@nurrunatt
|
Zonan, kucağındaki Via’yı taş mağarada, duvara yaslayarak yere bıraktı. Mağaranın içi, dışarıdan daha sıcaktı. Çıkan fırtınaya ve havanın birden kararmasına bakılırsa buna pek şaşırmıyordum. Zaten şaşıracağım o kadar fazla şey olmuştu ki şu anda tek düşünebildiğim ablamın yaralanmış olmasıydı. Nazdo yüzünden. Ona inandığım için benim yüzünden! Via’nın yanına çöküp elini tuttum. Elini çekmeye yeltendi ama bırakmadım. “Merlin adına! İyiyim, Nix.” “Olayın şokunu henüz atlatamadığın için böyle söylüyor olabilirsin.” Gözlerini devirdi. Dışarıdaki rüzgâr, örgülü saçlarını bozmuştu. Ancak bacağındaki yaradan olsa gerek bunu pek umursamıyor gibiydi. “Olayın şoku falan yok, Nixavis. Bacağımdan yaralandım ve geçti.” Yüzümü bir dehşet ifadesi kapladı. “Bacağındaki yarık kanını boşaltmaya çalışırken nasıl geçtiğini söyleyebilirsin?” Boştaki eliyle şakaklarına masaj yaptı. “Sevgili müstakbel nişanlının bacağımı sardığını hatırlatmama gerek var mı?” Elini indirip yüzüme doğru bağırdı: “Yoksa kendi gözlerinle bacağımdaki sargıyı görebilecek misin?” Kaşlarımı çatıp Via’yı kınayan bakışlarla süzdüm. Sevgili müstakbel nişanlın. “Kör değilim.” bozulmuş bir sesle söylendikten sonra elini bıraktım. “İyi.” Kral, çantasını karıştırma işini sonunda bitirip içinden bir şişe çıkardı. Şişenin kapağını açarak Via’ya uzatırken net bir sesle içmesini söyledi. Ben bile bu ses tonundan sonra ona karşı gelmezdim ama Via bir şişeye bir Zonan’a bakmakla yetindi. Zaten bir şeyi de itiraz etmeden kabul ediverseydi, onun için adaklar keserdim. Bir parmak boyutunu geçmeyen küçük mavi şişede ne rengi olduğu belli olmayan bir sıvı sallanıyordu. Zonan, sabırsız olduğunu belli eden bir ses ve yüz ifadesiyle “Yarana iyi gelecek, rica ediyorum, iç.” Rica ettiğini söylemesine rağmen sesi hiç de rica eder gibi değildi. Via başını uzatıp burnunu şişenin kapağına yaklaştırdı. İçindekini kokladıktan sonra yüzünü buruşturarak “Ben bunu içemem,” diye cırladı. Zonan sabırla nefes verdi. “Tadı kötü değil.” Via kendini iyice duvara yaslayarak “Onu içersem kusarım,” diye inledi. “Kusarsam yaram daha çok kanar ve muhtemelen ölürüm.” Ah, tam bir drama kraliçesiydi. Zonan tam bir şey söylemeye hazırlanıyordu ki bir hışımla elinden şişeyi kapıp Via’nın burnunu yakaladım. O kadar hızlı davranmıştım ki Via daha ne olduğunu anlayamadan ağzını açıverdi. Şişeyi Via’nın ağzına boşaltıp bir kenara fırlattıktan sonra elimi dudaklarının üzerine örttüm. Via’nın gözleri kocaman açılırken Kral Zonan gülümsüyordu. İkisine de aldırmadan “Yut!” diyerek gözlerimi belerttim. “Hemen!” Direnerek başını iki yana salladı. Bu durumda bile direnebilmesi gülünç bir durumdu ama gülemeyecek kadar yorgun ve karmakarışıktım. Gözümü her kırptığımda gözlerinden dumanlar akan o yaratıkları görüyordum. Gülümsemeleri, ses tonu, kahkahası, acıyla kükremesi. Onlara ya da ona ait her şey korkunç birer anı bırakmıştı. Dahası Via yaralanmıştı. Bundan daha kötüsü de olabilirdi. Via bacağından değil de kalbinden yaralanabilirdi. Ölümcül