Yeni Üyelik
14.
Bölüm
@nurrunatt

Günümüz

 

“Bana her şeyi anlatmazsan sana yardım edemem, Ophelia!” Blake’in sesi gittikçe yükselirken gözyaşlarım daha da artmaya başladı.

Ağlamam, korkudan deliye dönmem, midem bulansa bile Blake’in salonunda bir ileri bir geri yürümem için o kâğıdın fotoğrafını görmem yetmişti. Direkt kendisini elimde tutsam ne olurdu, düşünemiyordum.

Blake, kayıt cihazını kapatsa da sorularına kaldığı yerden devam ediyordu. Kocam neredeydi? Boşanacak mıydık? Doktor Olivia’yı en son gördüğümde hastaneye ne için gitmiştim? Beni gerçekten de takip eden biri var mıydı? O notu görünce neden deliye dönmüştüm? Daha önce bu notlardan almış mıydım? Neden bu soruların hiçbirine kayıt cihazı açıkken cevap verememiştim? Ve neden kapalıyken de veremiyordum?

Bir düzine, hatta bir düzineden de fazla soru.

Beynim çalışmıyordu. Sanki şalterlerim atmıştı da karanlıkta kalmıştım.

“Bak ne diyeceğim, sana da bir kahve yapalım. Otur ve bana olanları yalansız, eksiksiz anlat.” Blake vazgeçmiyordu. Vazgeçmeyecekti de. Buradan gitmeliydim. Uzaklara. Belki annemlerin yanına Türkiye’ye yerleşmeliydim. Zaten Ash’in döneceği de yoktu.

Ona defalarca neden benim yanımda olmadığını, bunları tek başıma yaşarken beni neden bıraktığını, neden kahrolasıca işlerini bir günlüğüne dahi bırakıp gelemediğini sormuştum.

Yanıtı hep kaçamak oluyordu. Beni terk etmediğini, geleceğini söylese de artık beni terk ettiğine inancım tamdı. Öyleyse daha fazla onu beklememe gerek yoktu. Evet, Türkiye’ye yerleşebilirdim. Bunların hepsinden uzak bir yaşam. Güvende.

“Ophelia?”

Blake’e baktım. O da benim gibi ayağa kalkmış, endişeli gözlerle beni süzüyordu. Tam üç saattir sorularına cevap vermiyordum. Neredeyse akşam olacaktı. Eğer gitmek istiyorsam bunu hava kararmadan, hemen yapmalıydım. Ormandaki o sabahtan sonra hava karanlıkken tek başıma dışarı çıkamıyordum.

“Benim gitmem gerek,” diye mırıldandıktan sonra kapıya koştum. Neredeyse sıfır saniyede kapıya ulaşırken bu kadar hızlı ve ani davrandığım için başım döndü. Kustuktan sonra hiçbir şey yememiştim. Midemin boşluğu vücudumdaki tüm gücü vakumlamıştı. Kara delik gibi.

Blake bana yetişip “Ne yapıyorsun,” diye sordu. Artık tamamen endişeliydi. Aynı zamanda korkuyordu; muhtemelen mental sağlığımdan.

Ona bakmadan kapı koluna uzandım. Ama eli, elimin üzerine kapaklandı. “Tehlikede olduğunu hatırlamama gerek var mı? Bu şekilde kaçıp gidersen merkez, senden de şüphe duymaya başlayacaktır.”

Bu sefer ona baktım. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama bu şey, Blake’in kaşlarını çatmasına neden oldu. “Benim hayranım olduğunu söylemedin mi? Ben senin bütün kitaplarını imzalayayım sen de merkezin benden şüphelenmemesini sağla.”

Gözleri kocaman açıldı. Böyle bir şeyi söyleyeceğimi beklemiyordu. Ben de beklemiyordum. Rüşvet. Artık tam da doktorumu öldürmüş, ardından onu evime bırakarak hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi davranan bir psikopat gibi göründüğüme emindim.

