@nurrunatt
|
Herkese merhaba Gizem/Gerilim/Romantik türündeki kitabımla karşınızdayım. Kitabımı daha önce Wattpad üzerinden yayınlıyordum. Buradan da yeni bir maceraya atıldığım için çok şanslıyım. Kitap seri katil romanıdır ve rahatsız edici unsurlar olabilir. Tetikleyici herhangi bir unsuru yoktur. Romantizm sınırı ise +16 şeklinde. Keyifli okumalar dilerim
08.08.2020 05:00
Alarmın sesi, banliyödeki geniş evimizin içinde eğleniyormuşçasına yankılanıyor. Her zamanki gibi Ash bundan etkilenmiyor. Zaten hiçbir zaman alarmla uyanan bir adam olmadı. Kendisi insan bedenine hapsolmuş bir alarm gibi. Her sabah 7’de gözleri, bir kızartma makinasının ekmekleri dışarı fırlatması gibi açılıyordu. Bu konuda ve daha birçoğunda kocama imreniyorum. Düzenli, disiplinli ve çalışkan. Babasının ölümünün ardından aile şirketlerini daha da geliştirmiş ve şimdi Amerika’nın saygın iş adamları arasına girmeyi başarmıştı. İstikrar. Onu böyle güçlü yapan buydu. Önüne çıkan engellerle bir Viking savaşçısı gibi savaşmasını bilirdi. Bense öyle değilim. Ayağıma takılan taşları itmeyle uğraşmaz, etrafından geçerek kolay yolu seçerim. Hatta yoldan geri döndüğüm bile olur. Ash, zorlandığım her konuda bana yardımcı olmaya çalışır, o taşı itmem için uğraşırdı. Ama ben hep korkardım. New York Times Bestsellar yıllardır benim adımın geçtiği listeler düzenliyordu. Ve çoğunda da aylarca birinci sırada kalıyordum. Bu, dışarıdan bakıldığında şahane görünebilir. Fakat o birinci sıraya yuva yapmak, sıranın gerisindekileri bana düşman yapıyor. Olumsuzluklardan kolay etkilenen biri olarak söylemem gerekir ki başarınızı kıskanan insanların arasında nefes almak gerçekten de zor. Yıldırıcı ve boğucu. Bugün de nefes almanın zor olduğu günlerden biri. Dün ödül almak için gittiğim davette belki iki yüz kişi vardı ve yüz doksan altısı beni sevmiyordu. Diğer dört kişi; kocam Ashton, menajerim Della, yayıncım Ezra ve Della’nın asistanı Alan’dı. Şimdi bununla yüzleşmek, rakiplerimin bana olan nefretlerinden arınmak ve mümkünse yeni romanımı etkilememesi için kafamı toparlamak adına koşuya çıkmam gerekiyor. İnsanlardan, onların, bakışları ve küçümseyici ses tonlarından kaçabildiğim tek yerin koşu ormanı olması benim için yeni bir tecrübe değil. Sanırım fark etmeden bir rutin edinmişim. Ve rutin sonrası yaşananları sevmiyor değilim. Eve geri döndüğümde mutfakta beni harika kokular karşılayacak. Ashton her zamanki gibi uyanacak ve kahvaltı hazırlamamı beklemek yerine kendisini mutfağa atarak bana o en sevdiğim waffle’ı yapacak. Kahve kokusu burnumu gıdıklarken mutfağa gireceğim. Ash, bana dönüp yakışıklı yüzüne yakışan seksi gülümsemelerinden birini gönderecek; terli olmamı önemsemeden dudaklarıma ve boynuma öpücükler bırakacak. Ben de ona gülümseyerek terli olduğumu söyleyeceğim. Bunu söyler söylemez Ash beni belimden tutarak mutfak tezgâhına oturtacak ve kıyafetlerimden kurtulacak. Tatmin edici sabah seksinin ardından birlikte duşa girecek, kahvaltımızı yapacağız. Ashton işe gidebilmek için kaslı bedenini saran ve ona Dolce&Gabbana mankeni görüntüsü veren takım elbisesini giyecek. Evden çıkmadan önce bana dün geceyi tamamen unutmamı, başarılı ve zeki bir yazar olduğumu söyleyecek. Beni çok sevdiğini, onun karısının karşısına çıkan her olumsuzluğun üstesinden geleceğini anlatacak. Ve cümlesinin sonuna bir kelime ekleyecek: Birlikte. Bunu özlüyorum. Her geçen gün. Her saniye. Ondan ayrı kaldığım, aylar, haftalar, günler, saatler, dakikalar, saniyeler ve saliseler bana işkence ediyor. Hâlbuki zamanın iyileştirici özelliği olduğu söylenir. Ne saçma! Zaman hiçbir yarayı iyileştirmiyor. Kabuk da bağlamıyor. Zaman, bir yaranın daha da kanamasına neden oluyor, gün geçtikçe de sizi tüketiyor. Her gün kan kaybetmek, bir gün ölüme yol açmalı Fakat ölmüyorsunuz. Sanki o açık yaradan kan değil de ruhunuz damlıyor. Parça parça, etten kemiği ayırmak gibi, ince ince ve acımasızca söke söke. Ta ki artık hiçbir şey hissetmeyene kadar. Ta ki artık yalnızca bir kemik çuvalından ibaret olana kadar. Yaşamak, her koşulda yaşamak olmuyor. Nefes almak, kaburgalarınızı acıtıyorsa bu nasıl yaşamak olabilir ki? Gözünüzden bir damla bile yaş akmıyorsa, dudaklarınıza soğuk bir gülümseme bile yerleşmiyorsa nasıl yaşıyorum, diyebilirsiniz ki? Kendime kızıyorum. Geçen her saatte daha fazla. Köpüren dalgalarıyla bir şehri yutmak isteyen bir tsunami gibi. Öfkeyle patlayan, yaşamı taşlaştıran bir volkan gibi. Gücünü unuttuğumuzu düşünen bir yıldırım gibi. 8 Ağustos 2020. Saat 05:00. O gün, bu saatte uyanmak zorundaydım. Çünkü bir önceki gece düşmanlarımın tiksinti dolu, kıskançlıkla arzulanan bakışlarıyla karşılaşmıştım. Zayıf bir çocuk gibi bu bakışların beni yıkmasına izin verdiğim için o saatte yatağımdan kalkıp o lanet ormana koşuya gitmek zorundaydım. Ve bir yıl sonra bu koltuğa oturup bilgisayarımı karşıma aldığımda bir yazar olarak başka ne yazabilirdim? Hangi kurgu, kafamdan uydurduğum hangi polisiye romanı benim yaşadıklarımdan daha değerli olabilirdi? Biz yazarlar konuşmayı değil, yazmayı beceririz. Kelimeler, dilimizin üzerindeyken bize ihanet eder. Onların sevdiği parmaklarımızın ucunda olmaktır. Şimdi kelimelere istediğini vereceğim. Tüm hikâyeyi anlatacağım. 8 Ağustos sabahı o ormana gittiğimde neler olduğunu. Normal bir yaşantıyı nasıl bir dalganın yutup ardından volkan ateşiyle taşlaştığını ve yetmiyormuş gibi yıldırımın o taşı parçalara ayırdığını. Hayatım paramparça oldu. Ve belki de yazabilmek için paramparça olması gerekiyordu. Bütün olmuş bir acının, bıçaktan parçalarına bakmam gerekiyordu. Tüm detayları görebilmem, gözümün önündekilerin aslında sandıklarımdan ibaret olduğunu anlamam. Ben kaybettim. Yenildim. Ama… Sonunda kazanan olacaktım.
|
0% |