Yeni Üyelik
16.
Bölüm
@nurrunatt

Günümüz

 

Yaklaşık iki saattir Blake’in odasında onun gelmesini bekliyordum. Yeni bir cesedin notla birlikte bırakıldığını haber alınca beni de alarak evden çıkmıştı. Beni FBI binasındaki odasına bırakmış ve o da olay yerine gitmişti. Benim güvenliğimi en az benim kadar düşündüğü için ona minnettardım.

Şöyle bir bakıldığında haftalarımı, aylarımı hatta o katil yakalanana kadar bütün günlerimi bu odada geçirebilirdim. Buradaki insanlar iyi ve korumacıydı. Blake’in ajan arkadaşlarından biri olan Susan birkaç defa odama gelmiş ve bir şey içmek isteyip istemeyeceğimi sormuştu. İlkinde bunu, bana gerçekten bir şeyler ikram etmek için yapmıştı. Ancak diğer ikisi beni kontrol etmek amaçlı yapılmıştı. Şimdi dördüncüde ise karşımdaki koltukta oturmuş, benimle kitaplarım hakkında sohbet ediyordu.

Bu son gelişinde yanında hangisini tercih edeceğimi bilmediği için hem vejetaryen ve hem etli sandviç getirmişti. Yanında ise dumanı tüten fındık kokulu iki kahve vardı. Kahvenin kokusunu alana kadar acıktığımı fark etmemiştim bile. Vejetaryen olmadığım için etli sandviçe adeta saldırırken Susan da sebzeli sandviçi yemeye koyulmuştu.

Sandviçlerimiz bitmiş kahvelerimizi yudumlarken onun, kitaplarım hakkındaki düşüncelerini dinliyordum. “Sessiz Kızın Çığlığı, harika bir romandı. O kitabı okuduktan sonra ilgilendiğim bir dosyayı tahminimden daha kısa sürede çözdüm. Söylesene neden polis ya da bir ajan olmayı denemedin? Veya bir dedektif?”

Susan’ı tanımıyordum ama onunla ilgili ilk izlenimim pozitif yöndeydi. Genel olarak mutlu bir kadındı. Parmağındaki yüzük evli olduğunu söylüyordu. Kahverengi parlak gözleri evliliğinin yolunda gittiğini söylüyordu. Yüzüğü sürekli parmağında dönüyor, o da bunu durmadan düzeltiyordu. Yani henüz çocuğu yoktu. Dış görünüşüne bakılırsa yeni evlenmiş olmalıydı. Siyah saçları gergin bir şekilde atkuyruğu yapılmıştı. Badem gözlerinin etrafında tek bir kırışıklık yoktu ve yüzüğünün bol gelmesi bir kenara ilk bakışta zayıf biri olduğu anlaşılıyordu.

Yüzüğünü ayarlatmamıştı çünkü çocuk istiyordu. Hamilelikte şişen parmak sorunlarından haberi vardı.

Romanlarımı Blake de okuduğunu söylemişti. Zaten çoğu ajan, dedektif ya da polis, polisiye okurdu. Ama bunu Susan gibi neşeyle dillendirmezlerdi. Romanı okuduktan sonra ilgilendiği dosyayı daha hızlı çözdüğünü söylemek çömezlerin yapacağı bir acemilikti.

Ona gülümseyip “Buna çok sevindim,” dedim. “Kitaplarım sana yardım edebildiyse ne mutlu bana!”

“Üniversitede İngiliz Dili ve Edebiyatı okudun değil mi? Ardından yaratıcı yazarlık konusunda yüksek lisans ve doktora yaptın?”

Cevap vermeden önce kahvemden bir yudum aldım. “Üniversitede okuduğum bölüm doğru. Yüksek lisansım da öyle. Ama yirmi yedi yaşındayım. Doktoraya henüz vaktim olmadı.”

Kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. “Senin için birkaç sitede böyle yazıyor.”

“Sanırım Wikipedia’yı okumadın. Diğer siteler, bilirsin, abartmayı severler. Böylece herhangi bir ünlünün ilgisini çekip onlarla arkadaş olabileceğini düşünen saçma sapan magazincilerden başka bir şey değiller.”

