktu. Yalnızca o… Fazla güvenli biriydi. Başıma gelen tüm o şeylerle tek başıma mücadele etmekten o kadar yorulmuştum ki. Blake beni sanki tüm o şeylerden kurtarabilirmiş gibi duruyordu. Sanki burada olduğum sürece kimse bana dokunamazdı.

Gözlerimi kaçırdım. “Bilemiyorum. Önce menajerimle konuşsam iyi olacak.”

Blake elini önünde salladı. “Elbette. Karar senin. Sadece kapımın sana açık olduğunu bil.”

Başımı sallayarak gülümsemeye çalıştım. Başarılı olup olmadığımı bilmesem de Blake’in de bana tebessüm etmesi geri kalan her şeyi önemsizleştirdi.

“Cesedin kimliği belli mi?” Konuya böyle daldığım için kendimi tekmelemek istedim.

Blake aniden ciddileşti. Tekrar Kıdemli Özel Ajan kimliğine büründü. Öne doğru eğilerek dirseklerini dizlerine koydu ve bir süre ellerini izledi. “Belli.” Verdiği tek cevap buydu.

Bir an için gözüme üzgün göründü. Ya da onun gibi bir şey. Ama sanki o ölü kadını tanıyor gibiydi. “Olivia Felton.”

Olivia Felton.

İsim, Blake’in dudaklarından döküldüğü anda tanıdık gelmişti. İstemeyerek de olsa cesedi gözümün önüne getirdim. Kanla boyanmış sarı saçlar. Zayıf, uzun boylu. Yerde uzanan bacaklarına bakıldığında en azından uzun olduğunu düşünmek kolaydı. Korku dolu, açık gözleri mavi miydi, ela mı?

Olivia Felton.

Neden bu kadar tanıdık geliyordu? Ve tanıyorsam neden hatırlayamıyordum?

Blake çatılmış kaşlarımı gördü. “Onu tanıyor musun?”

Kendime çektiğim bacaklarımı koltuktan indirdim ve bardağı Blake gibi orta sehpaya bıraktım. “Çok tanıdık geliyor,” diye mırıldandım. “Ne iş yapıyordu?”

Blake’in gözleri üzerimdeydi. Gözleri donuk bakıyordu fakat bu benden şüphelendiği için değildi. Belki o da o ölü kadını tanıyordu. “Doktordu,” dedi yavaşça. “Kadın doğum uzmanı.”

Olivia Felton!

Aman tanrım!

Onu elbette tanıyordum. O benim doktorumdu.

Ash’le bebeğimiz olmuyordu. Biz de bir sorun olup olmadığını öğrenmek için ona gitmiştik. Ayrıca sağlık konusunda takıntılı bir insan olarak rutin kontrollerimi her zaman yaptırırdım. Elbette bu geçtiğimiz son bir yıl dışında.

İnanamıyordum! Olivia Felton ölmüş müydü yani?

Üstelik öyle basit bir ölüm değildi, bu. Öldürülmüştü. Karnı deşilmiş, bağırsakları dışarı taşmıştı. Ve onu öldüren her kimse onu benim evime bırakmıştı.

Ne düşüneceğimi ya da ne söyleyeceğimi bilemedim. Beynim mantıklı tek bir düşünce üretmiyordu. Bu nasıl olurdu, eski doktorumun cesedi nasıl benim evime bırakılabilirdi?

“Sanırım tanıyorsun.”

Kafamı açık gri halıdan kaldırıp Blake’e baktım. İşte şimdi benden şüphelenme olasılığı oldukça artmıştı. Buna izin veremezdim. Yutkunarak “Evet,” dedim. “Tanıyorum.”

Blake’in kaşları belli belirsiz çatıldı. Benim öldürdüğümü düşünmese bile tedbirli olmak zorundaydı. O bir ajandı. “Doktorun muydu, yoksa arkadaşın mı?”

