@nurrunatt
|
08.08.2020 07:46
Ölü müyüm? Hiçbir şey hissetmiyorum. Belki de hissediyorum ancak algılarım kapalı. Her şey karanlık ve çok uzak geliyor. Doğru-yanlış yok, iyi-kötü yok. Dümdüz simsiyah bir boşluktan başka hiçbir şey yok. Düşünme yetilerimi, bana yazarlık kazandıran bu özelliğimi kaybetmiş gibiyim. Siyah büyük bir balon tarafından yutulmuşum. Nefes alıyorum ama aldığımı hissetmiyorum. Önce kulaklarım uğuldamaya başlıyor. Ardından ağzıma acı bir tat yayılıyor ve bedenimin ne kadar ağır olduğunu fark ediyorum. Bir yere yığılmışım. Kemik çuvalı gibi. Ruhsuz ve yalnızca bedenden ibaret. Gözlerimi açabilsem nerede olduğumu görebileceğim. Belki de her şey bu kadar karanlık ve bomboş gelmeyecek. Ama yapamıyorum. Göz kapaklarım o kadar ağır ki onları kaldırabilmek için bir sporcu kadar kaslı olmam gerekiyor. Hatırlamaya çalışıyorum; kendimi, ne yaptığımı, neden burada olduğumu ve neler olduğunu. Bulamıyorum. Gerçekten de ölmüş olma ihtimalim çok mantıklı geliyor. Bu hissizlik bu kaybolmuşluk ancak ölü bir bedenin ruhunda yaşayabilir. Ve genel anlamda iyi bir insan olsam da cehenneme gelmiş gibi bir his içindeyim. Belki de layık olduğum yer burasıdır. Belki de kimseyle hiçbir sorunum olmaması, ayağıma takılan taşlardan kaçmam, sorunlarımı her seferinde bertaraf etmem bir suç, bir günahtır. İşte şimdi de cehennemdeyim. Çünkü bunu hak ettim. Bir yerin cehennem olabilmesi için illa ki ölmüş olmanız mı gerekiyor? Oranın sıcak olması sizi yakarak kavurması ancak asla öldürmemesi. Bunlar herhangi bir yerin cehennem olması için yeterli mi? Hayır. Cevabı biliyorum. İnsan denen yaratıkların oluşturduğu bu dünya aslında bir cehennem. Ve yaşamı katlanılabilir kılan da dünyanın aslında bir cehennem olması. Cennette yaşamayı düşünmek, yalnızca hayalinizde bile ne kadar sıkıcı olurdu. Her istediğinizi yapabildiğiniz hiçbir şey için mücadele etmeyeceğiniz bir yer. Bir gün bir popstar, bir gün dünyanın en zengin adamıyla evli, başka bir gün bir Victoria's Secret mankeni, bir başkasında ise bütün gücü elinde bulunduran dünyayı yöneten biri olabilirsiniz. Peki, sonucu nereye gidiyor? Her şey istediğiniz gibi olduğunda bir gün istekleriniz tükenecek. Hayalleriniz bitecek, emelleriniz bir mum kadar kolay bir şekilde sönebilecek. Her gün aynı şeyleri yapmaya başlayacaksınız ve önünüze sizin canınızı sıkabilecek rakipler, ilerlemenizi engelleyecek çakıl taşları, işleri daha da güçleştirmek isteyen o yokuşlar çıkmayacak. İstemesek de yaşamı anlamlı kılanın aslında mücadele etmek olduğunu anlamak zorundayız. Ve şimdi merak ediyorum, benim mücadelem sona mı erdi? O anda bir kuş sesi geliyor. Eğer öldüysem cehennemde bir kuşun olacağını zannetmediğim için cennette olduğumu varsayıyorum. Ve bu cehenneme gitmekten çok daha kötü. Peki ya ölmediysem? O halde neredeyim? Bedenimin üzerindeki ağırlık yavaş, çok yavaş bir şekilde kalkmaya başlıyor. Parmaklarımı hareket ettirebiliyorum ve parmak uçlarımın toprağa, yaprağa benzer şeylere dokunduğunu hissediyorum. Bütün bedenim bir kıyafeti çıkarmaya benzer şekilde uyuşukluktan kurtulmaya başlıyor. Nedense çok hafifim. Yaz rüzgârının esintisi adeta çıplak tenimi yalıyormuş gibi hissediyorum. Yumuşak ve saten gibi. Çok yakın, çok gerçekçi bir esinti. Bacaklarımı hareket ettirmeye çalışıyorum ve dizlerimin bir santimlik