Avuç içini alnına vurduğunda şap diye bir ses çıktı. “Wikipedia’da daha az bilgi bulacağımı düşündüğüm için bakmamıştım.”

“Siteyi doğru yapan da bu. Herkes özel hayatını, yaşamını, internete dökmeyi sevmez. Wikipedia doğru bilgileri harmanlamaya çalıştığı için pek bir şey bulamazsın.”

Kafasını aşağı yukarı salladığında kısa bir sessizlik oluştu. Ardından bu sessizliği böldü. “Criminal alanda çalışmaların oldu mu? Bu kadar ince ayrıntılı yazabilmen için bilgi birikimi gerekiyor.”

“Ben üniversitedeyken yazmaya başlamıştım. Kazandığım makale yarışmaları sayesinde birçok bağış kurumuna para topladık ve okul için de epey yatırımlarım olmuştu. Çoğu üniversite öğrencisinin aksine öğretmenlerimi severdim, çünkü onlar da çoğunun aksine beni severdi.” Gülümsedim. Öğrencilik yıllarım hayatımın en güzel dönemiydi.

“İlk romanımı polisiye türünde çıkardıktan sonra öğretmenlerim bu alanda biraz daha tecrübelenmem gerektiğini söylemişlerdi,” diyerek devam ettim. “Bay Mosby’nin eski öğrencilerinden biri özel dedektif olmuştu. Benim için onunla görüştü. Onun yanında bir yıl asistanı olarak çalıştım. Bana çok şey öğretti. En az okuduğum kitaplar kadar.”

Susan başını aşağı yukarı salladı. “Yine de doğal bir yeteneğin var, bunu biliyorsun değil mi? Yazdıkların ve anlatış biçimin harika. Ama bunun yanı sıra kurguları yönetme şekline bayılıyorum.”

İnsanların beni övmelerinden pek hoşlanmazdım. Daha sonrasında ne yapacağımı bilemeden kalakalıyordum. “Teşekkür ederim.” Genelde yaptığım gibi Susan’a da teşekkür ettim. Ancak o diğer insanların yaptığı gibi teşekkür etmemem gerektiğini söylemedi. Genelde diğerleri övgünün dozunu aşırı kaçırır “Hayır, teşekkür etme. Hak ettiğin için söylüyoruz,” gibi cümleler kurardı. Hak ettiğim için söylemeleri onlara teşekkür etmeyeceğim anlamına gelmezdi. Teşekkür etmek, kötü bir kavram değildi. Okumak ve eleştirmek, minnet duyulması gereken bir değerdi.

Susan gülümseyerek “Rica ederim,” dedi. “Hak ediyorsun.” Hak ettiğimi söylemesinin ardından dişlerimi gösterecek kadar geniş gülümsedim.

Odanın kapısı sertçe açıldığında oturduğum yerde sıçradım. Blake uzun adımlarla odaya girdi. Yüzünde üzgün, sert, sinirli, kırgın gibi birçok ifade vardı. Aynı anda hepsini hissediyordu. Onun evinde olduğu gibi yeni cesedi de tanıdığı izlemine kapıldım.

“Susan, bizi yalnız bırakır mısın?”

Susan koltuğundan kalkarken “Tabii,” dedi. “Bunları alayım mı yoksa gece temizlikçi gelene kadar kalsın mı?” Eliyle sandviç poşetlerini ve kahve bardaklarını gösteriyordu.

Blake onun kalktığı yere oturarak başını geriye yasladı. “Kalsın. Bayan Wizard’la ilgilendiğin için teşekkür ederim.”

Susan “Görevim,” dedikten sonra bana dönüp elini uzattı. “Seninle tanışmak benim için büyük bir zevkti. Yeni romanını sabırsızlıkla bekliyorum.”

Böyle bir durumda kendisi olsaydı yazabilir miydi, diye sormak dilimin ucuna kadar geldi fakat dilimi ısırarak o soruyu ezdim. Uzattığı elini sıkarak “Ben de tanıştığıma memnun oldum,” dedim ve Susan’ın odadan çıkıp kapıyı kapatmasını seyrettim.

