Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Bölüm

@nurrunatt

Çevremizi halka gibi saran yaklaşık on beş yaratık vardı. Hepsi de insan görünümündeydi. Hatta dışarıdan bakan biri ilk görüşte onların normal olduklarını bile düşünebilirdi.

Ancak…

On beş kişi de aynıydı.

Aynı yüz, aynı boy, aynı fiziksel özellikler.

Ve…

Gözleri yoktu.

Daha doğru tabiri ile gözlerinin olduğu yerde siyah bir boşluktan başka hiçbir şey yoktu. Siyah dumanlar gözlerinden akıyor, sonra tekrar giriyor ve sonra tekrar akıyordu.

Gözlerimi defalarca kez kapatıp açtım. Başımı salladım. Kendimi çimdikledim. Gördüklerime anlam kazandırabilmek için her şeyi yaptım. Kötü bir kâbustan uyanmaya çalışır gibi dilimi dahi ısırdım. Ama hiçbiri işe yaramadı. Hiçbiri gördüklerimi zihnimden silemedi. Hiçbiri yaratıkların yok olmasını sağlamadı.

Hançerleri tutan ellerim titriyordu. Prenses bize inanmıyor, demişlerdi. Karanlık Ordu’ya inanmıyorsun, prenses. Bu, karşımızda duran birbirinin aynısı on beş yaratığın Karanlık Ordu’ya ait olduğu anlamına mı geliyordu?

Elbette hayır, Nix. Böyle bir şeye inanamazsın. Orman sana oyun oynuyor.

“Nesiniz siz?” diye sordu, Via. Sesinin titrediğini gizleyememişti. Ki bunun için onu suçlayamazdım. Ben de şu anda zangır zangır titriyordum.

Eskiden babama korkusuz olduğumu söylerdim. Beni kimsenin ve hiçbir şeyin korkutamayacağına dair minik yüreğimde büyük bir inanç besliyordum. Annemin ölmediği, babamın soğuk bir adama dönüşmediği bana neredeyse yüzyıllarca yıl öncesiymiş gibi gelen zamanlardı. Hayat benim gibi bir prenses için kolaydı, güzeldi. Eğlenceliydi. Ve babam beni yanına çekip “Bazen korkman gerekebilir, hayatım,” dediğinde ona surat asmıştım. “Hiçbir şeyden asla korkmayacağını söylemek aptalların işidir ve sen aptal değilsin.”

Değildim. Ve şimdi tam da babamın söylediği gibi korkmam gereken bir durumun içindeydim.

İnsani yaratıklar gülümsedi. “Ne olduğumuzu bilmek istemezsiniz.” Tek bir ses çıkmıştı. Tek bir kalın, tüyler ürpertici, korkunç bir ses. Ama hepsinin ağzının oynadığını görmüştüm.

Koro halinde konuştuklarını görmüştüm!

Gözümü kapatıp tekrar başımı salladım. Onlara baktığımda yine güldüklerini gördüm. “Bize hâlâ inanmıyorsun, prenses.”

Konuşabilmek için dilime talimat verdim. Önce dudaklarımdan titrek bir nefes dışında bir şey çıkmadı. Sonra nefesimi düzene sokmaya çalışıp tekrar denedim. “Elbette inanmıyorum,” diye tısladım.

İşin aslı inanıyordum, elbette. Sadece Karanlık’la bağlantısı olan bu yaratıkların İmparatorluk Şehri’ne girebileceklerine inanmıyordum. Bunların hepsi birer oyun olabilirdi. Orman veya ağaç veya başka bir şey. Bizimle oyun oynuyor olabilirdi. Yaratıklar yalnızca bir göz yanılsaması bile olabilirdi.

“İnanmanı sağlayabiliriz.”

Gözlerim kısıldı. “Hiçbir şey yapamazsınız.”

Via’dan bir uyarı geldi. Ama aldırmadım.

Yaratıkların gülümsemeleri solarken “Soruların var,” dedi. Ya da dediler. Hangisinin doğru olduğunu bilmiyordum. Belki de yaratıklar gerçekti. En azından bir tanesi. Ve kendini bir tılsımla çoğaltmıştı. Her şey perspektif olabilirdi. Zihnimizle oynuyor, Karanlık ordudan bahsederek korkmamızı sağlıyordu.

Başımı dik tutarak “Evet, var,” diye yanıtladım.

“Buraya kralla evlenme sebebini öğrenmeye geldin. Onunla evlenerek hangi bedeli ödediğini bulmaya geldin.”

Olması gereken.

“Evet,” dedim, sadece.

Via dişlerinin arasından “Onlarla konuşma,” diye tısladı.

“Buraya bunun için gelmedik mi, Via?”

“Seninle oynuyorlar, görmüyor musun?”

Mantıklı düşünmeye çalıştım. Ve bana mantığım tek bir şey söylüyordu: bu ağaç büyülüydü ve bu yaratıklar ya da yaratık da muhtemelen ağacın koruyucusuydu. Ondan cevap almaya geldiğimizi bildiğine göre tehlikeli olduğu kesindi. Ama yalnızca bizi korkutmak için görüntüsünü çoğaltmıştı.

“Bunlar gerçek değil, Via. Cevabımızı alacağız ve gideceğiz.”

Via’nın kaşları çatıldı. “Nasıl bu kadar emin olabilirsin?”