bir darbe alabilirdi. Ölebilirdi… Bu düşünceyle irkilerek burnunu biraz daha sıktım. “Yut, Livivia! Bir daha söylemeyeceğim.” Çok kısa bir an daha direndi ama hemen sonrasında nefessiz kalıp bayılacağını anlamış olmalı ki yutkunmaktan başka çaresi kalmadı. Ellerimi ablamın yüzünden çekip geriye doğru sendeledim. Beynim uyuşmuş olmalıydı çünkü Via’nın sızlanmalarını dahi duymuyordum. Olanları anlamlandırmak istiyor ama yapamıyordum. Akan bir suyu elimle yakalamaya çalışıyor gibiydim. Zonan’ın güçlü elleri kolumu tuttu. Ona bakma dürtüme direnmek istediysem de yapamadım. Gözlerim usulca Zonan’ı buldu. Kralın gözlerinde bana sarılmak istiyormuş gibi bir ifade vardı. Ve bu düşünceyle boynunun girintisine bakmaktan kendimi alamadım. Orası ne kadar da bana uygundu. Daha bu adama sarılmadan, yalnızca kollarını etrafıma doladığının hayali bile rahatlamama yetmişti ve bu korkunç bir durumdu. Onunla bu kadar yakın olmak bastırdığım her şeyi geri tepiyordu. “Sizi buradan çıkaracağım,” dedi, sanki tek derdim buymuş gibi. Halbuki bunu düşünmemiştim bile. Çünkü yanımda o vardı. Bir şekilde bizi buradan çıkaracağını biliyordum. “Biliyorum,” diye fısıldadım, kendimden beklenmediğim bir ihtiyatla. Bir şey söylemek istiyormuş gibi kaşlarını çattı. Ama hemen sonra bundan vazgeçmiş gibi gözlerini kapatıp açtı. Birbirimize söylemek isteyip söyleyemediklerimizin bir listesini yapacak olsam, şimdiye kadar bu listenin boylarımızı geçeceğinin farkındaydım. “Buradan ayrılmayın,” dedi, sert bir sesle. “Hemen döneceğim.” İçime birden öyle şiddetli bir korku sapladı ki ne yaptığımı bile anlayamadan elini tuttum. Omuzlarının gerildiğini, tüm vücudunun kaskatı kesildiğini görmüş olmama rağmen elini bırakmadım. Soğuktu. Her zamanki gibi buz gibiydi. Ama beni üşütmüyordu, soğuktan titretmiyordu. Aksine Zonan’a ait olan her şey soğuk dahi olsa beni ısıtıyordu. “Nereye gidiyorsun?” Dilimin birkaç kelime için çalışabilmiş olmasına şükrettim. Çenesi kasılmıştı. Bana bakmamaya özen göstererek “Agrius’u bulmam gerek,” diye mırıldandı. Neden bana bakmadığını merak etsem de soramadım. Buraya kimseden habersiz geldiğimiz için hâlâ kızgın mıydı? Yoksa elini tuttuğum için miydi? Ve ilginç bir şekilde bunu umursamadan elini biraz daha sıktım. Kaşlarımı çatarak “Agrius?” diye sordum. Bana bakmamakta direnerek gözünü mağaranın girişine dikmişti. Elini bırakmayı düşündüm ama bıraktığım anda buharlaşıp yok olacağından korkuyordum. “Agrius, iki sağ kolum, iki subayımdan biri. Karşımıza ne çıkacağını bilmediğim için buraya onunla geldim.” Yüzüme bakmasa bile açıklama yapıyor olması içime bir nebze su serpti. Ya da serpmeyip birkaç damla damlattı. “O halde neden yanında değil?” “Sizi bulmak için dağıldık. Bir saat içinde büyük ağacın önünde buluşacaktık. Eğer geldiyse onu alıp buraya döneceğim.” Önüne çıkabilecek her türlü yaratığı tek eliyle – az önce yaptığı gibi – öldürebileceği düşünüldüğünde buraya Agrius’la değil, tek başına da gelebilirdi. Ama kral işini şansa bırakmamıştı. “Mağaranın önüne çıkıp