Blake koltuğa kemik çuvalı gibi yığılmış tavanı izliyordu. Az önceki ifadelerinden hepsi bir anda yok olmuştu. Derin bir boşluktan başka hiçbir şey yoktu. Doktor Felton konusunda yanılmış olabilirdim ama bu sefer içimde yanılmayacağıma dair bir his vardı. O ceset her kimse bence Blake onu tanıyordu.

Bir süre ona sessizlikte zaman tanıdım. Konuşmak isteseydi bunu zaten odaya girer girmez yapardı. Tek kelimelik cevaplar vereceğini bilerek onu konuşturmanın bir mantığı yoktu.

Ayağa kalkıp Blake’in çalışma masasının arkasındaki lacivert filmli geniş pencerelere doğru yürüdüm. Odasının bu kısmı tamamen pencereydi. Pencerenin önünde bir insanın oturabileceği genişlikte gri duvar bulunuyordu. Odanın ışığı açık olsa bile filmlerden dolayı içerisi görünmüyordu. Fortuna’da bu tarz binalardan pek olmazdı. İçi görünmeyen pencereler yani. Ama sonuçta burası FBI binasıydı.

Blake’in odası oldukça gösterişli ve ferahtı. Aynı zamanda büyüktü. Çalışma masası yarım düzine insanın çalışabileceği kadar geniş ve kahverengiydi. Masanın önünde karşılıklı konmuş gri, iki koltuk ve ortalarında aynı renkte bir sehpa vardı. Onların gerisinde ise az önce benim kalktığım ve şimdi Blake’in oturduğu krem renginde koltuk takımı vardı. Odanın diğer köşesinde uzun bir toplantı masası ve gerisinde de tuvalete açıldığını tahmin ettiğim bir kapı bulunuyordu.

“Sormayacak mısın?”

Camdan onun yansımasını gördüğüm için arkama bakmaya gerek duymadım. Başı hâlâ koltuğun arkasına yaslıydı ama bu sefer tavana değil bana bakıyordu. “İhtiyacın olan sessizliği sana vermeye çalışıyordum.”

Camdaki yansımasından anladığım kadarıyla dudağının bir kenarı yukarı kıvrılmıştı. “Tanrım! Her şeyi anlıyorsun değil mi?”

Ben de onun gibi gülümsedim. O da benim yansımamı görebiliyordu. “Bu benim lanetim.”

Homurdandı. “Bu lanet falan değil. Bu özelliğe sahip olmak isteyen binlerce FBI ajanı ve adayı var.”

“Beyinlerini istedikleri gibi çalıştıramıyorlarsa bu benim sorunum değil.”

Boğuk bir kahkaha attı. Tam olarak keyifli bir kahkaha olmasa da sesinin gülerken ki tonu açıkta kalan tenimi yalamıştı. “Bu yeteneğe sahip olmak için beyin jimnastiği yaptığını mı söylüyorsun?”

İşte şimdi homurdanma sırası bendeydi. Gözlerimi devirdikten sonra sokak lambalarının aydınlattığı yolu izledim. “Hayır. Sadece çok fazla kitap okurdum. Kendimi bildim bileli. Ve bence bu yeteneği okurken kazandım. Farkında olmadan. Ajan ya da adayları isterlerse çaba gösterirlerse yapabilirler.”

Blake’in gözleri ensemi öpüyordu. Gözlerini tamamen bana odaklamıştı. Düşündüğü belki de milyonlarca şey vardı. Ama ilki bendim.

“Bu doğru mu? Gerçekten insanların ne düşündüklerini, hissettiklerini, yalan söyleyip söylemediklerini anlayabiliyor musun?”

Burnumdan güldüm. “Biri dersine iyi çalışmış.”

“Bu benim işim,” dedi, böbürlenerek. “Ayrıca hayranın olduğumu söylerken çok ciddiydim. Zaten yalan olsa anlardın, değil mi?”