Blake bir adım geri giderken elimin üzerindeki elini geri çekti. Esmer teni, artık esmer değildi. Rengi atmıştı. “Sen,” dedi, şaşkın bir nidayla ama devamını getiremedi.

Gözlerimi kaçırıp yüzümü eğdim. “Ben, haddimi aştım. Üzgünüm.”

Tekrar ciddileşti. Bu sefer kaskatı ve netti. Yumuşak davrandığı yetmişti ne de olsa. İyiliğini suiistimal ediyordum. “Konuşacağız. Hemen.”

Yüzüme bir sıcaklık dalgası yayıldı. “Bana emir veremezsin!”

Gözleri kısıldı. Öfkeleniyordu. Benim gibi. Belki benden daha çok. “Evinde tanıdığın birinin cesedi bulundu. Bunu senin için yaptığını belirten bir notla birlikte. Kayıt cihazı açıkken seni kurtarmış olabilirim. Ama bu kadar!” Kolumu tuttu. Gözlerinden ateş çıkıyordu. “Bana her şeyi anlatmak zorundasın. Ya da birlikte merkeze gideriz ve avukatını ararsın.”

Tepkilerim ve söylediklerim karşısında bana böyle davranmasında onu suçlamıyordum. Haklıydı. Ama ben de haklıydım. Onca şeyi tek başına yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilemezdi. Tanrı’ya her gün artık bunların geride kalması için yalvarmanın, gece gözyaşları içinde uyanmanın, yorgana sarılıp kendi kendine defalarca geçeceğini söylemenin… O notlara tekrar bakamazdım. Elimi süremezdim. Tekrar aynı şeyleri yaşayamazdım.

Kaçmanın bir çözüm olup olmadığını bile bilmiyordum. Fakat daha önce kaçmayı denememiştim. Belki işe yarardı. Belki sonsuza dek kurtulurdum.

“Anlamıyorsun,” dedim, fısıldayarak. “Son bir yılda yaşadıklarımı bilmiyorsun.”

Yüzü biraz olsun yumuşadı. Ama hemen gardını indirmeyecekti. Belki ben anlatana kadar hiç indirmeyecekti. Çünkü indirdiği anda vicdanına davranıp kaçmam için izin vermesini sağlayacaktım. En azından deneyecektim.

“Anlatmadığın sürece bilemem. Anlayamam da.”

Yine anlamıyordu. Bunun yaşananları anlatmamla bir ilgisi yoktu. Anlattıktan sonra yaşayacaklarımla ilgiliydi. Blake bir FBI ajanıydı. Ona anlattıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktı. Ayrıca ortada bir cinayet vardı. Bunu yapanı bulana kadar durmayacaktı. Bense kaçamayacaktım. Her saat elim kulağımda Blake’ten gelecek haberi bekleyecektim. Her yeni kanıtta yeniden sorguya alınacaktım. Bitmeyecekti. Bitmiyordu.

“Hâlâ anlamıyorsun.”

“Anlatmıyorsun.”

Gözyaşları içinde bağırdım. “Anlatmıyorum çünkü anlatırsam geri dönüşü olmayacak!” Bağırmamı beklemediği için irkildi ama hemen sonra kendini düzeltti. Yüzünde hâlâ temkinli bir ifade vardı. “Anlatırsam daha çok içine gireceğim. Uzaklaşmak yerine her yeni gün daha fazla olayların merkezinde olacağım.”

Blake’in gözleri yüzümün her bir santimi arşınladı. “Kaçarsan bitecek mi sanıyorsun? Kurtulabilecek misin?”

“Bilmiyorum.”

Bir adım daha geri gitti. “Kaçtığında biteceğini, bunların hepsinden kurtulabileceğini düşünüyorsan git. Senin suçlu görünmemeni elimden geldiği kadar sağlarım ve bunu imza karşılığında da yapmam.” Sırtını bana dönüp salonuna geri döndü.

İzin vermişti. Gitmeme. Kaçmama. Üstelik suçlu görünmemem için de her şeyi yapacaktı. Bitebilirdi! Bütün bu kâbus.