Tek kaşımı havaya kaldırdım. “Bunu az önce bana yardım teklif eden adam mı soruyor, yoksa bir FBI ajanı mı?” Kiminle konuştuğumu bilmeliydim.

Blake tedbirli bir ifadeyle beni bir müddet süzdü. Gözlerini kısıp her mimiğimi beynine çizdi, portremi çıkaracak kadar ince ince beni inceledi. Buna izin verdim. Eğer benim gibi insanları okuyabiliyorsa – ki o bir FBI ajanıydı – o halde benim öldürmediğimi biliyor olurdu.

Az sonra “Senin yapmadığını biliyorum, Ophelia,” dedi.

“Neden bu kadar eminsin, Blake? Bu bir oyun mu?”

Ah, lanet olasıca dilim! Fazla tepkiyi her zaman suçlular verir, Ophelia. Ne yapıyorsun, sen?

Blake gülecek gibi oldu ama hemen sonra kendini durdurdu. “Ne hissettiğini anlayabiliyorum. Sen de benim ne düşündüğümü, sana karşı nasıl yaklaşacağımı biliyorsun. Haksız mıyım? O on iki kitabı sen yazdın.”

Haklıydı. Cevap vermeden bakmayı sürdürdüm. O da bana bir süre baktıktan sonra ayağa kalktı. Salon kapısının yanında bıraktığı çantasını alıp tekrar karşıma geçti. Çantayı açıp içinden tahmin ettiğim şeyi çıkarırken “Seni merkeze götürmeyeceğim,” diye güvence verdi. “Yalnızca prosedür gereği ifadeni almam gerektiğini biliyorsun.”

Tam da tahmin ettiğim gibi Blake çantasından bir ses kayıt cihazı çıkardı ve aramızda duran orta sehpaya bıraktı. Bunlar olurken gözlerimi Blake’ten ayırmadım. Benden şüphelenmek için elinde bazı gerekçeleri vardı, evet. Ancak evimde birini öldürdükten sonra çığlıklar atarak bahçeye çıkmam, ardından kusmam için tamamen rahatsız, yani kafadan kontak biri olmam gerekirdi. Ve ne yazık ki değildim.

Gerçekten delirmeyi ve kendimi tamamen kaybetmeyi çok istemiştim. Bütün kitaplarımı okumuş ve biraz da yarım akıllı olan Andre Black’i her gördüğümde ona imrenirdim. O da bana imrenirdi. Gerçek hayranlarımdan biriydi. Şehir merkezinin girişinde Andre’nin Bahçe Gereçleri adında babasından kalma bir dükkânı vardı. Babası öldükten sonra Andre, dükkânı kendi işletmeye başlamıştı.

Yarım akıllı olduğu için şehrin önde giden akbabaları, dükkânı Andre’nin elinden almak isteseler de Andre o kadar delirmediğini herkese göstermişti.

Onun sorunlarla başa çıkma şeklini seviyordum. Küçük bir bebekken geçirdiği havale sonucu aklının bir kısmını yitirmişti. Ve bu onun işine yarıyordu. Üzülebileceği şeyleri, onu kızdıran, kıran, sinirlerini bozan şeyleri çok çabuk unutuyordu. Hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edebiliyordu.

Andre’nin dükkânını elinden almak isteyen akbabalara dersini vermişti, evet. Ancak ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi onlarla selamlaşmış, Bay Grey’in Yeri’nde kahvaltı yaparak sohbet etmişti. Dün olan her şey onun için artık yoktu.

“Cihazı açmadın.”

Blake omuz silkti. “Sen hazır olduğunda başlayacağım.”

Ben de omuz silktim. “Hazırım. Bir an önce bitsin istiyorum.”

Blake başıyla onaylayıp cihazı açmak için eğildi ve tekrar doğruldu. “Dün ve bugün neredeydin?”