Evet, anlardım. Blake yalan söylemiyordu. Benim tüm kitaplarımı okuduğunu ve hayranım olduğunu söylediğinde, beni koruyacağını, o katili yakalayacağını söylediğinde. Onu tanımıyor olabilirdim ve fazla vakit geçirmemiş de olabilirdik. Ama bugün, sabahtan itibaren bana söylediklerinin hepsi doğruydu.

“Evet,” dedim, mırıldanarak. “Tanrı değilim ama insanlara baktığımda birçok şeyi anlayabiliyorum.” Blake yıllar önceki bir röportajımı okumuş olmalıydı. O zamanlar yeni şöhrettim ve çoğu zaman mutluluktan kendimi kaybedip kendimle ilgili her şeyi anlattığım olurdu.

“Bu harika!” Sesi neredeyse inleyerek çıkacaktı. Hayranlıkla dolu. Sanki hayatında ilk defa doludizgin akan bir şelale görmüş, küçük bir çocuk gibi.

“Aslında değil,” dedim, bu büyüyü bozarak. Omzumu kaldırıp kollarımı önümde birleştirdim. “Bazen insanların sana yalan söylemesi iyi bir şeydir.”

Blake’in boğazından bana katılmadığına dair bir ses çıktı. “Şaka yapıyor olmalısın.”

Aşağıdaki ağaçlara baktım. Havada küçük bir esinti bile yoktu. Orada öylece dikiliyorlardı. Her şeyi görerek, gecenin ve insanların tüm sırlarına şahit olarak.

“Şaka yapmıyorum. Seni sevmeyen birinin yüzüne karşı ‘Seni sevmiyorum,’ demesi hoş olur muydu?”

“Bu kim olduğuna bağlı.”

Başımı iki yana salladım. “Hayır. Ne olursa olsun, yüzüne karşı bunu duymak bir insanı rahatsız eder. Çünkü her insan sevilme ihtiyacıyla nefes alır. Bu, insanların doğasında var.”

Blake oturduğu yerden kalkıp ağır adımlarla yanıma geldi. Bana çok yakın bir mesafede durup kollarını benim gibi önünde birleştirdi. Dirseklerimiz neredeyse birbirine değiyordu. “Yani sen, biri sana ‘Seni seviyorum,’ derken aslında seni sevmediğini anlayabiliyorsun?”

Onun sesi gibi benimki de düzleşti. “Evet.” Derin bir nefes verdim. “İnsanların gözlerimin içine bakarak yalan söylediğini görmek boktan bir şey. Karşısında bir salak varmış gibi davranıyor. Hiçbir şeyden haberi olmadan öylece dinleyen bir geri zekâlıymışım gibi. Hâlbuki her şeyin farkında oluyorum ve bu beni yoruyor.”

Blake yan gözle bana baktı. “Ash’in sana ‘Seni seviyorum,’ derken aslında yalan söylediğini bildiğin için mi aranız kötü?”

O anda uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım. Çok uzun zamandır.

Kahkaha attım.

Tamamen içimden gelerek, zorunda olduğum için değil. Göğsümü sarsan, içimde eksik kalmış ne varsa parçalara ayıran gerçek bir kahkaha. Gülerken o kadar rahatlamış ve hafiflemiş hissettim ki neredeyse kahkaham gözyaşlarına, hıçkırıklara dönüşecekti. Bunun olmasını engellemek için yavaşça sustum.

Tanrım!

Bu. Çok. İyi. Gelmişti.

“Ağzımdan laf almak için hiç de doğru bir zaman değil, Blake.”

Blake’ten cevap gelmedi. Camdaki yansımasından ona baktım. O da bana bakıyordu. Ama yansımama değil. Doğruca bana. Gözlerinde tuhaf bir ışık, yüzünde güzel bir buruklukla. Kafamı ona çevirdim. Gözlerimiz birleştiğinde tıpkı fantastik kitaplarda olduğu gibi yerin sarsılacağını sandım. Güçlü bir çekim vardı.

Çok güçlü.

Bir sumo güreşçisi arkamda durmuş, beni Blake’e itiyor gibiydi.

