@nurrunatt
|
“At bokundan nefret ediyorum!” “Artık söylenme.” Yaklaşık dört saattir yoldaydık ve Via tam dört saattir çizmesine bulaşan at pisliğinden bahsediyordu. Ve görünüşe göre o çizmelerden kurtulana kadar da susmayacaktı. “Nasıl söylenmem,” diye cırladı, tekrar ve tekrar. “Çizmelerimin üzerinde at boku var ve kokusuna alışırsın demiş olmana rağmen alışamadım!” Dilimi eşek arısının sokmuş olmasını diledim. “Çünkü üç dakikada bir ayağına doğru eğilip kokluyorsun.” “Öyle bir şey yapmıyorum!” “Yapıyorsun, Via! Madem at dışkısı seni bu kadar iğrendiriyor, bastığın yere dikkat etme nezaketini gösterseydin.” Boğazından homurtuyla karışık bir gülme sesi çıkardı. “Zonan sarayımıza ayak bastığından beri daha kibar bir prenses mi oldun sen?” Kaşlarımı çattım. Zonan’ın adı geçtiği anda sırtımdan aşağı soğuk bir ter damlası inmişti. Bu yolculuğu onun için yapıyordum. Daha doğrusu ikimiz için. “Ne demek istiyorsun?” “Diyorum ki,” dedi, sesini yükselterek. “Şehrin kıyısındaki, kimsenin uğramak istemeyeceği bu ormanda at bokundan ‘dışkı’ diye bahsetmen sence de biraz narince bir davranış değil mi?” Oflayarak yüzümü buruşturdum. “Ne alakası var? Herkes senin gibi kaba olmak zorunda değil.” “Prenses Nixavis Santua-Lux,” diyerek kahkaha attı ve anında kahkahasını kesip yüzüme bana-hikâye-anlatma-suratıyla bakmaya başladı. “Sarayın içinde ettiğiniz küfürleri, Liandick’in talim adasına gittiğinizde prenseslikten de öte kadınlıktan çıkıp adeta bir erkek olduğunuzu unutmuş gibisiniz.” Elbette unutmamıştım. Ama küfreden rahat bir prenses olmam bunu her zaman yapabileceğim anlamına gelmiyordu. Özellikle Zonan –müstakbel kocam- yakınlardayken bu hiç de hoş olmazdı. “Bugün küfredesim gelmedi demek ki, Livivia. Nesini uzatıyorsun?” “Demek şimdi de Livivia oldum.” Via atın dizginlerini daha sıkı tutarak karşıya bakmaya başladı. Suratına ciddi bir ifade kondurmaya çalışsa da çenesini sakız çiğniyormuş gibi sağa sola oynatmasından gülmemek için kendini zor tuttuğu anlaşılıyordu. “Nazdo’ya güvenip kendimizi herkesten habersiz bu ormana attık. Şu lanet ağacı bulalım ve cevaplarımızı alıp buradan gidelim.” Omuz silkti. “Bunu hatırlatmana gerek yok. Ben görevlerime sadık bir leydiyim.” “O zaman ona göre davran, Via,” diye söylendim. “Sürekli çizmenin kokmasından şikâyet edip benimle uğraşmaktan daha önemli işlerin var.” Bu fikri beğenmediğini belirterek dudaklarını büzdü. “Henüz ağaca ulaşamadık. Hatta öyle bir ağacın varlığına bile inanmıyorum. Bu ormanda öylece ilerlerken canımın sıkılmaması için bir şey yapmak zorundayım.” “Şarkı söyle!” “Hayır.” “Mırıldan.” “Beğenmedim.” “Sana hikâye anlatmamı ister misin?” Yan gözle bana baktı. Bir an için rahat tavrı silinir gibi oldu. Beni uzun değil ama oldukça derin bakışlarla süzdükten sonra gözünü kırpıştırıp canını sıkan şeylere kirpiklerinin darbesini indirdi ve “Hayır,” dedi, tekrar önüne dönerek. “Hiçbiri seninle uğraşmak kadar eğlenceli değil.” Canını sıkan bir şey olduğunu biliyordum çünkü onu çok iyi tanıyordum. Ve çok iyi tanıdığım için ne olduğunu sormadım. Via konuşmak istediği zaman konuşurdu. “Benimle günün her öğününde tatlı niyetine zaten