Kapıyı açıp dışarı çıktım. Havada tek bir esinti yoktu ve içeriden daha sıcaktı. Nefes alabilmek için oksijen tüpüne ihtiyacınız olan türden bir nem vardı.

Gözlerim usulca karşıdaki evimi buldu. Sarı şeritlerle çitin etrafı çevrilmişti. Giriş kapısı kapalıydı fakat polislerin elinde anahtarım olduğunu biliyordum. Muhtemelen üst kattaki eski yatak odamda Doktor Felton’ın bırakıldığı yerde beyaz tebeşirle çizilmiş bedeni yatıyordu. Odanın kapısı kapanabilirdi. Fakat bu, katilin evime bir şekilde girdiğini, ben uyurken ya da partideyken o ölü kadını eski yatak odama kadar çıkardığı gerçeğini değiştirmiyordu. O ev güvenli değildi.

Hiçbir yer güvenli değildi. On ay sonra hâlâ bana not yazabiliyorsa azminden bir şey kaybetmemiş demek oluyordu. Pekâlâ, benimle birlikte başka bir eyalete ya da ülkeye gelebilirdi. Ama nereye gittiğimi öğrenemezse sorun olmazdı.

Bunun tam olarak mümkün olup olamayacağını düşündüm. New York Times’ın çoksatan yazarı bir anda ortadan kayboluyor. İnsanlar soracaktı. Belki beni bir yerlerde gören şans eseri gören birkaç paparazziyle karşılaşacaktım ve ifşa olacaktım. Sonra tekrar yer değiştirecektim.

Belki de bunların hiçbiri olmayacaktı. Belki de yerimi asla öğrenmeyecekti. Sonsuza kadar ondan uzakta, tehlikeden yoksun, her şeyi geride bırakarak yaşayabilecektim.

Gerçekten öyle mi olacaktı?

İhtimal olmadan net bir şekilde kurtulacağımı söyleyebiliyor muydum?

Tanrım! Blake haklıydı. Kaçmak beni suçlu gösterecekti ve Blake ne yaparsa yapsın kaçak olduğum için tam olarak aklanamayacaktım. Peşimdeki kişi bana tecavüz edip, notlar bırakmanın yanında masum bir kadını öldürmüştü. Bunu neden yaptığına dair aklıma mide bulandırıcı, manyakça şeyler geliyordu ama düşünmeyi reddediyordum. En azından bir süre.

Birini öldürmüştü. Sadece sapık bir takipçi değildi.

Katildi.

Ve burası gerçek hayattı. Romanlarımın Tanrısı ben olabilirdim. Ama burada herhangi bir insandan başka neydim ki?

Arkamı döndüm. Neyse ki kapı kapanmamıştı. Usulca içeri girerek kapıyı kapattım. Tükürdüğümü yalamaktan nefret ederdim. Ama bunu hak etmiştim. Sonunda beni korumayı vaat eden biri vardı. Sonunda yanımda biri vardı.

Küçük adımlarla salona girdim. Blake ayakta, sırtı bana dönük pencereden göz alıcı arka bahçesini izliyordu. Ortadaki küçük havuzu bizim havuzumuzun olmadığı kadar temizdi. Havuzla ilgilenmek Ash’in işiydi ve o yokken havuzuna göz kulak olacak değildim.

Blake’in benim gibi renk cümbüşü oluşturan birbirinden farklı çiçeği vardı. Bu öğleden sonra çiçeklerimin birinin dibine kustuğumu hatırladığımda yüzümü buruşturdum. Oranın temizlenmesi gerekiyordu. Tabii bu artık yeni sahibinin derdiydi. Çünkü evi satmayı ya da sonsuza dek kapatmayı düşünüyordum.

“Sorunlarından kaçarsan onlar büyür, Ophelia. Ve bir yazar olarak bunu benden daha iyi biliyor olmalısın.”

Ona “Ehvenişer ne demek biliyor musun?” diyerek karşılık verdim.