Cevap verecekken yaratık benden önce davrandı. “Evet, prenses. Nasıl bu kadar emin olabilirsin?”

İki elimdeki hançerleri ustaca çevirdim. Gözlerimi kısarak “Buraya cevap almaya gelen benim,” diye mırıldandım. “Size yanıt vermek zorunda değilim.”

Yaratıklar gülümsedi. Burada olanları daha sonra rüyamda göreceğimden kesinlikle emindim. Yaratıklar halüsinasyon dahi olsa çok korkunç görünüyorlardı. Gözlerindeki siyah karaltılar yılan gibi kıvırılırken tuhaf biçimli ağızlarının güldüğünü görmek kanımı dahi soğutmuştu.

“Akıllı bir prensessin. Güçlüsün, içindeki o gücü görüyoruz.” Yaratığın sesi etrafımızı kuşatırken midem bulandı. Bu kadar çirkin bir ses nasıl var olabilirdi?

“Bence bu boş konuları bırakalım ve alacağım cevaplara geçelim.”

Yaratıklar tıpkı gerçekten bir insanmış gibi enselerini kaşıdı. Hepsi aynı anda hareket ediyordu. Aynaya bakar gibi. Bu gerçekten de bir zihin oyunuydu. Böyle bir şey gerçek olamazdı. “Bazı cevaplar hak edilir, prenses.”

“Benden bir karşılık mı istiyorsun?”

Yaratıklar başlarını sağa sola salladı. Sırıtışları yüzlerine ürpertici bir şekilde yayılırken Via “Bundan hiç hoşlanmadım, Nix,” diye fısıldadı. “Buradan gitmeliyiz.”

Nereden geldiğini bilmediğim bir cesaretle “Şimdi değil,” diye yanıtladım.

“Nixavis-“

Yaratıkların konuşmasıyla Via cümlesini tamamlayamadı.

“Senden bir anlaşma istiyoruz.” Yaratığın ses tonuna bakılırsa bu anlaşmanın hiç de hayra alamet olmayacağı belliydi.

Titredim ama bunu belli etmemeye çalışarak “Duymak istiyorum,” dedim. Yaratıkların başları tekrar olumsuz anlamda sallandığında kaşlarımı çattım. “Tam olarak amacın ne?”

Düşünüyormuş gibi yaptılar. Kafaları olmasa normal bir köylüden farkları yoktu ama kafa işi epeyce bozuyordu. Kafadan da ziyade gözleri. “Anlaşmanın ne olduğunu cevapları aldıktan sonra söyleriz.”

Via yüzünü buruşturup araya girdi. “Ne biçim anlaşma bu?”

“İmparatorluk leydisinin anlaşmayı beğenmesine ihtiyacımız yok. Anlaşma prensesle yapılacak.”

Via’nın yüzünde şeytani bir ifade belirdi. Biraz daha zorlasa gözlerinden alevler çıkarabilirdi. “Prenses bensiz bir anlaşma yapamaz sizi biçimsiz şeyler.”

Yaratıklar ellerini iki yana açtı. “O zaman cevapları veremeyiz.”

“Öyleyse vermeyin ve yolumuzdan çekilin.”

Bu sefer araya girdim. “Via! Ne yapıyorsun?”

“Hayatını kurtarıyorum.”

“Hayatımı kurtarmana ihtiyacım yok. Cevapları almadan gitmiyoruz.” Madem cevaplara bu kadar yaklaşmıştık almadan gitmeye hiç niyetim yoktu.

Via’nın konuşmasına fırsat vermeden yaratıklara “Önce anlaşmanın şartlarını duymak istiyorum,” diye emir verdim.

Yaratıklar boğuk bir kahkaha attı. Kahkahanın içinden sızan tehlike, bedenimi ağır ağır bıçakladı. Örülü saçlarımın ardındaki ensemde yer alan tüyler diken diken oldu. Katran gibi bir his hücrelerimi sıkıştırırken başımı dik tutmaya özen gösterdim.

“Burası imparatorluk sarayı değil, prenses. Burada emir veremezsin.”

Tek kaşım havaya kalktı. “Benden şartlarını bilmediğim bir anlaşmayı kabul etmemi mi bekliyorsun?”

Yaratık normal olan buymuş gibi omuz silkerek “Evet,” dedi.

Sinirden kıkırdadım. Belki de bu olanlar gerçekten kâbustu. Çünkü ancak bir rüya bu kadar saçma olabilirdi.

Yaratık “İnanmamak kötü bir tercih, prenses,” diye uyarıda bulundu. Sesindeki tehdit notaları vücudumdaki bütün tüyleri titretti. Bize inanmazsan olacaklara karışmayız.

Ama yılmadım. “Karşımda bu kadar tekinsiz durmasaydınız belki size inanabilirdim.” Hançerimi elimde çevirdim. “Ayrıca söyler misin, sen benim yerimde olsaydın böyle bir anlaşmayı kabul eder miydin?”

Yaratık alay ettiğini belli eden bir sesle “Ederdik,” dedi.

“Doğru mu anlamışım? Bana istediğim cevapları verebilmeniz için anlaşmanızı kabul etmem gerekiyor. Ama neyi kabul ettiğimi bilmeden, anlaşmanın ne olduğunu bilmeden?”

“Doğru anlamışsın.”

Homurdandım. “Ve bu teklif sana sunulsaydı sen koşulsuz şartsız kabul ederdin, öyle mi?”