onu bekleyebiliriz, ağaçtan çok da uzak sayılmayız. Onu görürüz.” Denizler adına! Benim neyim vardı? Daha önce hiç kimsenin varlığına bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Ve şimdi Zonan’ın elini dahi bırakamıyordum. Zonan bir adım attığında ben de onunla birlikte aynı adımı attım. Sonunda. Sonunda gözleri, benimkilerle buluştu. o anda göğsümün üzerine bir taşın bastırıldığını hissettim. Nefes almamı engelleyen, kalbimi ezen bir taş. “Mağaradan dışarı çıkman çok tehlikeli. Ayrıca Leydi Livivia’yı da yalnız bırakamazsın.” Kafamı çevirip Via’ya baktım. Onun da bana bakıyor, muzip gözlerle ikimizi süzüyor olduğunu görmeyi beklemiştim. Ama Via’nın başı omzuna doğru düşmüş, gözleri kapanmıştı. Bedenim, yıldırım çarpmış gibi irkilirken “Via!” diye çığlık attım. Yanına koşacakken Zonan, elimi sıkarak beni durdurdu. “Sakin ol, yalnızca uyuyor.” Korkudan kocaman olan gözlerim Zonan’ı buldu. “Nereden biliyorsun?” Anlamamı bekliyormuş gibi yüzüme bakarak kaşlarını kaldırdı. Birkaç saniye sonra Zonan’ın Via’ya verdiği sıvıyı hatırladım. “Ona ne içirdin?” Öyle bir bağırdım ki sesim, mağaranın içinde dört beş kez yankılandı. Zonan’ın gözleri kırgınlıkla kısılırken “Uyuyabilmesi için bir iksir,” diye fısıldadı. Benim aksime onun sesi mağarada yankılanmamış hatta zorla duyulmuştu. Adeta titreyerek “Neden böyle bir şey yaptın,” diye kükredim. “Zararlı olup olmadığını nereden biliyorsun?” Derin bir nefes aldı. “Biliyorum çünkü-“ “Çünkü ne? Kardeşime ne içirdin?” “Vulnuserum!” Zonan da benim gibi birden kükreyince yerimden sıçradım. Beni korkuttuğunu fark etmiş gibi sesini alçaltarak “Bir çeşit ilaç,” diye açıklamaya başladı. “Seferlere giderken askerlerimizin hepsi bu iksirlerden yanına tonlarca alır. Geçici iyileşme sağlar. Livivia şu anda uyuyor, kalp atışları normale göre biraz daha yavaşladı. Böylece yarası daha az kanayacak ve biz saraya dönene kadar-“ “Kan kaybetmeyecek,” diye devraldım. “Zaman kazanmak için.” Çenesini tek bir hareketle kaldırıp indirdi. Omuzlarım düşerken derin bir nefes verip başımı eğdim. Zonan hakkında düşündüklerim hep birilerinden duyduklarımdan ve kendimi inandırdıklarımdan ibaretti. Onu hiçbir zaman gerçekten tanıyamamıştım. Ama gördüklerim sandığım adam olmadığını birkaç kez kanıtlamaya yetmişti. Nasıl olur da Via’ya kötü bir şey içirdiğini düşünürdüm? “Özür dilerim,” diye fısıldadım, utançla. Mağaranın taş duvarlarıyla kavga eden rüzgârın beni buradan alıp uçurmasını diledim. Mağaranın tepeme çökmesini, taşların beni mümkünse yutmasını diledim. Ama olmadı. Daha da kötüsü Zonan hiçbir şey söylemeden elimi bırakıp mağaranın çıkışına yürümeye başladı. Uyuyan Via’yla yalnız kalmak mı, Zonan’ın bana cevap bile vermemesi mi yoksa onun yarattığı boşluğun içine birden sendeleyerek düşmek mi daha çok canımı sıkmıştı bilmiyordum. Zonan’ın peşinden gitmeye yeltenecektim ama birden durup bana döndü. “Birazdan döneceğim. Lütfen buradan ayrılma.” Ve arkasına bile bakmadan fırtınayı kucaklayarak dışarı çıktı. Bir süre öylece durup