uğraşıyorsun. Buna biraz ara verebilirsin,” dedim, az önce bakışlarından hiçbir şey anlamamışım gibi. Anlamadığıma inandığında belli belirsiz titrek bir nefes verdi ve eski haline geri döndü. “Veremem.” Örgülü yeşil saçları, başını sağa sola sallarken kafasıyla uyumlu bir şekilde savuruluyordu. Göreve gidiyor olsa da, saçını örmüş olsa da her zaman harika görünürdü. Gözlerinin kenarlarına düşen iki yeşil tutam sanki ormanda cevap aramaya değil de baloya gidecekmiş süsü veriyordu. “Seninle uğraşmaya bağımlı hale gelmişim, Nix. Bunu benden koparamazsın.” Yenilgimi belli eden bir nefes verdim. “Tamam, elinden bir şeyi aldığım yok. Ama en azından Txerrea’dayken bunu biraz aza indirgemeye çalış. En azından oradakiler sana ve bana alışıncaya kadar.” Tekrar sessizleşti. Bu sefer “Elimden geleni yaparım,” derken ses tonunu kontrol edemedi. Gözlerimi kısıp vaftiz kardeşimi süzdüm. “Bana söylemek istediğin bir şey var mı?” Pofurdadı. “Sana söylemek istediğim çok şey var, Prenses Hazretleri.” “Dalga geçmiyorum.” “Ben de geçmiyorum.” Bana bakıp alaycı bir bakış attı. “Sakladığın bir şey var, Via.” Bu sadece canının sıkkın olmasıyla ilgili değildi. Benden bir şey saklıyordu. “Seksten korkmanın ne kadar saçma olması gibi mi? Bunu senden hiçbir zaman saklamadım, bebeğim. Seks korkulacak bir şey değildir. Özellikle bunu Zonan’la yapacaksan.” Bütün bedenim güneş tarafından sarılıyormuş gibi yanmaya başladı. Via konuyu nasıl değiştirmesi gerektiğini iyi biliyordu ve ben de bunun bir oyun olduğunun farkındaydım. Ama bunun bir oyun olması, oltaya gelmeme engel olamadı. “Bu konuyu yakın bir zamanda konuşmak istemiyorum, Via.” Via’nın yüzündeki muzip bakışlar, yerini olgun bir abla tavrına bıraktı. “Düğününe çok az bir zaman kaldı, Nix. Bence bu konuyu konuşmamızın zamanı geldi.” Yanaklarım pişmekte olan bir tavuk gibi kızarırken “Hayır,” dedim, net bir sesle. “Konuşmak istemiyorum. Daha çok erken.” “Çok erken falan değil, canım. Düğün çok yakında.” Via’nın söylerken fark edemediği o ciddiyeti duymuştum. Kardeşime baktım. Kalbim neredeyse boğazımda atarken “Düğünün çok yakında olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordum. Ve o anda dün babamın ona yemek odasında kalması emrini verdiğini hatırladım. Zonan ve ben çiçekleri sularken imparator evlenecek olan kızına değil, Via’ya mı düğünden bahsediyordu? Uyarıcı bir ses tonuyla “Via,” dedim. Boğazını temizleyip “Amcam dün söyledi,” diye yumurtladı. Her nedense düğün tarihi dışında da bir şeyler konuştuklarından neredeyse emindim. Ama o anda tek bir şey düşünebiliyordum. Gözüm birden karardı. “Ne söyledi?” Beni hiç mi sevmemişti? Bu kadar önemsizim işte onun için. Düğün tarihimi bana söylemeye tenezzül bile etmiyor. “Zaten tahmin ettiğin bir şey olduğunu sanıyorum, Nix.” Doğru. Düğünün yakında olduğunu az çok tahmin etmiştim. “Ne zaman, Via?” “Doğum gününden yirmi gün sonra. Yazın başlangıcında olsun istiyor.” Gözlerimi kısarak “At ayının birinci günü,” diye mırıldandım. Evet, erken olacağını biliyordum. Ama en azından yazın ortasına kadar bekleyeceğini düşünmüştüm. Demek beni sarayında artık istemiyor. Sinirle kıkırdadığımda Via bana döndü. “Nix-“ “Hayır, Via. Artık bana babamın beni sevdiğini söyleyerek teselli etmeye çalışmayacaksın.” “Ben çok üzgünüm.” “Üzgün olma.” Dilimi damağıma koyup iki defa çektim. Çıkan sesle birlikte atım tırısa geçerken Via’ya omzumun üstünden “Artık babam yüzünden üzülmeyeceğim,” dedim. ꧁꧂ Bir saat daha neredeyse hiç konuşmadan – Via’nın at pisliğinden şikâyet etmeleri hariç – yol aldık. Artık neredeyse bayılacaktım. Hava henüz aydınlanmadan saraydan çıkmıştık ve güneş tepeye yükselene kadar da at sürmüştük. Kasıklarıma rahatsız edici bir ağrının girdiğini hissettim. Yüzümü buruşturtup üst baldırımı ovarken Via’nın gözünün üzerimde olduğunu göz ucuyla gördüm. “Zonan’la evleneceksen bu gibi şeylere alışmalısın.” Ağrı yüzünden buruşmuş yüzümü Via’ya çevirdim. Muzip bir şekilde sırıtıyordu. “Ne?” Sırıtışı yüzünün her bir noktasına yayıldı. “Zonan’ın kraliçesi olacaksın, diyorum. Kasık ağrılarına alışsan iyi edersin.” Önce ne söylediğini anlayamadım. Bu konulardaki tecrübesizliğimin sorumlusu ne de olsa ben değildim. Kaşlarımı çatıp kasık ve Zonan kelimelerini yan yana getirdim. Ve beynime bir yıldırım düştü. Sanki yanaklarım kanıyormuş gibi kızardı. Bütün hücrelerim karıncalanırken “Kes sesini,” diye mırıldandım ama Via’nın böyle bir fırsatı tepip sesini keseceğini hiç sanmıyordum. “Oo,” diye bağırdı. Yüzündeki sırıtış şimdi daha sinir bozucu bir hal almıştı. “Seni canlı canlı alevlere atsaydım bu kadar kızarmazdın, Nixavis.” Nefes alışverişlerim hızlandı. “Sana kes sesini dedim.” Via alenen sesini kesmeyeceğini belirterek başını olumsuz anlamda salladı. “Şimdi bir bakalım: ondan hoşlandın ve muhtemelen düğüne kadar âşık olmuş olacaksın. Düğün gerçekleştikten sonra aranızdaki tüm engeller kalkacak ve Zonan kendisine çok âşık karısıyla sevişmek isteyecek.” “Via!” gözlerim sonuna kadar açıldı. Birazdan baygınlık geçirir atımdan tepetaklak yere düşersem Via’yı çıplak ellerimle boğardım. “Aslında tüm engeller kalkacak demek doğru olmaz, değil mi?” Dişlerimin arasından “ Via, kapa çeneni,” diye tısladım. Ama beni ya duymuyor ya da duyuyor ama umursamıyordu. “Korkunu yenmen gerek, Nix.” “Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun?” Omuz silkti. “Suratını kana batırmışım gibi kızarmış olmasaydın ve durmadan bu konuyu kapattırmaya çalışmasaydın bildiğini düşünürdüm.” Bu, benim suçu değildi. Travmaydı. Dokuz yaşımdan beri, Nazdo’yu o pozisyonda gördüğümden beri aklımdan atamadığım çirkin, mide bulandırıcı, ahlaksızca bir travmaydı ve bunu atlatamıyordum. Bu konuyu düşünmeyi ve konuşmayı hayatım boyunca reddetmem, tecrübesizliğimin yegâne sebebiydi. Muhtemelen tam da bu sebepten dolayı utancımı gizleyemiyordum. “Bunu şu anda konuşmak istemiyorum, Via. Doğru bir zaman değil.” Yine kaçtığım için içimde bir miktar suçluluk hissetsem de aslında tam anlamıyla kaçıyor değildim. Sonuçta bu ormanda karşımıza ne çıkacağını bilmiyorduk ve dikkatli olmamız gerekiyordu. Böyle dikkat dağıtıcı konuları konuşmamız değil. “Bunu hiçbir zaman konuşmak istemiyorsun, Nix. Daha da kötüsü konuşmayı ertelediğinde önünde zamanın vardı, evlenmeyecektin, hayatında kimse yoktu. Ama şimdi evleniyorsun ve artık