“Dün akşama kadar evdeydim. Yanımda menajerim Della da vardı. Gündüz benim için ayarladığı psikolog geldi. İsmi Felix…” Soyadını unuttuğum için kendime içimden küfrettim. Gözümü kapatıp hatırlamaya çalıştım ama olmadı.

Blake halimden anlayıp kibarca gülümsedi. “Hatırladığında söylersin.”

Ben de ona minnetle baktım. Blake son zamanlarda ihtiyacım olan kişiydi ve ben bunu yeni fark ediyordum.

“Doktor Felix gittikten sonra Della beni ve kendisini akşamki kutlama partisi için hazırladı. Tüm gece partideydim. Eve geç geldim. Ben yattıktan hemen sonra karşı komşum – yani sen – filtre kahve almaya geldi. Ona kahveyi verip uyumaya gittim.”

“Gece herhangi bir ses duydun mu? Ya da daha öncesinde? İrkilmene sebep olabilecek, önemsiz gördüğün bir tıkırtı?”

Başımı olumsuz anlamda salladım. “Hayır.”

Blake de benim gibi sıcaktan etkilenmiş olmalı ki gömleğinin bir düğmesini daha çözdü. Gömleğinin ardında kalan tenine bakmamak için tüm irademi kullanmak zorunda kaldım.

“Bugün ne yaptın? Bir koku aldığını söylemiştin, kokuyu ne zaman aldın?”

Sabahı hatırlamaya çalıştım. Yedi kırk beşte uyanmış olmalıydım. “Sabah erken uyandım. Duşa girip kahve içtim. Kokuyu kahvemi içerken mutfakta aldım. Önce çöp sandım ve mutfağı aradım. Ama evdeki tüm çöpleri dün partiye gitmeden önce zaten atmıştık. Çok geçmeden Doktor Felix geldi. Bir saat boyunca onunla seanstaydım-“

Blake sözümü elini kaldırarak kesti. “Seansı hangi odada yapıyorsunuz?”

“Salon.”

“Kokuyu o zaman da aldın mı? Ya Doktor Felix?”

Yüzümü buruşturdum. Eğer evim pis olsaydı bu gerçekten utanç verici olurdu. “Aslında evimdeki kokudan utandığım için salonun kapısını kapadım ve kokunun oraya ulaşmasını engelledim. Normalde temiz, hatta epey titiz bir insanımdır. Özellikle kötü kokuya tahammül edemem. Ama o koku, daha önce aşina olmadığım türdendi.”

“Yani doktor kokuyu almadı?”

Omuzlarımı kaldırdım. “Bilmiyorum. Aldıysa da bana söylemedi ya da belli etmedi.”

“Felix gittikten sonra ne oldu?”

Yine yüzümü buruşturdum. “O gittikten sonra kendime waffle yaptım. Berbattı. Evimdeki koku bile yaptığım waffle’dan daha katlanılabilirdi.” Sonra yüzüm biraz daha buruştu. “Ah, hayır,” diyerek inledim. “O kokudan daha kötü bir şey olamaz.”

Blake beni gerçek bir dost gibi süzüyordu. Bu olayı anlatmak kolay değildi. Ama o, bakışlılarıyla kolaylaştırıyordu. “Sonra?”

“Kahvaltımı ettikten sonra annem aradı-“

Blake elin kaldırıp tekrar beni durdurdu. “Annen ve baban burada mı yaşıyor?”

“Hayır. Türkiye’de. Babam Türk. Emekli olduktan sonra annemi de alarak gitti. Ben burada kaldım, çünkü evliydim.”

Blake’in gözleri ellerime kaydı. Parmaklarım boştu. Ve o anda fark ettim. İlk defa evliliğim için di’li geçmiş zaman kullandığımı. Evliydim, demiştim. Evliyim, değil.

“Boşandın mı?”