“Öyle.”

Via dayanamayıp tekrar araya girdi. “Yeter artık!” başını çevirip bana baktı. “Bunun bir oyun olduğunu görmüyor musun? Muhtemelen bir sahipleri var ve o gelene kadar bizi burada oyalıyorlar.”

Yaratık “Sahibimiz buraya gelemez,” dediğinde ister istemez ürperdim.

“Niye?” diye sordu, Via. Sesi alaylı çıkıyordu. “Sahibiniz bizden korkuyor mu?”

Yaratıklar kızmış gibi kaşlarını çattı. “Sahibimiz hiçbir şeyden korkmaz.”

Via pofurdadı. “Öyleyse neden gelemezmiş.”

“Henüz gün yüzüne çıkmak için yeteri kadar güçlü değil.”

Karanlık çağın başlaması için gerekli olan bir güç, bir kan, bir tüy. Bunlar olmadan yer altından çıkamayacak… annemin eski masallardan okuduğu satırları hatırladım.

“Kimmiş bu sahip?” Via’nın sesi alaycı çıkıyordu.

Yaratıklar eliyle beni gösterdi. “Onun inanmadığı şey. Leydi, bu soruyu prensese sorabilir.”

Bir an için irkildik. Via mırıltıyla “Ne diyor bunlar, Nix?” diye sordu. Ama dilim cevap veremeyecek kadar uyuşmuştu. Bu büyük bir oyundu. Bu gerçekten de bir oyundu. Nazdo, ellimizden kurtulmak için bizimle oynamıştı.

Asla mantıklı değildi. Cevap aramak için bir ormana geliyorduk ve bu ormanda kaçmaya çalıştığım Karanlık’la ilgili yaratıklar görüyordum. Bu, ya zihnimizin bir oyunuydu ya da başka bir şey zihnimizle oynuyordu. Ama mutlaka bir oyundu. Ve cevaplarımı alıp bu ormandan kurtulduğumda Nazdo’nun hayatını cehenneme çevirecektim.

“Bu kadar oyun yeter!” diyerek araya girdim. “Siz bana cevaplarımı veriyorsunuz ve biz de bu kokuşmuş yerden elimizi kolumuzu sallayıp gidiyoruz.”

Yaratık “Neden böyle bir şey yapacakmışız?” diye sordu.

Normal görünmeye çalışarak omzumu silktim. “Çünkü burası hâlâ İmparatorluk Şehri ve ben de tüm diyarın prenseseyim.”

Yaratık da omuz silkti. Hepsi birden omuzlarını indirip kaldırınca gösteri sergiliyorlarmış havası veriyorlardı. “Az önce bize emir veremeyeceğini söyledik.”

“Ben de umursamadım.”

Via boğazını temizledi. Bunun da bir uyarı olduğunun gayet farkındaydım. Ancak ezen olmazsan ezilen olurdun. Eğer bu yaratıkların arasından geçip evimize dönebilmek istiyorsak onlardan korkmadığımızı göstermemiz gerekiyordu.

“Hım,” diye mırıldandı, yaratık. “Birileri ya çok aptal ya da çok cesur.”

Yüz hatlarım gerildi. Gözlerimi sonuna kadar açıp bağırarak “Ne cüret!” dedim. “Benimle nasıl böyle konuşursun?”

“Sen bizim prensesimiz değilsin. Bizim tek sahibimiz var ve biz de ona itaat ederiz.”

Burun deliklerim genişledi. Gerçek olmayan yaratıklara karşı gerektiğinden fazla vakit kaybetmiştim. “Benim prenses olduğum topraklarda bana itaat etmek zorundasın.”

Yaratıklar duruşlarını dikleştirip ellerini önlerinde birleştirdiler. “Prenses, varlığına inanmadığı yaratıkların neden ona itaat etmesini istiyor? Ne de olsa ona göre biz yokuz.”

Apışıp kaldım. Via’nın da sessizce homurdandığını duydum.

Gözlerimi kırpıştırıp hiçbir şey olmamış gibi onlara bakmaya devam ederken. “Buraya cevap almaya geldim,” dedim. Yaratıklar istiflerini bozmadan bize bakıyorlardı. Ya da bize baktıklarını sanıyordum. Gözleri dumanlı olduğu için nereye baktıklarını bilmeme imkân yoktu. “Varlığına inanmadığım birkaç yaratık bana cevapları vermeye hazır olduğunu ama bunun için saçma sapan bir anlaşmayı kabul etmem gerektiğini söylüyor. Siz böyle bir anlaşmayı kabul edecek kadar akıl yoksunu olabilirsiniz ama ben sizin aksinize gayet zeki bir kadınım ve cevaplarımı almadan da gitmeyi reddediyorum.”

“Bu, neden sana itaat etmemiz gerektiğini açıklamadı.”

Yüzümü buruşturarak “Akıl yoksunu olduğun gerçekten de doğruymuş,” diye mırıldandım. Via’nın boğazından gülmeye benzer bir hırıltı çıktı. Benim de dudağım sağ tarafa doğru belli belirsiz yükseldi. “Gerçek olup olmaman, sana inanıp inanmamam umurumda bile değil. Benim cevap almaya geldiğimi bildiğine göre bu cevapları söyleyebilecek kapasitesin demektir. Ve ben de cevaplarımı alabilmek için bana itaat etmeni istiyorum.”