ardından baktım. Rüzgârın çıkardığı ses artık bir ıslık olmaktan çıkmış, bir çığlığa evrilmişti. Dallar, yerlerinden kopacakmış gibi öyle güçlü savruluyordu ki Zonan’a zarar gelmeyeceğini içimden defalarca tekrar ederek kendimi telkin etmek zorunda kaldım. ꧁꧂ Vakit, öğleden sonraydı. İkindi civarları olabilirdi. Her ne şekilde olursa olsun havanın bu kadar kararması için doğal bir zaman değildi. Gökyüzünde bir ay dede falan görsem asla şaşırmazdım. Zonan’ın peşinden gitmekle onun sözünü dinleyip mağarada kalmak arasında gidip geliyordum. Gideli epey olmuştu. Büyük ağaca yakındık. Agrius dediği adamla ağacın önünde buluşabildilerse çoktan buraya geri dönmüş olmaları gerekirdi. Korku, dışarıdaki rüzgâr gibi iliklerime kadar işledi. Beynimin içinde o kadar ses vardı ki hangisini susturacağımı bilmiyordum. Zonan’ın başına bir şey gelmiş olabilir. Başka yaratıklar varsa ve arkadaşlarının intikamları için geldilerse? Ya Agrius’a bir şey olduysa ve Zonan da zor durumdaysa? Bunların hepsi bizi bu ormana çekebilmek için yapılmış planlar silsilesi ise… Nazdo aslında bize ihanet ediyorsa? Çünkü yaratıklar beni götürmeleri gerektiğini söylediler. Benim bugün burada olacağımı nereden biliyorlardı? Kralını bulmalısın, prenses. Kralım kayıp değildi. Mideme kaya gibi sert bir şey oturdu. Endişeliydim. Korkuyordum ve panik damarlarımdaki kan kadar gerçek akıyordu. Buradan çıkmalı ve Zonan’ı bulmalıydım. Sonra Via’yı da alarak bu ormandan yapabildiğimiz kadar hızla çıkmalıydık. Yaratıkların söylediklerini unutmalıydım. Babamın emrettiği gibi Zonan’ın evlenme teklifini kabul eder, benim için seçilmiş olan gerçek kralla evlenirdim. Bunların hepsi inatçı olduğum için başıma geliyordu. Hislerimi kabullenmediğim için. Yıllarca saçma sapan şeylere inanıp kendime acı çektirdiğim için. Ve tabii Zonan, beni sevmekle ilgili doğruyu söylüyorsa ona da acı çektirdiğim için. Evet, onu bulmalıydım! Hızla üzerimdeki redingotu çıkarıp Via’nın üzerine örttüm. Baldırıma taktığım kemerdeki hançerlerimi elime alıp mağaranın çıkışına koştum. Ama çıkamadan ayaklarımın altındaki zemin titredi. Titreyenin ben olup olmadığımdan emin olmak için durup yere baktım. Hayır. Çizmemin ucundaki taşlar titriyordu. Mağaradan büyük bir gümbürtü koptu. Tavana baktığımda taşların, mandalla asılan çamaşırlar gibi titrediğini gördüm. Beynim hızla bir şeyleri düşünmeye çalıştı. Eğer taşlar düşerse mağaranın girişini kapatırdı. Zonan ve adamı dışarıda kalır ve Via uyandığında da kan kaybından ölürdü. Öte yandan bu fırtınada Via’yı tek başıma dışarı çıkaramazdım. “Düşün!” diye emir verdim kendime, “Düşün.” Kalbim öyle hızlı ve gürültülü çarpıyordu ki neredeyse fırtınanın sesini duyamayacaktım. Tavandaki taşların arasında çatlaklar oluşmaya başlamıştı. Paniğimin artık bir bedeni vardı ve bir daha hiç bırakmayacakmış gibi bana sarılmıştı. Ellerimi tavana doğru kaldırdığımda parmaklarımın arasından beyaz dumanlar çıktı ve neredeyse dökülmek üzere olan taşların üzerine kapandı. Bu, daha önce eğitimini aldığım bir çeşit