Yeni Üyelik
13.
Bölüm

Doğaçlama

@nurrunatt

08.08.2020

08:50

 

Polis karakolunun içi küflenmiş gibi kokuyor. Hâlbuki her zaman böyle kokmaz. Şerif Clive oldukça temiz bir adamdır. Buranın böyle kokmasına nasıl izin verdiğini hiç bilmiyorum. Belki de vermiyor, ben öyle algılıyorum.

Aklıma Della’yı aramak geliyor. Polise geldiğimi ve anlatacağım yalanların basına sızmamasını menajerim olarak bir tek o sağlayabilir. Bir de Şerif Clive.

Geri dönüp binadan çıkacakken girişteki memur beni durduruyor. “Bayan Wizard! Merhaba, size nasıl yardımcı olabilirim?”

Bana kimsenin yardımcı olamayacağını söylemek istiyorum. Hiç kimse yaşadıklarımı geri alabilecek, zamanı sihirli bir değnekle geri sarabilecek kadar güçlü değil.

Elimde tuttuğum telefonu göstererek bir adım kapıya yaklaşıyorum ve “Hemen döneceğim,” diyerek binadan dışarı çıkıyorum. Della'yı aramalı ve olayları üstünkörü bir şekilde anlatmalıyım. Fakat sorun şu ki ne söyleyeceğimi, ne uyduracağımı bilmiyorum. Her şeyi olduğu gibi anlatamam. Bunu yapamam. Daha önce hiç bu kadar küçük düşmemiştim ve şimdi bunu birine anlatarak tescillemek, içimde sağlam kalan birkaç parçayı da kırıyor.

Doğaçlama.

Doğaçlamada iyiyim. Tıpkı kitap yazarken olduğu gibi. Çoğu zaman bir kurguyu kafamda tasarlıyor fakat ona nasıl başlayacağımı hiçbir zaman bulamıyorum. Ta ki bilgisayarın başına oturana kadar. Parmaklarım klavyenin üzerine değdiğinde kelimeler sanki bir doğaçlama oyunundaymışım gibi fırlayıveriyor. Bu iş benim işim. Parmaklarımın yaptığı gibi dudaklarım da pekâlâ yapabilir. Della'yı arayacağım ve konuşmaya başladığımda yalanlar dudaklarımdan bir şekilde dökülecek.

Cesaretimin bir saklambaç oyunundaymış gibi kaçıp saklanmasının engellemek için Della’yı hızla arıyorum. Telefonu dördüncü çalışta açıyor.

“Bebeğim! Ah, ben de tam seni arayacaktım. Dünkü ödülden sonra birlikte güzel bir kahvaltı ederek kendimizi ödüllendirmeliyiz diye düşünüyorum.”

Della dünkü davet için New York'tan buraya geldi. Ödül alacağımı biliyordu ve ben sahneye çıkarken bütün rakiplerimi çatlatacak kadar alkışlamak onun göreviydi. “Şu anda kahvaltının sırası değil. Konuşmamız gerek.”

Della duraksıyor. Ses tonumun ciddi, buruk ya da onun gibi bir şey olduğunu biliyor. Her zaman bu ses tonuyla konuşmam. “Sorun ne?” Artık Della’nın sesi de bir miktar ciddileşti ve meraklı.

“Anlatacak zamanım yok Della. Şu an her ne yapıyorsan bırak ve derhal polis karakoluna gel.”

“Polis mi? Sen neden bahsediyorsun Oph? Neler oluyor?”

Parmaklarıma bakıyorum. Doğaçlama yeteneklerini dudaklarıma da gönderebilmeleri için sessizce dua ediyor ve derin bir nefes almaya çalışıyorum. “Bu sabah ormana koşuya gittim. Orada bir adam vardı ve beni takip etti.” Sesim titremeye başlıyor çünkü anlatırken yaşananları tekrar hatırlıyorum ve korku bedenimi acımasızca biçiyor. “Arabama bindiğimde bir not buldum. Şimdi karakolun önündeyim olanları anlatacağım. Buraya geldiğimi basının öğrenmesini istemiyorum, Della. Hemen buraya gel.”

Della tekrar sessizleşiyor. Böyle bir şey söyleyeceğimi beklemiyor. “Aman tanrım, Oph! Sen iyi misin?”

“Değilim,” diye çığlık atmak istiyorum. “Hiç iyi değilim ve bir şeyler yapın.”

Dilimi ısırarak gözyaşlarımı engelliyorum. “Ben iyiyim. Arabam yakınlarda olduğu için bana bir şey yapamadı.”

Bunu der demez gözlerime yakıcı bir sıcaklık yayılıyor. Keşke Della'ya anlattığım gibi olsaydı diye düşünüyorum. Keşke yalnızca beni takip etse ve bu not bırakmış olsa. Keşke yalanlarımız gerçek olsa. Çünkü yalanları, olmak istediğimiz kişi gibi görünmek için söyleriz.

“Ah, Oph. İnanamıyorum! Tanrım! Hemen geliyorum bebeğim, hemen geliyorum.”