Sertçe yutkundum. Bunu anlatmak belki de cesedi anlatmaktan daha zordu. İçimi yakıcı bir öfke kapladı. Ash’e tekrar ve tekrar sinirlendim. Beni bırakıp gitmesinin ardından ilk defa bu evlilik için pişman oldum. İlk defa onu sevdiğim, ona inandığım, onunla evlendiğim için pişman oldum.

“Boşanmadım.”

Blake’in çenesi oynadı. Evli olduğumu bilmiyordu. “Eşin nerede?”

Blake’e baktım. Ardından gözlerim kayıt cihazına kaydı. Bunu kayıt altındayken konuşamazdım. Ash, bana iş için, ihale aldığı için gittiğini söylemişti. Fakat ondan ancak birkaç ayda bir haber alabiliyordum. Ya beni terk etmişti ya da ters giden bir şeyler vardı. Bilmiyordum ve bu konuda daha önce polislerle konuşmamıştım. Konuşmalı mıydım, onu bile bilmiyordum?

Blake, ifademi okuduktan sonra başıyla onay verdi. Daha sonra bu konuyu konuşacağımızı gözlerinden anlayabiliyordum.

“Eşim şu anda yurt dışında. Birkaç aydır yalnızım.”

“Peki,” diyerek derin bir nefes verdi. “En son kahvaltıdan sonra annen aramıştı.”

Rahatlayarak “Evet,” dedim. “Annemle konuşurken evin geri kalanını aradım. Annem bir farenin girmiş ve ölmüş olabileceğini söyledi. Bunun için her yeri aradım ama kokunun kaynağı üst kattan, yatak odamdan geliyordu.”

“Yatak odanda uyumamış mıydın, zaten?”

Boğazımı temizleyerek “Tek başıma çift kişilik yataklarda uyumayı sevmiyorum,” dedim. Bu yalan değildi. “Eşim yurtdışına gittikten sonra boş misafir odalarından birinde kalıyorum. Haftalardır da yatak odama girmemiştim.”

“Ve kokunun oradan geldiğini anladın?”

Başımla onayladım. “Evet. Üst katta koku aşırı yoğundu ve genzimi yakıyordu. Karşıma bir insan cesedinin çıkacağını düşünmemiştim.” Yutkundum. Hikâye tekrar zorlaşmaya başlamıştı. Ellerim titredi. Yumruklarımı kapatıp dizlerimin üzerine koydum ancak bu, titremeyi arttırmaktan başka bir işe yaramadı.

“Ben… Kapıyı açtım.” Sesim titredi. Tekrar ağlamak ya da kusmak istemiyordum. Sakinleşmişken olmazdı.

Blake oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Şortumun açıkta bıraktığı çıplak dizlerime koyduğum ellerimi tuttu. Birleşen ellerimize baktım. Blake’in dokunuşu hem özgün hem de tanıdıktı. Elleri büyüktü. Ash’in elleri gibi damarlı ve biçimliydi. Ayrıca sıcacıktı. Sanki yalnızca ellerimi değil, ruhumu da tutuyordu.

“Kapıyı açar açmaz yerde yatan kadını gördüm. Kanlar içinde ve ölü. Gözleri açıktı. Doğruca bana bakıyor gibiydi. Ben… Ben ölülerden korkarım. Özellikle evimdeyse ki bu, bir insanın yatak odasında bulmayı beklediği bir şey değil.”

Blake bir elini ellerimin arasından ayırıp sırtıma koydu. Artık sıcaklığı her yerdeydi. “Odaya girdin mi?”

Sesi sorgu yapan bir ajan gibi ciddi ve soğuk çıksa da gözleri yumuşaktı. Evet. Gerçekten de benim yapmadığımı biliyordu. “Girmedim. O kadar korktum ki çığlık atarak alt kata indim. Sonra bahçeye çıktım.”

Gerisini zaten biliyordu. Bunu eklememe gerek var mıydı, emin değildim. Ama pekâlâ kendisi de ekleyebilirdi.

“Kadının kim olduğunu biliyor muydun?”