Gri gömleği, gerilen kasları yüzünden can çekişiyor gibiydi. Ne bana döndü ne de cevap verdi. Zaten vermesini de beklemiyordum.

"Kötünün iyisi, demek. Tüm kötü seçeneklerin arasından en katlanabilir olanı seçmek demek."

İşte o zaman geniş bedenini yavaşça bana çevirdi. Yorgundu. Belki benden daha yorgun. Ama o kadar güçlü ve heybetli duruyordu ki onun yanındayken kendimi güvende hissediyordum. Belki de o ehvenişer değildi.

Elimde kalan tek iyi seçenekti.

Blake’e bakmadan daha önce oturduğum yere, bacaklarımı kendime çekerek kıvrıldım. Haklıydı. Kaçmak, yalnıza ertelemekti. Ve ertelemektense bir an önce bitmesini yeğlerdim. “Della’yı arasam iyi olacak. Evimde kalamam.”

“Sana yaptığım teklifim geçerli.” Ona ehvenişer dediğim için sesinde bir kırgınlık ya da kızgınlık aradım ama yoktu. Gerçi tam olarak ona söylememiştim. Yaşadığım bu boktan durumu kast ediyordum ve anlamış olmalıydı.

Başımı sağa sola salladım. Daha dün tanıştığım adamın evinde kalamazdım. Bu yanlış olurdu. Della New York’a döndüğünde teklifini tekrar gözden geçirecektim. Hem o zaman dün-tanıştığım-adam olmayacaktı.

“Ben yine de onu aramalıyım. Belki buraya gelmek ister.”

Usulca kaşlarını çattı. “Della Boomer, değil mi? Menajerin?”

“Evet.”

Tek kaşını havaya kaldırdı. “Olayları ona anlatman gerekiyor. Belki senin gözünden kaçmış bir şeyi görmüştür.”

Bu, Blake’e anlatmaktan daha beterdi. Della, evimde bir ceset bulduğunu öğrendiğinde deliye döner, beni New York’taki dairesine götürürdü. Ve Blake’in söylediği gibi kaçmak ya da gitmek çözüm değildi. O katili bulmak istiyorsam, bir süre Fortuna’da kalmalıydım.

Oflayarak arka cebimdeki telefonu çıkardım. Della’nın adını ararken Blake homurdandı. “Ona da mı anlatmayacaksın?”

Yalnızca gözlerimi kaldırıp ona sert bir bakış attım. O sırada cam sehpada duran telefonu çalmaya başladı. Telefonuna doğru ilerlerken ellerini havaya kaldırıp “Bir şey demedim,” dedi ve telefonu kulağına götürdü. Bahçe kapısından çıkarak beni deniz kokan salonunda yalnız bıraktı.

Zevkli ve klas bir adamdı. Yalnızca bu salonda bile tüm hayatımı geçirebilirdim ve hiç şikâyetim olmazdı.

Aklımı çelebilecek düşünceleri zihnimden uzaklaştırarak Della’yı aradım. Sanki telefon elindeymiş gibi hemen açtı.

“Sen neredesin?” Öyle yüksek sesle bağırdı ki kendimi, bir konserde hoparlörün önünde gibi hissettim.

Yüzümü buruştururken “Evdeyim,” diye yalan söyledim. Aslında teknik açıdan yalan sayılmazdı. Benim evim olmasa da sonuçta burası da bir evdi.

“Tanrı aşkına Oph! Seni kaç kere aradığımdan haberin var mı?” Yoktu. Çünkü telefonuma bakamayacak kadar meşguldüm. Malum evimde bir ceset bulmuştum (!).

“Bugün telefonuma bakacak zamanım olmadı.” Sesim düz çıkıyordu. Bu iyi bir şeydi.

“Bu beni hiç ilgilendirmiyor, Ophelia Wizard ya da soyadın her ne ise! Sana defalarca söyledim, değil mi? Aradığımda açmanı, en geç bir saat içinde bana geri dönmen gerektiğini. O lanet telefonunu cebin yoksa sutyeninin içinde taşımanı-“

Eğer onu susturmasaydım, daha devam edecekti. “Tamam, Della. Özür dilerim. Aradım işte.”