Yutkunup cevaplarını beklemeye başladığım sırada Via “Çoktan geri dönmüş olmalıydık,” diye tısladı. Cevap vermedim. Daha doğrusu veremedim.

Yaratık boğazını temizler gibi bir ses çıkardı. Başta öğürdüğünü düşündüm ama kusmadıklarını görünce rahatlayıp duruşumu dikleştirdim. “Prenses anlaşmayı kabul ederse ona cevap veririz.”

Gözlerimi kısarak “Peki ya anlaşmayı kabul etmezsem,” diye sordum.

Yaratıkların dudaklarında sert bir gülümseme belirdi. “Kabul etmeni sağlarız.”

Kendime bunlar gerçek değil, diye hatırlattım. “Ya cevap almaktan tamamen vazgeçersem? O zaman da mı kabul etmemi sağlayacaksınız?”

Yaratıklar cevap vermedi. Ve bu, aslında bir cevaptı.

Yaratık gerçek olsa da olmasa da neyle veya kiminle anlaşma yaptığımı bilmeden – üstelik anlaşmanın bile ne olduğunu bilmiyordum – bunu yapamazdım. Burada iyi şeyler dönmediği kesindi.

Tehlike uzuvlarıma kadar işlerken gözlerimi, tetikte bekleyen bir av hayvanı gibi kıstım.

“Nix, gitmeliyiz.” Via’nın fısıltısı sesini gizlese de korkusunu gizleyememişti. Tehlikeyi o da sezmişti. Vücudumdaki bütün tüyler havaya dikilmiş, ellerim tekrar titremeye başlamıştı. Burada olmamız doğru değildi. Yaratıkların üzerimize gelmelerinin ardından soğuyan hava biraz daha soğumuştu. Via’nın gözü yerdeki otlara kaydı.

Beyaz otlara!

“Nix!”

Yaratıklara “Cevap almak istemiyorum,” dedim, sesini yükselterek. “Anlaşma da istemiyorum. Burada çok bile zaman kaybettik.”

Yaratıklar, hareketlenmeye başladığımız sırada birbirlerine yaklaşarak aradaki boşluğu kapatıp çemberi daralttı. Üstlerine yürüsek içlerinden geçip geçmeyeceğimizi merak ettim ve her ne kadar varlıklarına inanmadığımı iddia etsem de yürümeye cesaret edemedim.

“Kralla evlenmek senin kaderindir, prenses. Bizimle gel ve kaderini gerçekleştir.”

Duraksadım.

Onlarla gidersem kralla nasıl evlenebilirdim ki?

Gitmememiz için bizi oyalıyorlardı. Via haklıydı. Muhtemelen bir sahipleri vardı ve bu vasıfsız yaratıklar da o gelene kadar bizi burada tutmaya çalışıyordu. “Yolumuzdan çekilin, beyler.”

“Kralla neden evlenmen gerektiğini öğrenmek istemiyor musun?”

“Artık istemiyorum.” Sesim buz gibi çıktı. Cevap alamadan gidecek olması sinirlerimi bozmuştu ama belki de Zonan haklıydı. Bazı şeyleri ancak yaşayarak öğrenebilirsin demişti. O da benim gibi aramızdaki gücü hissetmişti. Ama sırf bunun ne olduğunu öğrenmek için kendini paralamıyordu. Yaşayarak öğrenmek istiyordu.

“Kaderinizi neden gerçekleştirmek istemiyorsunuz, prenses. Gelin ve kralınızla evlenerek pusuladaki yerinizi alın.”

Söylediklerinden pek bir şey anlamamıştım. Kralımla zaten evlenecektim. Neden onlarla gitmek zorundaydım ki?

Via aklımı okuyormuş gibi “Kralı onu sarayda bekliyor. Sizinle neden gelsin?” diye sordu.

Yüzlerine olabilecek en şeytani gülümsemeyi yerleştirdiler. İrkildim ama hemen kendimi düzelterek korkmadığımı belli etmek için çabaladım. “Kralı onu sarayda beklemiyor. Kralının onu nerede beklediğini yalnızca prenses bulabilir.”

Via kaşlarını çattı. “Ne diyorsunuz siz? Ayrıca pusula da ne?”

“Prensesin kralını bulması gerektiğini söylüyoruz. Yoksa çok üzülür. Biz de öyle.”

Vücudumdaki tüylerin tümü havaya dikildi. Sanki her yerim kesilmiş ve kan kaybediyormuşum gibi birden mükemmel derecede üşümeye başladım. Yaratıkların söylemek istediği, anlatmak için çabaladıkları bir şey olduğu belliydi. Ama hiçbir şey anlamıyordum. Evleneceğim kral, şu an İmparatorluk Sarayı’nda kalan Zonan’dı. Ama yaratıklar kralımı bulmamdan bahsediyorlardı.

Zonan kayıp değildi ki.

Nefes alışverişlerim hızlanmaya başladı. Bütün bedenime sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelen bir karıncalanma yayıldı. Bunlar gerçek değildi. Gerçek olamazdı! Hepsi. Birer. Oyundu. Kötü bir oyun.

“Bu kadar oyalandığımız yeter. Gidiyoruz!”

Bir adım atmıştım ki üst baldırımı bir şeyin sıyırıp geçtiğini hissettim. O kadar hızlı olmuştu ki acı bile duymamıştım.