bu konuşmayı erteleyemezsin.” Uzuvlarım uyuşurken “Biliyorum!” diye bağırdım. Via da benim gibi bağırarak “Bilmiyorsun!” dediğinde bu ormanda tek başıma kaybolmayı diledim. “Geri dönüşün yok, Nixavis. Evleniyorsun.” “Biliyorum, dedim.” Gözlerimi dizginleri tutan ellerime indirdim. Bu haksızlıktı. Bu fikre alışamadan, korkumu yenemeden, hazır olmadan evlenmeye zorlanmak. Belki de bu yüzden kimseye âşık olmayı istememiştim. Bu yüzden Zonan’a olan hislerimi yıllar boyu bastırmıştım. “Biliyorum ama zamana ihtiyacım var.” “Ama bu sefer o kadar zamanımız yok, Nix.” Via’nın sesi yumuşamıştı. Atını benimkine yaklaştırırken “Doğum gününe kadar olan vakti saymazsak düğününe yirmi gün var,” diye mırıldandı. “Bir an önce bu lanet korkundan kurtulman gerek.” Bulantı, mideme bir pamuk gibi yerleşti. Kusamayacaktım ama bulanmaya devam edecekti. “Belki Txerrea’ya gittiğimizde Zonan’a korktuğumu sen söylersin. Ya da birlikte söyleriz.” “Bunu sen söylemelisin,” diye homurdandı. Gözlerim sonuna kadar açıldı. “Sen delirdin mi? Utançtan ölürüm.” Gözlerini devirdi. “Birbirinize alıştıktan sonra söyleyebilirsin, Nix.” Elimi yana doğru savurdum. “Hiçbir zaman kavramında ben bunu söyleyemem.” Ofladı. “Söyler misin o zaman ne yapacaksın? Zonan üstüne çıktığında ağlamaya başlayıp bütün bir anın içine mi edeceksin?” Zonan’ın üstüme çıktığını hayal bile etmek istemeyerek yüzümü buruşturdum. “Böyle şeyler söyleme!” “Daha benim dile getirmemden rahatsız oluyorsun. Peki, yaşanırken ne yapacaksın, Nix?” “Bilmiyorum, Via! Anladın mı, bilmiyorum!” “Tamam. İyi,” dedi Via, sinirlendiğini belli eden bir ses tonuyla. “Korkunu yenmek için hiçbir çaba gösterme! O gün geldiğinde de titremekten nefes almayı unut ve öl.” Via’ya kınayan bakışlarımdan attım. “Asıl bana hiç anlayış göstermediğin için sen öl.” “Despot!” “Hergele!” “Prenses bozuntusu!” “Cadı!” “İnatçı keçisin, Nix!” “Sen de anlayışsız bir domuzsun!” Alınmış gibi yaparak elini kalbine götürdü. “Domuz ha? Ben domuzum öyle mi?” Ona bakmadan “Öyle,” dedim. Via atını biraz daha yaklaştırdı ve uzanıp örgülü saçımı tutup var gücüyle çekti. Çığlık atarken “Tam bir sürtük gibi davranıyorsun!” diye bağırdı. Saçımı elinden kurtarıp “Sürtük mü?” diye sordum. “Benim gibi sürtüğü öp de başına koy.” “Hiç de bile. Hatta artık senin kahrını çekecek olan Zonan olduğu için üstümden yükler kalktı.” Gözlerimi kıstım. “Evlilik haberime çok sevinmiş olmalısın o zaman.” Kinayeli bir kahkaha attı. “Ne kadar sevindiğimi anlatamam. Sonunda kurtuluyorum.” “Asıl ben senden kurtuluyorum. Sürekli senin arkanı toplamaktan çok sıkılmıştım.” “Sana arkamı topla diyen olmadı, tatlım.” Uzanıp koluna vurdum. “Uykunda boğul, Via.” “Zonan üstüne çıktığında umarım bayılırsın.” “Böyle şeyler söyleme, diyorum.” “Alışmak zorunda olduğunu anlayana kadar bağıra bağıra söyleyeceğim, Nixavis. Artık saçmalıyorsun! Bunun bir travma olduğunu anlıyorum, salak değilim. Sen benim kardeşimsin, senin için en iyisini yapma-“ Elimi kaldırıp “Şişt,” diye fısıldadım ama Via umursadı. “Hâlâ beni susturmaya çalıştığına inanamıyorum! Bu kadar inatçı olma ve korkunun-“ “Via, kes şu lanet sesini!” Yine durmadı. Kendi