Homurdanmasını, içinden bana ettiği küfürleri buradan duyabiliyordum. “Bunun beni rahatlatması mı gerekiyor? Ne kadar endişelendiğimden haberin var mı?” Evet, sesinden ne kadar endişelendiğini anlayabiliyordum. Della, bir yıl önce olanları öğrendikten sonra benimle annemden daha fazla ilgileniyordu. Fortuna’ya daha önce gelmediği kadar sık gelmeye başlamıştı. Burada olmadığı zamanlarda ise günde en az iki defa arıyordu.

“Bu kadar endişelendiysen neden gelmedin?”

“Sence istemedim mi? Ah, Tanrım! Beni delirtiyorsun.”

“Üzgününüm, Della. Gerçekten.”

“Ben de üzgünüm, çünkü bugün tüm gün bilgisayarımın başında toplantıdaydım. Ve şimdi havaalanına gidiyorum.”

Kaşlarım çatıldı. “Havaalanına mı?”

Ofladı. “Gönderdiğim milyon tane sesli mesajların birinde Avustralya’ya gitmem gerektiğini söylüyorum. Ama elbette dinlemedin.”

“Dinleyecek vaktim olmadı,” diye mırıldanırken içimden lanetler okumaya başladım. Della giderse ben nerede kalacaktım? Ivy yüzünden Perkins’lere gidemezdim. En yakın arkadaşım buraya dokuz saatlik mesafede Kaliforniya’da oturuyordu. Otellerden hoşlanmazdım ve bugün olanlardan sonra zaten tek başıma kalabileceğimi düşünmüyordum.

“Astrid’in yeni kitabı matbaadan sandığımızdan erken çıktı. Yayınevi bir lansman düzenliyor. Ardından imza günleri ve söyleşiler olacak, gitmem gerek.” Astrid Wright, Della’nın menajeri olduğu Avustralyalı bir yazardı. Della’nın diğer yazarları gibi kitapları birçok dile çevrilmişti. Hatta benden sonra Della’nın en başarılı yazarlarından biriydi. Fantastik türünde yazıyordu. Önümüzdeki sene serilerinden biri film olacaktı.

Dudaklarımdan yalnızca “Ah,” nidası döküldü. Blake, Della’nın gittiğini öğrenirse beni bırakmazdı. Daha da kötüsü onunla kalırsam her şeyi anlatmak zorunda kalırdım.

Aslında onunla kalmasam bile yakın bir zamanda her şeyi anlatacağımı biliyordum. Ama ertelemek şu an için daha kolay geliyordu.

“Bir sorun mu var?”

“Hayır! Sadece gideceğini bilmiyordum.” Sesim inandırıcı değildi ve Della bunu anlayacaktı.

“Bir sorun var! Oph, neler oluyor? Tanrım! Sen iyi misin?” ona iyi olduğumu nasıl anlatacağımdan emin değildim. Della beni, benden daha iyi tanırdı.

“Hiçbir sorun yok, Della. Vedalaşmadan gittiğin için üzüldüm.”

Della duraksadı. İnanıp inanmayacağını kafasında tartıyor olmalıydı. En sonunda “Sen gerçekten iyi misin?” diye sordu. “Bir sorun varsa bana söylemelisin, Oph. Bir yolunu bulurum ve gitmem.”

“Gitmelisin. Astrid de benim kadar senin yazarlarından biri.”

Sesi tekrar yükseldi. “Astrid aynı zamanda evli, iki çocuklu ve mutlu. Ben gitmesem ölmez.”

Bu gerçeği yüzüme vurduğu için ben de Della’nın yüzüne vurmak istedim. Sağ elimle. Beş parmak izi çıkaracak kadar sert. “Della uzatmayalım. İşlerin bittiğinde gelebileceğini biliyorsun. Sık sık geliyorsun.”

“Bana bir sorun olmadığına dair yemin et, Ophelia.”