Bakışlarımı bacağıma indirdiğimde deri tulumumun yırtıldığını gördüm. Tulumun yırtılan kısmından görünen çıplak bacağımda tek bir çizik vardı ve çiziğin arasındaki kan, damlarken ateş kızılı renginde parlıyordu.

Şaşkınlıkla başımı kaldırıp yaratıklara baktım. Kendilerinden emin olduklarını belirten bir gülümsemeyle “Artık bize inanıyor musun?” diye sordular.

Demek halüsinasyon değildiler. Öyle olsundu. Ne de olsa savaşmayı biliyorduk.

Gözlerimi kısıp şeytani bir gülümsemeyle onlara baktım. Via benim ne istediğini anlamıştı. Kılıfından bir ok çıkarıp yayına taktığı gibi yaratığın birinin kalbinin üzerine oku fırlattı. Hepsi acıyla inledi ancak tek bir tanesi yere düştü.

“Demek savaşmak istiyorsunuz?”

Via tıslayarak “Ne sanmıştın ki,” diyerek alay etti.

Bacağımı sıyırıp geçen mızrağa benzer başka bir mızrak daha havalandığı sırada görünmez bir halkayla ikimizi korumaya aldım. Mızrak kalkana çarpmakla kalmamıştı – sivri ucu kalkana değdiği an parçalara ayrıldı.

Tekrar gülümsedim. Gerçekten de bizi hafife almış olmalılardı.

“Kalkanı kaldırdığın anda seni alırız, prenses. Kaçamazsın.”

Başımı yana eğdim. “Kaçacağımı kim söyledi?”

Via yayına bir ok daha yerleştirirken bıyık altından sırıtıyordu. Kalkanın yalnızca kapı kadar bir kısmını açtığımda içeriye üç yaratık doluştu. Hızlı davranmasaydım dördüncü de girecekti ancak zamanında kalkanı tekrar kapatmayı başardım.

Via oku soldakine attı. Bu seferki yaratığın alnının ortasına saplanmıştı.

Ne var ki yaratık hiçbir şey olmamış gibi alnına saplanan oku dışarı çıkardı. Alnında okun ucunun şeklini almış boş bir yarıktan başka bir şey yoktu. Kan akması gerekirken gözlerindekine benzer siyah duman akıyor ve geri giriyordu.

Yaratık oku sinirle elinde ezip Via’nın üzerine yürüdü. Via, yayını bir kenara bırakarak görünmez kılıcını çekti. Kılıcını yaratığın kolunu kesmek için kaldırdı ancak indiremedi. Yaratık kılıcın tam olarak nerede olduğunu biliyormuş gibi hançerini kılıca vurdu. Via bir adım geriledi. Gözleri sonuna kadar açılmıştı.

Geride kalan diğer iki yaratık gülerek üzerime doğru yürüdükleri sırada şaşkınlığımı gizleyemedim. Artık birbirlerinden bağımsız hareket edebiliyorlardı fakat oldukça yavaşlardı. Via’yla dövüşen, diğerlerinin hızını emiyor gibiydi.

Bu oldukça işime gelirdi.

Ellerimdeki hançerleri çevirdim ve yaratıkların üzerine koştum. Dizlerimin üzerine çöküp yerde kayarken hançerlerimle ikisinin de bacaklarını yarı yarıya kestim. Yürürken bile onlardan hızlı koşmam karşısında pek şansları kalmamıştı. Belki de kalkana hiç gerek yoktu.

Gülümseyerek geri döndüm. Yaratıkların bacaklarının yarık olan kısımları, siyah dumanlar hariç boştu ve adım atarlarken ipe asılan bir çamaşır gibi sallanıyordu. Bu da normalin altında olan hızlarını daha da kesmişti.

Koşarak ortalarına girip aynı işlemi kollarına da yaptım. Kolları yere düşerken bir kükreme sesi duyuldu. Onları öldüremesem bile etkisiz hale getirmiştim ve canlarını yaktığım kadar öfkelenmelerine de sebep olmuştum.

Hızla arkalarına geçip hançerlerimi enselerine sapladım. Bir kükreme daha duyuldu ama yaratıklar ölmedi. Öfkeden titrer halde bana döndüklerinde bir adım geri gittim. Tek kolları ve zorla sürüdükleri tek bacakları vardı. Onlardan korkmuyordum ama nasıl öldüreceğimi de bilmiyordum.

“Nasıl ölüyor, bunlar?” diye bağırdığım sırada Via kılıcını büyük bir hız ve keskinlikle yaratığın boynundan geçirdi. Kelle yere düştüğünde hâlâ acıyla bağırıyor ve öfkeyle soluyordu. Bedeni ise kapana yakalanmış bir dağ aslanı gibi çırpınıyordu.

Böyle giderse yorulacaktık ve kalkan da güç kaybetmeye başlayacaktı.

Bir an önce onları öldürmemiz gerekiyordu.

Yaratık “Artık direnmeyi bırakın,” diye kükredi ama aldırmadım. Burada ne saçmalık dönüyor bilmiyordum. Tek bildiğim bir an önce buradan çıkmamız gerektiğiydi.

Via kılıcını başsız yaratığın kalbine sapladığında yaratığın nefesi kesilir gibi oldu ve beden ilk ok attığı yaratıkta olduğu gibi yere düştü. “Sanırım kalplerini hedef almamız gerekiyor.”