“Bilmiyordum. Yani tanıyamamıştım. Çünkü zaten tanınacak bir halde değildi. Ayrıca o anda odaklandığım şey kadının kim olduğu değil, evimde bir ölü bulduğumdu.”

Blake anlayışla başını salladı. “Olivia Felton’ı tanıyor musun?”

Ceset konusundan hızlıca geçiş yaptığı için Blake’e minnettardım. “Tanıyorum. Benim doktorumdu.”

“En son ne zaman görüştünüz?”

Bu anlatmak istemediğim bir detaydı. Geçmişe dönemezdik. Şimdi değil. Tekrar değil. “On ay kadar önce.” Yalan söylemeyi isterdim ama bu pekâlâ ortaya çıkar ve tüm şüpheleri üstüme çekerdi. Hastane kayıtları diye bir şey vardı.

“Rutin kontrol mü?”

Bakışlarımı kaçırdım. Rutin kontrol olmadığımı söylesem buna inanır mıydı? İnanırdı. Ama kayıtlara baktığında bunun rutin bir kontrol olmadığını anlardı. İşte şimdi boka basmıştım. Geçmişimi, özel hayatımı, yaşamamı değiştiren tüm o pislikleri bu işe karıştırmadan nasıl anlatacaktım?

“Onun gibi bir şeydi,” diye mırıldandım ve anında kendime lanet okudum. Eğer sorgu masasının sorgulanan tarafındaysan açık uçlu cevaplar vermemeliydin.

Tekrar Blake’e baktım. Blake’in kaşları çatılmıştı. Dudaklarını yalayarak “Bunu biraz açar mısın?” diye sordu.

Kendimi düşünmek için zorladım. Gerçekten zorladım. Ama dudaklarımdan hiç de tatmin edici olmayan kelimeler döküldü. “Özel bir meseleydi. Kadınsal yani.”

Blake çenesini kaldırdı. Daha fazlasını duymak istiyordu. Ama benim de göz uzuyla kayıt cihazına baktığımı görmüştü.

Sehpaya uzanıp bir dipnot aldı. Yanında duran kalemi açtıktan sonra hızla üzerine bir şeyler karalayıp elime tutuşturdu. Kâğıda baktım. Eciş bücüş yazısını zorlanarak da olsa okuyabildim. Evliliğindeki ilişkin hakkında bir şey söyle.

“Bunu da biraz açman gerekiyor, Bayan Wizard.”

Blake’e döndüm. Hızla bir şeyler uydurmam gerekiyordu. Dudaklarımı yaladım. Sesimin düz çıkması için özen göstererek “Ashton’la, yani eşimle ilişkiye girerken kanama yaptım,” diye zırvaladım. “Gece hastaneye gittim. Benimle Bayan Felton ilgilenmişti. Ondan sonra birkaç haftalık bir tedavi sürecim oldu. İyileştikten sonra onu bir daha görmedim.”

Beni kurtardığı için Blake’e o kadar minnettardım ki sırf bunun için durmadan ağlayabilirdim. Hatta bunu, birazdan kayıt cihazını kapattıktan sonra anlatamadığım detayları bana soracağını bile bile yapardım.

“Onu geçtiğimiz on ay boyunca görmediğine kesinlikle eminsin, değil mi?”

“Kesinlikle eminim.”

Blake derin bir nefes aldı. Sanki onu görmememden mutluymuş gibi. Sanki cinayeti gerçekten de ben işlemediğim için sevinmiş gibi.

“Canını sıkacağını düşündüğüm bir soru daha soracağım.” Bu detayı vermeseydi de ses tonundan canımın sıkılacağını anlayabilirdim. Cesedi gölgede bırakacak kadar ciddi bir şey daha vardı.

Korkarak “Evet,” dedim.