“Della-“

“Yemin et!”

Tanrım! Kesinlikle cehenneme gidecektim. “Yemin ederim!”

Della kısa bir duraksamanın ardından “En kısa zamanda geri döneceğim, bebeğim,” dedi. Sesine bakılırsa yemin etsem bile bana inanmamıştı. İşlerini en kısa sürede tamamlayıp geleceğine hiç şüphe yoktu. “Lütfen bundan sonra aradığımda aç. Anlıyor musun, Oph? O telefonu gerekirse ağzında taşı ama yanından ayırma!”

Onu gitmeye ikna ettiğim için rahatlayarak “Söz veriyorum,” dedim. “Telefonum her zaman yanımda olacak ve açacağım.”

“Tamam. Seni seviyorum. Kendine lütfen dikkat et ve yeni kitabını yazmaya başla. Yazmak sana iyi gelecek. Tabii terapiler de.” Son cümlesindeki imayı almıştım.

Gözlerimi devirerek “Terapilere devam edeceğim,” diye güvence verdim. Bu sırada Blake içeri girerek siyah gözlerini üzerime dikti. Her ne konuştuysa bu onu rahatsız etmişe benziyordu.

“Güzel. İkinci defa seni seviyorum. Duydun mu?”

Kıkırdadım. “Duydum. Ben de seni seviyorum, dikkat et.”

“Uçaktan inince arayacağım.”

Telefonu kapatıp Blake’e döndüm. Burada kalmak zorunda kaldığımı duymak hoşuna gidecekti. Benim üç katım kadar falan. “Della’yla konuştum.”

“Ve?”

“Ve şu anda Avustralya’ya gidebilmek için havaalanına gidiyor. Bir süre buralarda olmayacak.”

Koltuğun koluna, ceketinin yanına astığı kravatı alıp başından geçirirken “Güzel,” dedi. Evet, kesinlikle iyi bir telefon görüşmesi yapmamıştı. “Çünkü burada kalıyorsun.”

Gözlerimi kısıp ona baktım. Ne olursa olsun bana emir vermeye hakkı yoktu. “Emredersiniz, efendim.”

Sesimdeki kinayeyi aldığı anda gözlerini bana dikti. Düğmesini ilikleyip kravatını çektikten sonra “Bir ceset daha bulunmuş,” dedi. “Fortuna’da.” Dudaklarım aralandı ve öylece Blake’e bakmaktan kendimi alamadım. Fortuna şehrinde bir günde iki ceset mi? Bu her zaman olmazdı. Hatta bu hiç olmazdı.

Blake ceketini üzerine geçirirken “İstersen emir olarak algılayabilirsin ama güvende olduğundan emin olana kadar seni bırakmıyorum,” dedi. Kendimi onun askeri gibi hissettim. Ses tonu hem ikna edici hem de ürperticiydi. Soğuk ve nihai.

“Bu cinayetin de benimle ilgili olduğunu mu düşünüyorsun?”

Yanıma gelip elini uzattı. Bir eline bir ona baktım. Ama o ben, elini tutup ayağa kalkana kadar ısrarla tepemde dikilmeyi sürdürdü. “Cesedin yanına bir not bırakılmış. Yani evet, seninle ilgili olduğunu düşünüyorum.”

Vücudumdaki bütün tüyler havaya dikildi.

Bir not ve bir ceset daha.

Ölü olan ben olmasam da hedef bendim. Artık yalnızca notlar yeterli gelmiyordu. Cesetlerle de bir şeyleri anlatmaya çalışıyordu.

Buğulu gözlerimin ardından Blake’e baktım. Nutkumun tutulduğunu, konuşamadığımı anlamıştı. Ya da her an bayılacak gibi olduğumu.

Gözlerimin içine bakarak bana bir söz verdi. Sıcak, umut vaat edici, beni bunların hepsinden kurtaracak bir söz.

“Onu yakalayacağım,” dediğinde tuttuğum elini sıktım.

Bu, sessiz bir anlaşmaydı.

 

Loading...
0%