“ Baştan söylesene,” diye homurdanıp karşımdakinin üzerine gittim. Hançerimi tam kalbine geçirecektim ki biri örgülü saçımdan tutup çekince sırt üstü yere düştüm. Üzerime gelen yaratığın birinin gövdesine tekmeyi savurup onu yere düşürürken hızla yerden kalkıp diğerinin kalbine hançerimi sapladım.

Gözünden, kolundaki kesik yerinden ve bacağındaki yarıktan çıkan siyah dumanlar dondu. Çok geçmeden rüzgârın bir sis bulutunu dağıtması gibi ortadan kayboldu ve yaratık taş kesilerek önce parçalara sonra toza dönüştü.

Via yere serdiğim diğer yaratığa gidip kılıcını kalbine sapladı. Aynısı o yaratıkta da olunca onlara yaşam verenin siyah duman olduğunu düşündüm. Ve bir an için yalnızca bir an için, doğruyu söyleyip söylemediklerini merak ettim. Gerçekten de Karanlık Ordu’ya ait olabilirler miydi?

Bu düşünceyi öyle hızlı savuşturdum ki düşüncelerimin başının döndüğüne bahse girebilirdim. Böyle bir ihtimal varsa bile şu anda bunu düşünmek için doğru zaman değildi.

Kalkanın küçük bir bölümünü açacağım sırada bir okun havada çıkardığı keskin ses duyuldu. Ardından bir at kişnedi ve koşan nal sesleri kalkanın içini doldurdu. Nereden geldiği belli olmayan ok yaratığın birinin kalbine saplandı. Yaratık yere yığılırken Via “Neler oluyor,” diye sordu.

Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. “Rhesel. Ne olacak!”

Siyah at görüş alanımıza girerken üzerindeki kişinin pelerinle örtülmüş bedeninden kim olduğu anlaşılmıyordu. Rhesel’den başkası buraya geleceğimizi bilmediği için ondan başkası da olamazdı. Savaşa katılmak için homurdanarak kalkanı yarı yarıya açtım. İkinci ok kalkandan içeri girip arkamızdaki yaratığın kalbine doğru vınladı. Fakat ona ulaşamadan kalkanın arka kısmına çarparak parçalandı.

Ok, kalkan yüzünden hedefini vuramasa da gittiği yer tam isabetti. Rhi hangi ara bu kadar iyi nişancı olmuştu?

Kalkanının açık kalan kısmını kapatacakken gür bir erkek sesi “Kalkanı tamamen kaldır,” diye bağırdı.

Tüm hücrelerime, her bir zerreme, bütün uzuvlarıma korkunç bir inme indi. Kulaklarım uğuldarken üzerime gelen yaratığı son anda fark edip hançerimi son anda kaldırdım. Hançerle, mızrağın çarpışma sesi ormanda yankılanırken güç kaybetmiş bacaklarımla geriye doğru sendeledim.

Kaslarımın tüm gücünü kullanarak yaratığı geriye doğru itmeye çalıştım. Ama bunun bir faydası olmadı. Kalkanının kapısı açık kaldığı için diğer yaratıklar da içeriye doluşuyordu. Aynı ses tekrar bağırdı. “Kalkanı indir, prenses. Hemen!”

Zonan’ın kalın ve sert sesi kulaklarıma dolduğunda sonunda kendime gelebildim. Önümdeki yaratığa tekme atarken kalkanı indirdim. Aynı anda Zonan’ın oklarından biri arkamdaki bir yaratığa saplandı. Ve sonra bir diğerine.

Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, onun sesinden burada olanları duyamıyordum. Düşüncelerim ve hislerim bulunduğum durumun içinde eriyip giderken beni çırılçıplak açıkta bırakmıştı.

Üzerime gelen bir mızrağı son anda hançerimle ittim. Yaratığın biriyle mücadeleye girdiğim sırada bir çığlık duydum. Ama bu çığlığın tam olarak kimden çıktığını anlayamamıştım. Benden çıkmış olma ihtimali epey yüksekti. Beynimdeki çığlıkların, özellikle Zonan buradayken dudaklarıma yerleşmesi son derece mümkündü.

Zonan atından atlayıp okunu ve yayını bıraktıktan sonra kılıcını çekti. Önümdeki yaratığı dönen bir tekmeyle savururken göz ucuyla Zonan’ın ne yaptığını gördüm.

Eğer şu anda bir dövüşün ortasına olmasaydım şaşkınlıktan donup kalırdım.

Zonan tek eliyle, kılıcını iki yaratığa savurmuş, aynı anda ikisinin gövdelerinin bacaklarından ayrılmasına neden olduktan sonra kılıcı kalplerine saplamıştı.

Gözümü kırpıştırıp bir darbeyi daha savuşturmaya çalıştım ama dikkatim dağıldığı için başarılı olamadım. Mızrağın sopa kısmı koluma sert bir darbeyle indi. Acıyla inlerken bir adım geri kaçtım.

Yaratık üzerime gelmeye devam ediyordu. “Merak etme, prenses. Bize canlı lazımsın. Bugün ölmeyeceksin.”

Soluk solukluğa nefes almaya çalışırken “Çok beklersin,” diye tısladım ve ileri atılıp etrafımda dönerek bir tekme daha attım. Yaratık geri savruldu. Hançerimle mızrağına darbeler indirdim. Öyle hızlı ve öfkeli vuruyordum ki mızrak ikiye ayrıldı ve sopa kısmı bir yere uçtu. Yaratık dengesini toparladığı sırada öfkeyle darbelerimi karşılamaya başladı. Neyse ki onlardan hızlıydım.