kıpırtısında tıpkı parmak uçlarıma dokunan toprak gibi şeyler hissediyorum. Ve bunu yavaş yavaş bütün bedenimde hissetmeye başlıyorum. Bedenimin altında yaprak, çimen, toprak var. Normalde bunu yadırgamamam gerek. Çünkü hatırlamaya başladım. Sabah daha hava aydınlanmadan yatağımdan kalkıp üstümü giyindikten sonra kendimi ormana koşuya attığımı hatırlıyorum. Ormanda toprak, çimen, yaprak ve çalı çırpı bulunur. Ama bedenimin altındakiler doğruca tenime… Çıplak tenime temas ediyor. Bu imkânsız çünkü evden çıplak çıkmadığıma eminim. Diz altı yarım taytım ve üstüne de bir yüzücü atleti giymiştim. Ayağımda yüksek topuklu sneakerlarım vardı. Evet, kesinlikle evden çıkarken üstümde kıyafetlerim vardı. Ama şimdi onların olmadığını hissediyorum. Anadan doğma gibi çırılçıplak, savunmasız ve saydam. Bir şeyler daha hatırlamaya başlıyorum. Koşarken aniden durduğumu, Ash’e çocuk sahibi olmamız gerektiğini söyleyebilmek için birden arkama döndüğümü ve hareket edemediğimi. Kaskatı kesildiğimi, ruhumun korkuyla bedenimin altında hapsolduğunu ve çığlıklar attığını hatırlıyorum. Onu görmüştüm. O silueti. Tam karşımda duruyor, gözlerini göremesem de bana baktığını biliyordum. Benim gibi ormana koşuya gelmiş herhangi bir vatandaş değildi o. Ormana benim için gelmiş biriydi. Kapüşonunu kapatmış, yüzünde bir Alan Walker maskesi var ve gözlerinde ise simsiyah bir güneş gözlüğü. Tanınmak istemediği belli. Orada benim için bulunuyor ama tanınmak istemiyor. İşte bu baştan aşağı yanlış. Baştan aşağı tehlikeli ve bedenimin çıplaklığı kadar ürpertici. Büyük, beyaz bir bezi tutan elleri burnumun ve ağzımın üzerine kapandığında gördüğüm son şeyi hatırlıyorum: 20 Ağustos 2020. 06:18. Zaman! Benimle yine dalga geçti. Bir zaman önce bu ormanda kendi dertlerimle koşu yapıyordum ve bir zaman sonra ise gözlerim kapalı çırılçıplak bir halde yerde yatıyordum. Zaman, onları kullanmayı bilen insanlar için can alıcı bir malzemeydi. Ama kurbanlar. Kurbanlar için zaman, hayatlarının sonsuza kadar değişeceği suçlu bir andı. Çırılçıplak olduğumun farkındayım ve artık gözlerimi açmak zorundayım. Eğer şanslıysam ve o kişi kıyafetlerimi yanı başıma bıraktıysa giyinmeli, koşarak eve gitmeli, Ash’e olanları anlatmalı ve ardından polis karakolunu ayağa kaldırmalıyım. Gözümü açmak için bütün gücümü kullanıyorum. Göz kapaklarım kıpırdandığı anda başıma keskin bir ağrı girse de buna göz yummak zorundayım. Beyin kanaması dahi geçirecek olsam bir an önce gözlerimi açmalı ve buradan uzaklaşmalıyım. Tehlike geçebilmiş değil. Her bir zerremde vücudumun çıplak olan her bir noktasında tehlikeyi hala sezebiliyorum. Gözlerim sonunda açılıyor fakat görüşüm bulanık. Her yeri, uzağı göremeyen bir insanın gözlük takmamış hali gibi görüyorum. Bunu biliyorum çünkü ben de uzağı göremiyorum. Fakat gözlerimde lens var. Birkaç kırpışın ardından görüşüm yerine gelecek. Bunu yaparken derin derin nefesler alıyor ve kendime sakin olmam gerektiğini söylüyorum. Böyle bir durumda ne kadar sakin olunabilirse tabii. Görüşüm tamamen yerine geldiğinde etrafımı inceliyorum. Kuş sesleri dışında orman tamamen sessiz. Hiç kimse yok. Yerde çırılçıplak yatan bir kadın dışında. Yani ben. Sağ elimi yere sabitleyip vücudumu kaldırmaya çalışıyorum. O kadar zor ki sanki sırtıma büyük bir kaya bağlamışlar gibi hissediyorum. Ve