kendine düşünüyormuş gibi “Korkuları yenmek için içilen özel bir iksir var mı, acaba,” diye mırıldandı. “Bunu Xecfi’den öğren-“ En sonunda atından uzanıp elimi Via’nın dolgun dudaklarının üzerine kapattım. Gözlerini sonuna kadar açıp kızgın bir surat ifadesiyle fısıldadım. “Çeneni kapa. Yalnız değiliz.” Gözleri belli belirsiz büyürken elimi dudaklarının üzerinden çektim. Orman sık ağaçlarla doluydu. Güneş huzmeleri yaprakların arasından yolumuzu aydınlatıyordu. Fakat o kadar çok ağaç vardı ki huzmenin arkası karanlığa gömülüyor ve bir şey görünmüyordu. Gözlerimi kısarak görüş alanıma giren tüm ormanı taradım ama bir hareketlilik görmedim. Via fısıldayarak “Takip mi ediliyoruz,” diye sordu. Kalp atışlarım hızlandı. Rhesel’in söylediği şeyi hatırladım. Hali hazırda Nazdo’ya güvenip bir ormana gitmek zaten tehlikeliyken siz iki kızı oraya gönderemem. Bunun tehlikeli olduğunu, Nazdo’ya güvenmemem gerektiğini hançerim parladığı andan itibaren zaten biliyordum. Ama içimde şüpheyle de yaşayamazdım. Siyah deri tulumumun kemerinde asılı olan hançerlerimden birini çıkardım. Hançerden yayılan mor ışıklar gözümü aldığında dudaklarımın arasından küfrettim. Via “Nix, parlıyor mu,” diye sordu. Yalnızca başımı sallayarak cevap verdiğimde Via’nın dudaklarından da bir küfür savruldu. “Nazdo’ya güven olmayacağını biliyordum.” Yan gözle ona baktım. “Ben de biliyordum ama bize zarar vermeyi göze alamaz.” Via kınındaki özel kılıcını çekti. İmparator, yirmi birinci yaş gününde vaftiz kızı için özel olarak yaptırmıştı. Kılıç, Via istediği zaman görünmez olabiliyordu. Karşıdan bakan biri Via’nın yalnızca kolunu sallayarak birini parçalara ayırdığını görebilirdi. “Nazdo’dan her şeyi beklerim, Nix.” Ben de o içten pazarlıklı pislik adamdan her şeyi beklerdim. Ama arkamızda bir şahit bırakmıştık. Eğer geri dönemezsek Rhi, olanları olduğu gibi imparatora anlatır ve bizim canlı ya da ölü bedenlerimizi yaş günüm gelmeden bulurdu. “Rhesel bizimle gelmedi. Böyle bir risk Nazdo için çok büyük.” Tek kaşını kaldırıp “Nazdo, Rhi’nin bizimle gelmediğini bilmiyor,” diye fısıldadı. “Yapma, Via. Rhesel babamın baş muhafızı. Sarayda onu görmeyecek mi sanıyorsun?” “Nazdo eğer bize zarar vermek niyetindeyse bunu dün geceden planlamıştır. Yani, Rhi’nin bizim yanımızda olmadığını fark etmeden önce.” Bu doğruydu. Tekrar küfrettim. Atımı yeniden hareket ettirirken “Eğer Nazdo buna cüret ettiyse onu öldüreceğim,” diye tısladım. Via elindeki kılıcı görünmez yaparak yanımda ilerlemeye başladı. “Tabii ondan önce biz burada ölmezsek.” Bu düşünceyle midem burkuldu. İkimiz de ölmek için çok gençtik. Ben tüm diyarın en güçlü büyücüsüydüm. Ayrıca çok da iyi dövüşüyordum. Via’nın da benden aşağı kalır yanı yoktu. Daha önce gerçek bir göreve gitmemiş olsam da Via gitmişti. Tecrübeliydi. Burada ölmeyi reddediyordum. Ağaçların arasında sessizlikle ilerlerken Via “Aradığımız şuradaki ağaç olabilir mi?” diye sordu. Ona dönüp baktığımda çenesiyle solumdaki bir ağacı gösteriyordu. İleride, yaprakların arasından geniş kahverengi bir gövde seçiliyordu. Bu mesafeden bile bu kadar geniş görünüyorsa yanına gittiğimizde nasıl görüneceğini düşünmeden