“Bugün bizimle geliyorsun, prenses.”

Hançerlerimi elimde çevirirken dirseğimi karnına geçirdim. Darbenin etkisiyle dizi büküldü. Fırsattan istifade edip dizini basamak olarak kullandım ve omzuna tırmandım. Hançerimin birini bacağımdaki kemere takıp “Bana emir veremezsin, yaratık,” diye tısladıktan sonra diğer hançerimin sivri ucunu kendime çevirip yaratığın kalbine sapladım. O yere düşerken ben de başını bacağımın arasından çekip yere atladım.

Kafamı yerden kaldırdığım sırada Zonan yere serdiği yaratıkların kalplerine kılıcını geçiriyordu. Mantıklı bir hareketti. Önce etkisiz hale getirmek, sonra öldürmek.

Onun yükünü hafifletmek için soldaki son yaratığın yanına gidip hançerimi kalbine bastırdım. Ayağa kalkmadan önce bir süre öylece durdum.

Kafam o kadar karmaşık ve o kadar fazla soruyla doluydu ki. Zihnim, kayalıklara çarpan dalgalar gibi köpürüyor, ses çıkarıyor, duruluyor ve sonra tekrar köpürüyordu. Yerden usulca kalkarken Zonan’a bakmadan önce cesaretimi toplamam gerektiğinin farkındaydım.

Onun burada olmasını sağlayan Rhesel’e bunun hesabını soracaktım.

Bir nefes, açıkta kalan enseme çarptığında titredim. Nefesimi tutarak ağır bir hareketle arkama döndüm. Gözüm Zonan’ın siyahlar içindeki ceketiyle buluştu. Az önce kralın ne yaptığını görmüştüm ve bir daha unutabileceğimi sanmıyordum.

Evet, onun güçlü olduğunu duymuştum ve görüntüsü de bu oluşumunu destekliyordu. Ama bu kadar güçlü olabileceğini… düşünmemiştim. Tek eliyle iki yaratığın bedenini ortadan ikiye ayırmıştı.

Işık adına!

Bu, insanüstü bir yetenekti.

Bir el çenemin altına indiğinde elimdeki hançeri var gücümle sıktım. Kralın eli yine soğuk olmasına rağmen dokunduğu yeri yakıyordu. Bedenimin üzerinden sıcak-soğuk karışımı bir ürperti geçti. Zonan’ın burada olmaması gerekiyordu. Şu an ona yakın olmak için doğru bir zaman değildi.

Oysa ona yakın olmak için uygun bir zaman kavramı var mıydı, ondan bile emin değildim.

Gözlerimiz sabitlenene kadar çenemi bırakmadı. Hatta gözlerimiz birbirine değdiğinde bile bırakmadı. Sanki bıraktığı anda kaçacağımı düşünüyormuş gibi daha da sıktı. “İyi misin?” Sorduğu ve söylediği buydu. Ama gözlerine baktığımda söylemek istediği milyon tane şey olduğunu görebiliyordum.

Usulca “İyiyim,” diye yanıtladım.

Mimiklerinin bu cevapla gevşemesini beklemiştim ama Zonan çenesini biraz daha sıktı. Saçları tepesinde topluyken yüzü olduğu gibi gözler önüne seriliyordu. Siyah gözleri fırtınalıydı. Öfkeli olduğunu söylemek çok mümkündü ama gözlerine bakıldığında yalnızca öfkeli olmadığı görünüyordu. Aynı zamanda endişeliydi. Endişelenmişti. Korkmuştu.

Korkusuz Kral Zonan, benim için korkmuştu.

“Söylemek istediğim çok şey var,” dedi, dişlerinin arasından. Yaşadığı duyguları bastırmaya çalışıyordu ama pek başarılı olduğu söylenemezdi.

Ben de öfkelenmek, tek kaşımı kaldırıp onun bana karışmaya yetkisi olmadığını söylemek istedim.

Ama yapamadım.

Yalnızca “Biliyorum,” demekle yetindiğimde kendimi tokatlamak istedim. Daha nişanlım bile olmamış adamdan azar yemeyi sorun etmiyor muydum yani? Belli ki etmiyordum (!).

Zorla konuşuyormuş gibi “Ama buna yetkim olmadığını biliyorum,” diye mırıldandı. “Sana kızmaya hakkım olmadığını biliyorum.” Bir çıkış arıyor gibi etrafına bakındı ve dudaklarını sinirle ısırdı.

Sertçe yutkundum. “Söylemek istersen buna engel olmam.” Bunu söylediğime öyle çok şaşırdım ki neredeyse küçük dilimi yutacaktım.

Ama Zonan şaşırmışa benzemiyordu. Hatta bunu duymayı istiyormuş gibi hemen “Nasıl olur da yanınızda hiçbir muhafız yokken buraya gelebilirsiniz?” diye sordu.

Benim için endişelenmiş olmasına sevinsem mi, yoksa zaten hesap sormayı bekliyor gibi bu fırsata balıklama atlamasına sinirlensem mi bilemedim. Ve bir süredir korkudan sıkışmış olan kalbim bana ihanet ederek sevinmeyi tercih ettiği için dudak büzüp başımı yere eğmeye çalıştım. Ama Zonan’ın çenemdeki eli buna müsaade etmedi.