aslına bakılırsa bunu tercih ederdim. O ormanda kim olduğunu bilmediğim, etrafına tehlike saçan o adamla karşılaşmaktan, onun beni bayıltmasından ve çırılçıplak uyanmaktansa sırtıma bir kayanın bağlanmış olmasını gerçekten de tercih ederdim. Tüm işkencelere, tüm zorluklara artık göğüs gerebilirdim. Ama bu durum üstesinden gelemeyeceğim kadar içseldi. Kırık olan bir kolunuz birkaç ay alçıda kalarak eski haline geri dönebilirdi. Ancak ruh alçıya alınamazdı. Gözyaşları gözlerime hücum ederken sonunda doğruluyorum ve kendime bakıyorum. Hissettiğim her şey doğruymuş. Tamamen çıplağım. Neden çıplak olduğumu düşünmek bile istemiyorum. Aklıma yalnızca tek bir sebep geliyor ve bu sebebi çakmakla yakıp kül etmek istiyorum. Beynimi susturmak, kelimeleri öldürmek istiyorum. Hayır! Hayır! Hayır! Hayır! Düşünmeyeceksin Ophelia. Düşünmek yok. Asla düşünmek yok! Ama düşünüyorum. İşte orada. Baygın olsam bile neler olduğunu neredeyse görebiliyorum. O adamın beni yere yatırıp kıyafetlerimi çıkardığını, ardından kendi kıyafetlerini çıkardığını ve… Ve… Hayır! Hayır! Bu doğru değil. Bunların hepsi kötü bir rüya. Hatta bir kâbus. Beynimi susturmam lazım. Biri beni tekrar bayıltmalı. Hiçbir şey düşünmezken, karanlık bir boşluktayken her şey ne kadar da kolaydı. Tekrar bayılmak istiyorum ama olmuyor. Farkında olmak istemiyorum, artık bilmek istemiyorum, hiçbir şey görmek ve duymak istemiyorum. Reddetmek asla bir çözüm değil ama ben reddediyorum. Yaşlar gözlerimden ciğerlerimi sökerek akarken dudaklarım titremeye başlıyor. Hıçkırıklar ve inlemeler geliyor. Ama hayır, ağlamayı da reddediyorum. Etrafıma bakınıyorum; kıyafetlerimi bulabilmek için ve işte oradalar. Hemen yanımda, sanki biri onları fütursuzca çıkarmamış gibi katlı bir halde yanımda duruyorlar. Artık boğazımdan yükselen sesleri durdurmam mümkün değil. Ağlıyorum. Bedenimi kırbaçlıyorlarmış gibi hissederken inleyerek ağlıyorum. Hıçkırıklarımı susturmak için dişlerimi dudaklarıma bastırsam da boğazımdan gelen, acıyı haykıran sesler çok inatçı. Susmuyorlar. Ses tellerimi kesip yok edebilirim. Bu acı dolu sesleri, haykırışları, inlemeleri çıkarmamak için her şeyi yaparım. Zamanı geri alabilmek için Tanrı’yla pazarlık edebilirim. Hayatımın tekrar eskisi gibi olması için bu anı unutmak için yazarlığımdan bile vazgeçebilirim. Ama olmadı. Bir yıl sonra bilgisayarımın başında bu kelimeleri yazıya dökerken hiçbirini unutmadım. Tekrar, tekrar yaşıyorum. Hissettiğim tüm acıyı, tüm korku ve çaresizliği. O sabah ormanda inleyerek ağlarken bacaklarımın arasını kontrol etmek aklıma gelmişti. Ve kuru olduğunu görmüştüm. Bu umutlanmamı mı sağlamalıydı, emin değildim. Zaten sağlamadı da. Çünkü ne kadar inkâr ederseniz edin, gerçekler içinizde bir yerde her zaman sizin için bekliyor olur. Ben mantıklı bir insandım. Kıyafetlerimi katlayıp yanıma koyabilen bir manyak, bacak aramı da kurulamış olmalıydı. Düzenli, obsesif ya da tamamıyla hastaydı. Babamdan bir kelime öğrenmiştim. Arapça kökenli olduğunu söylemişti. Zamanın, bölünemeyecek kadar kısa bir anı, anlamına geliyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa süre. Lahza. Bu benim, bir lahzada hayatımın nasıl değiştiğinin hikâyesi olacaktı. Bir insanın hayatının, göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede nasıl değişebileceğinin kanıtı. |
0% |