edemedim. “Sanırım o,” diye mırıldanıp ayağımla Perla’yı dürtükledim. Beyaz atım koşmakla tırıs gitmek arasında bir hızda ağaca doğru ilerlemeye başladı. Via da aynı hızla takip ediyordu. Tek istediğim bir an önce amacımıza ulaşıp bu Işık’ın unuttuğu ormandan çıkabilmekti. Ağacın yanına vardığımızda nefesim kesildi. Nazdo’nun yalan söylemediğine mi yoksa bir ağacın bu kadar devasa olabileceğine mi şaşırmıştım bilmiyordum. Ağacın kökleri o kadar kalın ve uzundu ki çevresinde en az on metre kadar yayılıyordu ve yaklaşık on beş metreye kadar yakınında başka bir ağaç yoktu. Ağacın köklerinin görünen kısmı bu ise toprağın altında kalan kısmını düşünmek bile istemedim. Gövdesine baktım. Fevkalade geniş ve büyüktü. Yirmi ya da otuz kadar insan sırtını ağaca dayayıp bir halka oluşturabilirdi. Boyunu söylemek bile istemiyordum. Kalın gövdeyi, güneş ışığı gözlerimi kör edene kadar takip ettim. Bu boyuttaki bir ağaç, tüm imparatorluktan görünmeliydi. Ama bu ağaca dair daha önce hiçbir şey duymamıştı ve görüldüğünü de sanmıyordum. Güneş ışığı gözlerimi yakıp sulandırırken Via’dan bir ıslık duydum. “Böyle bir şeyi beklemiyordum.” Boynum ağrıyana kadar baktıktan sonra başımı indirip Via’ya döndüm. “Ben de beklemiyordum.” Ağzı beş karış açık kalmıştı. “Bir de ağacın varlığına inanmıyordun.” Gözleri beni buldu. Alaycı bir bakış atıp “Sanki sen çok inanıyordun,” dedi. “Buraya gelmemizin çok büyük bir risk olduğunu biliyordun.” “Evet, biliyordum. Ama ağacı görmenin seni de rahatlatmadığını söyleme bana.” Omuz silkti. “Ağacı görmek hiçbir şeyi kanıtlamaz, Nix. Aradığın cevapları bize neyin veya kimin vereceğini bilmiyoruz.” Bu rahatsız edici gerçek, kaşlarımın birbirine yaklaşmasına neden oldu. Nazdo yalnızca ağacı bulmamızı söylemişti. Sonrasında ne yapacağımızdan bahsetmemişti ve ben de tam bir aptal olduğum için onu daha fazla sıkıştırıp cevap almamıştım. Şimdi ne yapacaktık? Etrafımda göz gezdirip bizi takip eden o sesi aradım. Ama artık ne bir şey duyuyordum ne de görüyordum. Belki de yalnızca bir sincaptı. Ya da bir fare. Tavşan… Burası kocaman bir ormandı. Birbirinden farklı birçok hayvan olabilirdi. Hançeri parlatan bir hayvan. Bu düşünceyi hızla kafamdan attım. “En azından yalnızız. Bu da bize düşünmek için sağlıklı bir zaman sağlar.” “Yalnız olduğumuzu nereden biliyorsun?” diye sordu, rahatsız olmuş bir sesle. Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyordum. Bu ormanda yalnız olmak hali hazırda epeyce ürperticiyken bir de yalnız olmadığımız düşüncesi kanımı donduruyordu. “Etrafımıza bir baksana. Takip ediliyoruz sandım ama bu pekâlâ bir hayvan da olabilirdi.” “Olmaya da bilirdi.” Via gerçekten de rahatsız görünüyordu. Ona katılıyordum. Burada, bu ağacın yanına geldiğimizden beri vücudumdaki tüm tüyler havaya dikilmişti. Burada soğuk bir şey vardı. Soğuk, acımasız, keskin. Ve güneş bile bu soğukluğu kıramıyordu. Bunu Via’nın da hissettiğinden emindim. Via atını tamamen bana çevirdi. “Dün o hançere nasıl baktığını görmediğimi mi sanıyorsun? Bana ‘Dikkatli olmalıyız,’ derken yüzünün aldığı şekli fark etmedim mi, sence?” Via’ya baktım ama bir şey söyleyemedim. Belki de ‘Dikkatli