“Neden bana öyle bakıyorsun?”

Sorduğum anda kaşları çatıldı ve boğazını temizledi. Sanki şekerlemesinden uyanmış gibi irkildi. Ardından normal görünmeye çalışarak “Bana ilk defa adımla seslendin,” dedi. Bir şey daha vardı ama onu söylemiyordu. Ben de söylemesi için ısrar etmeyecektim.

Omuz silktim. “Sen de bana adımla sesleniyorsun. Ama rahatsız olduysan Bay McClark’a geri dönebilirim.”

“Hayır!” O kadar hızlı ve yüksek sesle söyledi ki tekrar boğazını temizlemek zorunda kaldı. “Yani artık arkadaşız değil mi?”

Blake McClark’la arkadaş olmak. FBI Kıdemli Özel Ajanı Blake McClark’la arkadaş olmak.

Kulağa havalı ve çekici geldiği kadar güvenli de geliyordu. Son zamanlarda tam olarak istediğim arkadaş olabilirdi. Yalnızca FBI ajanı olduğu için değil. Blake, birlikte geçirdiğimiz süre yirmi dört saati bile doldurmasa bile bana kendimi değerli hissettirmişti. Yalnızlığımı birden saklandığı yerden bulmuş ve çekip almıştı.

Tuhaf olduğunu kabul ediyordum ama güzeldi de. İhtiyacım olan bir güzellik.

“Arkadaşız,” dedim ve tekrar cama döndüm. “Şimdi bana olanları anlat.”

Esas ve sıkıcı konumuza geri dönüş yaptığımızda Blake’in göğsü neredeyse beş santim yükselip alçaldı. “Bunu bugün duymak istiyor musun, gerçekten?”

“Kaçmanın bir çözüm olmadığını bugün bana söyleyen sendin. Anlat gitsin.”

“Ceset Fortuna Dog Park'ta bulunmuş. Köpeğini gezdiren bir adam, hayvanın birden garip davranmaya başladığını ve bir kokuyu takip ettiğini söyledi. Adam da köpeğini takip etmiş ve Doğruca cesedi bulmuş.”

Kaşlarım sonuna kadar çatıldı. “Cesedi köpek parkına bıraktığını mı söylüyorsun? Halka açık bir parka?”

Blake’in dudakları büzüştü ve sıkıntılı bir sesle “Doğru,” dedi. Bu olay benim canımı ne kadar sıkıyorsa Blake’in canını da en az o kadar sıkıyor gibiydi. Bana yardım etmek istemesinin yanı sıra mesleği gereği de bu olayı çözmek zorundaydı. Şaka değildi. Asla şaka değildi.

“Peki, not?” diye sordum korkarak. Acaba şimdikinde ne yazıyordu? Hayatımı mahvedebilmek için bir de kelimelere ihtiyaç duyuyor olması ne kadar saçma ve komikti. Hâlbuki bana tecavüz etmesi ve birilerini öldürmesi gayet yeterliydi.

“Notta ikimizin adı yazılıydı.”

Kafam otomatik bir hızla Blake’e döndü. Gözlerimi kısıp “İkimizin adı mı?” diye sordum.

Çenesini tek bir hareketle aşağı indirerek beni onayladı. Konuşmasını bekledim ama konuşmadı. Benimle dalga mı geçiyordu? Böyle taksit taksit mi anlatacaktı yoksa ben bir yerlerden lanet raporunu bulup okumalı mıydım?

“Anlatsana şunu!”

Blake, sahibinden talimat gelmeden çalışmayan bir robot gibi “Notta,” dedi ve yutkundu. Sanki konuşmak, bana nefes almanın ağır geldiği gibi ağır geliyordu. “Notta ‘Bu adamı hatırladın mı, Ophelia? Arkadaşını özleyeceksin Blake McClark,’ yazıyordu.”

Bedenimi bir ürperti esintisi sardı. Kollarımı kendime daha da bastırarak “Ciddi olamazsın,” diye mırıldandım. Bütün kanım geri çekilmiş dudaklarım sanki az önce kahve içmemişim gibi kupkuru olmuştu.