Blake bir süre yalnızca çenesini oynattı. Nasıl söyleyeceğini, benim daha fazla üzerime gelmeden, incitmeden nasıl soracağını düşünüyordu. Gelecek şeyden hoşlanmayacaktım. Hem de hiç.

“Daha önce birinin seni takip ettiği izlenimine kapıldın mı? Birilerinden not ya da garip telefonlar? Seni rahatsız edebilecek, korkutacak şeyler?”

Yüreğim korkuyla doldu. Başımdan aşağı buz gibi bir kova suyu dökse çok daha iyiydi. Tekrar başa mı dönüyorduk? Ormandaki adam geri mi dönmüştü? Kâbus tekrar mı başlıyordu?

“Hayır,” dedim fakat kendi sesimi ben bile duyamadım.

Blake duymuştu. “Eminsin değil mi?”

“Eminim.” Zihnim uyuşuyordu. Sadece çığlık atmak istiyordum. Konuşmak değil. Bağırmak. Ses tellerim parçalanana kadar. Neyin içine düştüğümü öğrenene kadar.

Blake pantolonunun cebinden çıkarıp bir yerlere tıkladı. Göz ucuyla galerisini açtığını gördüm. Bir fotoğrafı açıp telefonu bana uzattı. Bir kâğıt. Bir yıl önce ve onu takip eden iki ay boyunca bulduklarım gibi.

Gözlerim, içlerine acı biber dökülmüş gibi yanarken Blake’e sokulmamak için dilimi ısırdım. Tekrar aynı şeyleri yaşayamazdım. Yapayalnız. Onca şeyle tek başıma mücadele edemezdim. Yine olmazdı. Artık gücüm kalmamıştı.

Beni öldüremez miydi? Bu notları yazan, beni de kendini de öldürüp hepimizi rahatlatamaz mıydı?

Blake’in elindeki telefonu almayı ya da

notu okumayı reddettim. Koltukta ondan uzaklaşmaya çalıştım ama sırtımdaki elini bastırıp beni olduğum yere sabitledi. Neredeyse bağırarak beni bırakmasını söyleyecekken telefonu sehpaya bırakıp elini dudaklarımın üzerine kapattı. Ona dehşet içinde baktım.

Gözlerimdeki acınası korkuyu görmüştü. Çaresizliğimi. Yalnız bir kadını tüketen ne varsa hepsine sahip olduğumu.

Elini dudaklarımın üzerinden çekip işaret parmağını dudaklarına götürüp susmamı işaret etti. Başımla onaylayarak yutkunmaya çalıştım fakat boğazımdaki yumru bunu engelliyordu.

“Bu kâğıt, cesedin yanında bulundu. Senin için yazılmış. Bunu yapmış olabilecek herhangi biri aklına geliyor mu?” Blake’in gözleri bana yalvarıyordu. Bir an önce bir şeyler söyleyip şu lanet ses kayıt cihazını kapaması için.

“Gelmiyor. Kimseyle bir derdim yok. Düşmanım da.”

Blake kayıt cihazına uzandı. Kapatmadan önce “İhtiyaç durumunda tekrar seninle iletişime geçeceğim,” dedi ve sonunda o boktan cihazı kapattı.

Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Sessizliği bozan Blake oldu. “Kâğıtta yazanı okuman gerekiyor.”

İnleyerek reddettim. Bunu yapmak istemiyordum.

“Böyle yaparsan sana yardım edemem. Daha önce de bu kâğıtlardan alıyordun, değil mi? Seni rahatsız eden biri vardı?”

“Evet! Vardı ve artık aynı şeyleri yaşamak istemiyorum!” Sesim bir anda yükseldiğinde yaşlar yanaklarımdan aşağı akmaya başladı.

Blake masaya uzanıp istemesem de telefonuna çektiği kâğıdı okudu.

Ne kadar istemesem de aynı şeyleri, hatta daha kötüsünü yaşayacağımı biliyordum.

Bunu ikimiz için yaptım, Ophelia.”

Loading...
0%