Dudaklarımı birbirine bastırarak yeni bir hıçkırık dalgasını engellemeye çalışıyorum. Mideme ya da bir yerlerime yumruk yemiş gibiyim. Canım acıyor ve bunun karşısında yalnızca ağlamak istiyorum. Della’ya yalnızca teşekkür edebiliyorum ve o daha cevap veremeden telefonu kapatıyorum. Ağladığımı bilmesini istemiyorum. Ağlarsam zayıf düşerim, zayıf düşersem de yalan söyleyecek gücüm kalmaz.

Tekrar tekrar uzun soluklu derin nefesler alıyorum. Gözyaşlarım geri gidene, hıçkırıklarım beni terk edene kadar bunu yapmaya devam ediyorum. Ancak bazı görüntüler beni rahat bırakmıyor.

Üzerimdeki kıyafetler çıktıktan sonra bana ne oldu? Bana ne yaptı? Nasıl dokundu? Nereme dokundu? Dudakları üzerimde miydi yoksa yalnızca becerip attı mı?

Bunları düşünmek midemi bulandırıyor. Biraz böyle kalır ve yalnızca nefes alırsam mide bulantım geçecek ve polis karakolunun önünde kusmaktan kendimi kurtaracağım.

Çok geçmeden bir el sırtıma dokunuyor. Öyle hızlı doğrulup o elden kaçıyorum ki elin sahibi de en az benim kadar korkuyor. Bir an için karşımda o kapüşonlu silueti görüyorum. Çığlık atmadan önce kendimi dizginliyor, gözlerimi kapatıp başımı sağa sola sallıyorum. Tekrar açtığımda karşımda Şerif Clive var.

Ellerini siper almış gibi önünde kaldırmış ve bana temkinli bir ifadeyle bakıyor. “İyi misin, Ophelia? Yalnızca benim.” Gözleri Güneşten dolayı kısıldığı için kırışıklıkları daha da ortaya çıkıyor. Henüz 42 yaşında fakat 52 yaşında gibi görünüyor. Bir enkazın altında kalmış gibi tamamen çökmüş fakat hayata tutunmaya çalışan bir adam görüyorum ona bakınca.

“Özür dilerim, Şerif,” diye mırıldanıyorum. “Seni başka biri sandım.”

Şerif ellerini indiriyor. Son gördüğüme göre biraz daha zayıflamış. Önündeki geniş göbeği iyice küçülmüş gibi görünüyor. “Sen iyi misin Oph? Nefes almaya çalışıyor gibiydin.”

Gözlerimi kaçırıp cebimdeki o iğrenç notu çıkarıyorum. Sanki küçük bir kâğıt parçası değil de büyük bir taş tutuyor gibiyim. Not sadece elimde değil bütün bedenimde muntazam bir ağırlık yapıyor. Hızla onu Clive’e uzatıyorum ve bana kaya gibi görünen o nottan kurtulmaya çalışıyorum.

Clive, güneş yüzünden çatılan kaşlarını biraz daha birbirine yaklaştırınca gözleri iyice yok oluyor. Kumral sakalları güneş ışığında altın sarısı parlıyor. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlıyor ve dudakları düz bir çizgi halini alırken notu elimden alarak beni bu ağırlıktan kurtarıyor. Fakat iç sesim beni asıl yükten kurtaramayacağını söylüyor. Bu sesi şimdilik görmezden gelmek zorundayım. Nasıl olsa daha sonra bol bol konuşacak ve bana o ormanda yaşananları asla unutturmayacak.

Clive bir şey söylemeden katlanmış kâğıdı açarak okuyor ve güneşe rağmen gözleri büyüyor. Bir süre kâğıttan başını kaldırmıyor. Okuyor, bakıyor ve inceliyor. Tıpkı benim arabada yaptığım gibi. Ardından gözleri usulca beni buluyor. “Sen iyi misin?” diye soruyor bir adım bana yaklaşırken. Bu soruyu üçüncü soruşu. İyi olsaydım, ilkinde cevap verirdim. İkimiz de bunu biliyoruz.

Kibarlık etmiş bile olsa bunu sormamalıydı. Gerçekten de bunu sormamalıydı.

Gözlerime hücum eden dalgalanmaları bu sefer geri itemiyorum. Dudaklarım büzüşüyor ve istemeden de olsa tiz bir hıçkırık sesi çıkıyor. Elimi dudaklarımın üzerine götürüp ağlamaya başlarken başımı hiç iyi olmadığımı anlaması için bir de sağa sola sallıyorum. Sanki hıçkırığımla anlamamış gibi.

Clive hiçbir şey söylemeden kollarını etrafıma doluyor. Ağlamam değil hıçkırıklarım kesilene kadar beni kollarının arasında tutuyor.

Sonunda nefes alabilecek duruma geldiğimde beni kendinden ayırmadan “Odama gidelim, Oph,” diyor. “Bana her şeyi anlat.”

Yalnızca başımı sallayabiliyorum ve Şerif'in beni polis karakolundan içeri götürmesine izin veriyorum.

Loading...
0%