ol’dan daha iyi şeyler bulmalıydım. Belki de hançerin parladığını bu yolculuğa çıkmadan önce söylemeliydim. Böylece belki bu saçma sapan fikirden beni vazgeçirebilirdi. Ben cevap vermeyince Via sinirle soludu. “Nazdo’nun ağzına bakıp buraya gelmemeliydik. Sana bir şey olursa kendimi asla affetmem.” Sonunda çenem açıldı. “Saçmalama, Livivia. Buraya cevap almaya geldik, ölmeye değil.” “Burada yanlış bir şeylerin olduğunu hisseden bir tek ben miyim? Bu ağacın alanına girdiğimiz anda havadaki değişimi bir tek ben mi fark ettim, yani?” “Bir tek sen fark etmedin. Ama Nazdo bu ağaca ulaşmamızı ardından cevabın bizi bulacağını söyledi. Bu demek oluyor ki-“ Bağırarak sözümü kesti. “Bu demek oluyor ki biz iki aptaldan ibaretiz. Nazdo gibi bir piçin sözüne inanarak buraya geldik ve benim sezdiğim tek şey tehlike.” “Sakin olur musun?” Atından indi. Siyah tulumunun üzerine giydiği koyu yeşil ceketi poposunun üzerinde sallandı. Atının eyerine bağladığı su matarasını alıp daha önce su içmemiş gibi içtikten sonra oklarını ve yayını çıkarıp sırtına taktı. “Ateş yakmamız gerektiğini düşünüyorum.” Bunu söylerken yüzüme dahi bakmamıştı. Atımdan inerken “Neden bu kadar sinirlendiğini anlamıyorum,” diye homurdandım. Via yine bana bakmadan “Kendini benim yerime koymadığın sürece anlaman mümkün değil,” dedi. Sesi kınına koyduğu görünmez kılıç kadar keskindi. “Anlayışsız bir pislikmişim gibi konuşma.” Bana sinirli gözlerle bakıp “Ama anlayışsız bir pisliksin,” dedi. “Cevaplara ihtiyacım vardı ve Nazdo’ya inanıp buraya geldim! Eğer bu kadar korkuyorsan geri dön!” Via yüzünü buruşturup “Sana inanmıyorum,” diye yakındı. “Böyle davranmamın sebebinin korkmak olduğunu mu düşünüyorsun?” Kollarımı önümde birleştirdim. “Evet.” Ayaklarını yere kuvvetli bir şekilde vurarak aramızdaki mesafeyi kapattı. “Korkuyorum, evet!” diye bağırdı. “Senin başına bir şey gelmesinden korkuyorum. Yaş gününden önce herkesten gizli bu sikik ormana sırf sen cevap alasın diye geldik. Ve ben de buna müsaade ettim. Eğer sana bir şey olursa ablan olarak kendimi asla affetmem.” Kollarımı hızla Via’ya sardım. Papatya bahçesinden çıkmış gibi yayılan kokusunu içime çekerken “Buraya seni getiren de benim,” diye mırıldandım. “Gelme sebebimiz de benim. Ben de senin başına bir şey gelirse kendimi asla affetmem.” “Tehlikeyi seziyorsun değil mi, Nix? Senin büyü algıların benimkinden daha açık. Seziyorsun, değil mi?” Via, kollarını hala bana dolamamıştı ama sesi biraz olsun yumuşamıştı. “Seziyorum, Via. Nazdo’ya güvendiğim için kendimi aptal gibi de hissediyorum. Ama bir kere geldik ve sonuna kadar gideceğiz.” Sonunda kollarını bana sardı. “Senden nefret ediyorum ve eğer ölürsen ben de seni öldürürüm.” Kıkırdadım. “Ölürsem, beni nasıl öldürmeyi planlıyorsun?” “Orasını karıştırma ve ablana cevap verme.” Kollarımı çözüp karşısına geçtim. “Evimize sağ salim döneceğiz, Via. Ve eğer bu bir tuzaksa o saraya dönüp Nazdo’yu doğduğuna pişman edeceğiz.” Güldü. “Nazdo’nun sikini ben kesmek istiyorum.” Yalandan yüzümü buruşturdum. “Kesilecek tüm parçaları senindir.” Birbirimize bakıp gülerken yanımızdan bir homurtu geldi. Via hızla kılıcını çekti ve kılıç