Blake sesli bir nefes verip camın önündeki çıkıntıya oturarak bana baktı. Artık yüzü ve kendisi tamamen bana dönük olduğu için yüzündeki acı dolu ifadeyi görebiliyordum.

“Ciddiyim,” dedi fısıldayarak.

“Peki, ölen kişi kim?” diye sordum. Bu sefer yanılma ihtimalim yoktu. Blake o ceset her kimse onu tanıyordu.

“Peter Lee.”

Donup kaldım.

Mecazen değil bu sefer gerçekten de vücudumdaki bütün kan akmayı bırakmış, nefesim kesilmişti. Kalp atışlarım düzensiz bir şekilde artarken panik atak geçirdiğimden korktum.

Sendelediğimde Blake’in beni tutmasına kalmadan ellerimle arkadaki çalışma masasını tuttum ve popomu yasladım. Blake düşmeyeceğimden emin olduğunda tekrar yerine oturdu. Gözleri her an düşüp bayılabilme ihtimaline karşı üzerimde geziniyordu.

Peter Lee.

Aman tanrım! Onu tanıyordum!

Pek iyi bir geçmişimizin olduğunu söyleyemezdim fakat ölmesi... Onu sevip sevmemem ya da iyi bir geçmişimizin olmaması ölmesini isteyeceğim anlamına gelmiyordu.

“Tanıyorsun,” dedi, Blake. Bu bir soru değildi.

“Tanıyorum,” diye mırıldandım. Dudaklarım kuruluktan neredeyse birbirine yapışmıştı.

Blake suya ihtiyacım olduğunu anlamış gibi yerinden kalkarak masasının arka çaprazında duran mini buzdolabına yürüdü. İçinden iki adet şişe çıkararak geri döndü. Uzatacağının soğuk su olduğunu sanmıştım fakat elinde iki küçük bira şişesi tutuyordu.

Tanrım, kesinlikle buna ihtiyacım vardı.

Blake güçlü ve geniş elleriyle ikimizin şişesini de aynı anda açtı ve birini bana uzattıktan sonra camın önüne tekrar oturdu. Şişeyi alıp daha önce hiç sıvı tüketmemişim gibi nefes alma ihtiyacı hissedene kadar kafama diktim. Küçük şişenin bir anda yarısına inerken bunu umursamıyordum. Olanlardan sonra Blake’in de umursamadığı ortadaydı.

Nefesim düzene girdiğinde “O benim korumamdı,” diye mırıldandım. “Üç yıl boyunca benimle birlikte çalıştı.”

Blake mesleğini yapmaya çalışan bir ajan olarak “Sonra ne oldu?” diye sordu.

“Yeni bir kitabım çıkmıştı. Los Angeles'ta kutlama yapıyorduk.” Elimdeki bira şişesini gösterdim. “Bu şekilde içtiğime aldanma, normalde içmeyi ve partileri hiç sevmem. O gece her zamanki gibi partiden erken ayrıldım. Peter'ın her zaman olduğu gibi arkamdan geleceğini düşünmüştüm. Fakat o arkamda değildi ve mekândan dışarı çıktığımda adamın biri bana saldırdı.”

Blake tamamen ciddileşerek “Ne?” diye sordu.

Başımı sallayarak doğruladım. “Kardeşi birini öldürmüş ve bunun için beni suçluyordu.”

“Seni mi suçluyordu?” Yüzü buruştu ve anlam vermeye çalıştığını anladığım gözleri, beni buldu.

Masum bir küçük kızmışım gibi omuzlarımı yukarı kaldırdım. “Kardeşi benim romanlarımdan birini okumuş ve katili taklit ederek birini öldürmüş. Her şeyi tamamen kitapta olduğu gibi yaptığı için polislerin olayı çözmeleri pek uzun sürmemiş ve kardeşini yakalayıp hapse atmışlar. Abisine göre cinayeti işleyen kardeşi değil de bendim.”

“Bu çok saçma! Peki, sonra ne oldu?”