“Henüz nişanlın olmayabilirim ama bu, senin için endişelenmediğim anlamına gelmiyor, prenses.” Yüzü karmakarışıktı. Elinden gelse bu yaratıkları diriltir, tekrar öldürürdü.

Dişlerini birbirine öyle sert bastırıyordu ki parçalara ayrılmamaları için korkuyla “Üzgünüm,” diye mırıldandım. “Babamın öğrenmemesi için tek seçeneğim buydu.”

“Baş Muhafız’a sarayda kalmasını emretmişsin. Eminim Lord Rhesel, baban öğrenmeden de sizinle bu yolculuğa çıkabilirdi.”

Doğru mu duyuyordum, yoksa gerçekten de sadece bu yolcuğa çıkarken yanımızda kimse olmadığı için mi kızıyordu? Esas sorun buraya gelmemiz, imparatorun arkasından iş çevirmemiz değil miydi?

Meraklı gözlerle ona bakıp “Sen bunun için mi sinirlisin?” diye sordum.

Beni incitmekten korkuyormuş gibi nazikçe çenemi bırakıp ormanı gösterdi. “Burası iki kadının, yanlarında muhafız olmadan gelebileceği bir yer değil. Başına bir şey gelebilirdi.”

“Evet, ama gelmedi.” İyi yönünden bakmaya çalışırken onu daha çok sinirlendirmemeyi umdum.

İki parmağıyla şakağını sıktı. “Ama gelebilirdi. Eğer yetişmeseydim-“

“Yetişmeseydin, biz başımızın çaresine bakıyorduk!” Bu zamana kadar baktığım gibi. Cümle aramızda asılı kaldı ama neyse ki söylemedim. Bunca zamandır yalnız olmam, onun suçu değildi.

“Bakabileceğinizden eminim fakat-“

Zonan’ın cümlesini yarıda kesen bu sefer ben değildim. Bir inleme. Boğuk bir inleme.

Beynimde şimşekler çaktı. Via!

Zonan’ı kenara itip yerde yatan Via’yı gördüm. Önce donup kaldım. Ayaklarım hareket etmedi. Kardeşimin kanlı bacağını gördüğümde başımdan aşağı kaynar sular dökülürken nefesim diyaframımda sıkışıp kaldı.

Zonan, benden erken davranarak Via’nın yanına koşup eğildi. Elini, başının arkasına koyup kaldırırken Via “Beni unuttuğunuzu düşünmeye başlıyordum,” diye mırıldandı. Sesi, acıdan kısılmış ve tizleşmişti.

Zonan esprinin hiç zamanı olmadığını belli eden bir sesle “İyi misin?” diye sordu. “Derin derin nefes almaya çalış, yarana bakacağım.”

Sonunda ayaklarıma yürüme komutu verip kardeşimin yanına koştum. Via’nın başını, Zonan’dan alarak kendime çektim. “Özür dilerim!”

“Orada oynaşırken beni unuttuğun için mi? Evet, bunun için özür dilemelisin.” Bu durumda bile Via’lığını yapmak tam da ondan beklenen bir hareketti.

Yanaklarım ısındı. Dişlerimin arasından “Ben oynaşmıyordum,” diye tısladım.

Gözlerini devirip “Hı hı,” diye mırıldandığı sırada dudaklarının arasından acıyla bir tıslama geldi. Başımı çevirip Zonan’ın ne yaptığına baktım. Kana ve yaraya dokunmakta hiç çekinmeden kontrol ediyordu.

Kesik, çok derin olmasa da kan kaybından ölmesi için yeterliydi ve bu düşünceyle korkuyla öyle bir irkildim ki Via’nın göğsüme yasladığım başı bile titredi. Ve elbette homurdanarak beni itmeye çalıştı ama onu daha sıkı tuttum.

“Sarmamız lazım,” dedim, soluk soluğa.

Zonan zaten bunu yapacağını belli eden bir homurtuyla pelerininden bir parçayı tek hamlede koparıp yaranın üzerine sardı. Via derin derin nefes almaya çalışıyordu. Daha rahat nefes alabilmesi için başını usulca bırakıp elinin tuttum. “Biraz dişini sık.”

Zonan, kumaşı bağlayıp sertçe sıktığında benim bile canım yandı. Via inlerken dişlerinin arasından “Onun, benim bacağım olduğunu hatırlatmama izin verin, kralım,” diye homurdandı.

Zonan ikimize de aldırmadan gökyüzüne bakarak “Evet, biliyorum,” dedi. “Agrius birazdan burada olur. O gelene kadar beklemek zorundayız. Dayanabilecek misin?” Gözleri tekrar Via’yı buldu.

Via terden sırılsıklam olmuş yüzüne aldırmadan sırıttı. “Elbette, dayanacağım. Küçük bir yaranın beni alt edeceğini mi düşündünüz?”

Cevap verecektim ki aralık dudaklarımın arasından giren sert rüzgâr sesimi geri itti. Güneş bir anda kaybolmuş, hava kararmıştı. Rüzgâr öyle kuvvetli esiyordu ki nefes alabilmek için başımı eğmek zorunda kaldım.

“Bu da ne?”

Zonan, uzanıp ceketimin kapüşonunu kafama geçirdi. “Buradan hemen gitmemiz için bir uyarı.”

Loading...
0%