anında görünmez oldu. Aynı hızla bacağımdaki diğer hançeri çıkardım. Hançerler bir parti var gibi parıldıyordu. Çevreme bakındım ama kimseyi göremedim. Ancak ayak seslerini duyabiliyordum. Sağımdan geliyordu. Hızla sağ tarafıma döndüm. Bu sefer sesler sol tarafa geçti. Sesin, asıl kaynağını bulana kadar olduğum yerde üç kez daire çizdim. Via “Ne oluyor?” diye soludu. nefes alışverişlerim hızlanmıştı. “Bilmiyorum.” Bir. İki. Üç. Dört. Adımlar artık çok yakından geliyordu. Evet. Adımlar. Tek bir kişiye ait olmayan birden fazla ayak sesleri. “Biz de sizi bekliyorduk,” dedi, bir ses. Kalın ve gür bir sesti. Tehlikeyi vadeden karanlık bir ses. Daha önce bu kadar ürpertici, bu kadar soğuk bir ses duymamıştım. Bu soğukluk ağaçtan yayılan havaya eşlik ediyordu. “Siz kimsiniz,” diye sordu, Via. Sesler her yerden geldiği için sırtlarımızı birbirine dayamış savunma pozisyonu almıştık. Seslerden biri güldü. Az önceki ses tonuyla tıpatıp aynıydı. Fakat farklı yönden gelmişti. “Gerçekten bakmazsanız, göremezsiniz.” Via onlardan korkmadıklarını belli eden bir sesle “Bizimle dalga geçmeyi bırakın ve kendinizi gösterin!” diye bağırdı. İşte bu, İmparatorluk Leydisi Livivia’ydı. “Kardeşin bize inanmadığı sürece bizi göremezsiniz.” Gözlerim kısıldı. “Neden bahsediyorsun?” Seslerden biri alayla “Bize inanmıyorsun, Nixavis Santua-Lux,” dedi. “Karanlık orduya inanmıyorsun.” İkimiz de öyle bir irkildik ki kafalarımız neredeyse birbirine çarpacaktı. Karanlık ordu? Ayak sesleri yaklaşırken Via uyardı. “Sakın bize daha fazla yaklaşma cüretini göstermeyi düşünmeyin.” Onlar yaklaştıkça hava sıcaklığı daha da düşüyor gibiydi. Derin bir soluk verirken dudaklarımın arasından beyaz bir buhar çıktı. Bedenimin üzerine bahar güneşi vuruyordu ve ağzımdan beyaz buharlar çıkıyordu. Bu ironiye gülmek istedim ama yapamadım. “Kendinizi gösterin. Hemen!” “Kendimizi gösterirsek bize inanacak mısın, prenses?” “Evet.” Ne söylediğimi bilmiyordum. Ne düşünmem gerektiğini de bilmiyordum. Beyin hücrelerim aniden gelen bu soğuklukla buz tutmuş gibiydi. Şu anda tek bildiğim bu yaratıkları görmek ve kendimizi onlardan korumaktı. “Korkup küçük bir kız çocuğu gibi ağlamayacağına söz verirsen gösteririz,” dedi, ses. Alenen dalga geçiyor, oyun oynuyorlardı. Bizi küçümsüyorlardı. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Kalbimi saran öfke, soğuğu kırdı ve bedenimi alevlerin içinde kalmış gibi titretmeye başlattı. İçimden yayılan bu gücü bilselerdi. Benimle böyle alay ederek konuşabilirler miydi? “Tekrar söylemeyeceğim! Kendinizi gösterin!” Sesim ormanda yankılandı. Sanki boş bir arazide, bir mağaradaydık. Sanki kocaman, bomboş bir zindandaydık. İçim tekrar titredi. “Hay hay, ekselansları.” Via kendini biraz daha bana bastırdı. Ellerimdeki hançerleri tutarak derin bir nefes aldım. Karşımızda önce ayaklar belirmeye başladı. İki adet normal insan ayakları. Yan yana dizilmiş çevremizde halka oluşturan insan ayakları. Ardından bacaklar oluştu. Ve sonra gövde. Başları oluşana kadar nefes alıp almadığımı hissedemedim ama kafaları oluştuğunda, nefesim boğazımda tıkandığında, bunun aldığım en zor nefesler olduğunu anladım. |
0% |