Biramdan bir yudum alıp “Adam o gece tutuklandı,” diye cevapladım. “Meğerse ailecek sorunu varmış. Babaları içki ve uyuşturucu kaçakçılığı yapıyormuş ve yeraltı dünyasında epey tanınan biriymiş. Kısacası öldürdükleri arkalarında öldürmedikleri önlerindeymiş. Onları yakalattığım için Los Angeles Polis Teşkilatı bana madalya takacaktı.”

Gülmeye yeltendim fakat Blake’in yüzündeki ciddi ifade beni tekrar bulunduğumuz bu ana geri getirdi.

“Peter neredeymiş peki?”

Sorusuna cevap vermeden önce Blake’in çalışma masasının ardındaki büyük koltuğunu gösterdim ve “Oturabilir miyim?” diye sordum.

Boştaki elini açıp “Elbette,” dedi ve bana bırakmadan sandalyeyi çekip kendisine doğru çevirdi.

Tam karşısına oturup “Peter o sırada içeride menajerimle işi pişirmekle meşgulmüş,” dedim.

Blake’in kaşları havaya kalktı. “Della Boomer’la mı?”

Arkama yaslanıp gözlerimi devirdim. “Della çok uzun bir süredir -şu an çıktığı kişi ile birlikte olana kadar yani- önüne gelenle ya seks yapar ya da yiyişirdi. Daha Peter’ı işe ilk aldığım anda ona gözünü koymuştu fakat bunu kesinlikle yasaklamıştım.”

“Yasağına gerçekten de uymuş (!).”

“O ana kadar ikisinin birkaç kere daha bir şeyler yaptıklarını sezmiştim fakat işlerini doğru bir şekilde yaptıkları sürece kiminle yattıkları beni ilgilendirmezdi.” Ta ki saldırıya uğradığım güne kadar. O gün Peter işini yapmamıştı. Onun işi benim o lanet kulüpten çıkıp lanet otelime gidene kadar devam ediyordu. Otelime giriş yaptıktan sonra ne yaptığı, kimi becerdiği ya da kiminle yiyiştiği beni hiç ilgilendirmiyordu. Ama onu bile becerememişti ve haliyle Ashton’ın öfkesinden de nasibini alarak işten kovulmuştu.

“Bunları bilmiyordum,” diye mırıldandığında Blake'e baktım. Kaşlarını çatmış yeri inceliyordu. Gerçekten şaşırmıştı ve aynı zamanda düşünceli görünüyordu.

“Bu sefer tutturdum değil mi? Onu sen de tanıyorsun.”

Gözleri usulca beni buldu. “Tutturmak mı?”

“Sabah evimde bulduğum cesedi de tanıdığını düşünmüştüm fakat onu tutturamamıştım. Az önce odadan içeri girdiğin anda bu cesedi de tanıdığını hissettim fakat yanlış çıkar diye hemen söylemek istemedim.”

Güzel yüzündeki biçimli kaşları birbirine doğru yaklaştı. “Doktor Felton’ı tanıdığımı mı düşünüyorsun?”

İşaret parmağımı kaldırıp “Düşünüyordum,” diye düzelttim. “Eğer öyle olsaydı mutlaka söylerdin.”

Cevap vermeden bir süre öylece bana baktıktan sonra bira şişesini kafasına dikti. Tek nefeste şişede kalan birayı bitirdikten sonra yutkunup derin bir nefes aldı. “Söyleyeceğimi nereden biliyorsun?”

Belki apışıp kalmam belki de ne cevap vereceğimi düşünmem gerekiyordu. Fakat ikisini de yapmadım. Gayet normal bir şekilde “İnsanlar tanıdıkları biri öldüğünde bunu başkalarıyla paylaşırlar,” dedim. “Elbette, paylaşmaya da bilirdin. Bu sana kalmış ve beni hiç ilgilendirmez.”

Yalnızca “Doğru,” diye mırıldandı ve başka bir şey söylemedi. Evet, aslında gündüz de doğru düşünmüştüm. Blake yalnızca Peter Lee’yi değil, aynı zamanda Doktor Felton’ı da tanıyordu.

 

Loading...
0%