savunma büyüsüydü. Rakiple aramda bir duvar çekilmesini sağlıyor ve kazanmak için zaman kazandırıyordu. Taşların düşmesini engeller miydi, emin değildim. Ama denemek zorundaydım. Dişlerimi sıkıp kollarımı tamamen tavana doğru kaldırdığım sırada iki siluet mağaradan içeri daldı. Karşımdaki duvara sırtlarını dayarlarken göz ucuyla onlara baktım. Saçı dağınık olan Zonan’dı. Muhtemelen tokası fırtınada uçmuştu. O anda o kadar rahatladım ki neredeyse tılsımımım geri gidecekti. Zonan yüzündeki peçeyi çıkarırken gözleri benimkilerle buluştu. İyi olup olmadığını sormak istediysem de yapamadım. Onunla konuşmaya cesaretim yoktu. Özellikle arkasına bile bakmadan mağaradan çıkıp gitmesini seyrettikten sonra. Neyse ki beni bu ikilemden kurtardı. “Ne yapıyorsun?” Nefes nefese kaldığı için sesi fısıltıyla çıkmıştı. “Tavan çökmek üzere,” dedim, kafamı kaldırarak. “Buradan gitmeliyiz.” Zonan doğruldu. “Ne?” Kollarım da titremeye başlarken dişlerimin arasından “Tavan çöküyor,” diye tısladım. “Sanırım fırtınadan dolayı.” Yanıma gelip tavanı incelemeye başladı. Parmaklarımın arasından çıkan beyaz bulutların ardındaki taşlar da tıpkı bacaklarım ve kollarım gibi titriyordu. Zonan bir dışarıya bir tavana bakarken “Çabuk karar versen iyi olur,” diye mırıldandım. Konuşurken tüm gücüm tükenirken sendeledim. Ve bu boşlukla tılsım sekteye uğradı. Zonan’la ikimizin başına moloz yağdığında dengemi sağlamaya çalışıyordum ki güçlü iki el belimden kavradı. Nefesim kesilir gibi oldu. Zonan beni dik tuttuktan sonra arkama geçerek bedenlerimizi birbirine bastırdı. Sırtım, Zonan’ın göğsüyle kavuştuğunda damarlarımda kan yerine soğuk bir şey aktı. Nefes almayı unutmuş gözlerimin önü bir anlığına kararmıştı. Eğer büyü yapıyor olmasaydım olduğum yere yıkılıverirdim. Bir elini düz karnıma uzatıp beni iyice kendine bastırırken diğer eliyle dirseğimi tutup destek verdi. Sanki o an fırtına dahi durmuştu. Sanki o an bir mağaranın içinde, bu değişik ormanın ortasında mahsur kalmamıştık. Sanki o an her şey Çok Güzeldi. Ölebilirdim. Nefessiz kalarak ölebilirdim. Başımı arkaya atıp Zonan’a daha da sokulmamak için dişlerimi sıkmak zorunda kaldım. “Biraz daha dayan,” dedi bir ses. Hırıltılı, kısık ve fevkalade güçlü bir sesti. Kralın sesiydi. Kulağımı, boynumu, ruhumu yalıyordu. Başımı sallayıp usulca itaat ettim. Zaten itaat etmekten başka çarem de yoktu. Fırtına o kadar güçlüydü ki gücümü adeta vakumlayarak emiyordu. Sadece bırakmayı düşünmem bile mağara tavanının üzerimize çökmemize neden olurdu. Fırtınanın bu gücünde doğal olmayan bir şeyler vardı. Az sonra önümde bir hareketlilik oldu. Agrius olduğunu tahmin ettiğim siyahlar içindeki kişi arkamdaki Zonan’a bakarak “Şu anda buradan çıkmamıza imkân yok,” diye bağırdı. Fırtına öyle şiddetli bir hal almıştı ki konuşmak için bağırmak gerekiyordu. Ve buna rağmen Zonan’ın dudaklarından dökülen sessiz küfrü duydum. Dudaklarımın kenarı beğeniyle aşağı büküldü. Daha önce böyle yaratıcı bir küfür duymamıştım. “Dallar havada uçuyor ve yıldırım düşmeye başlamış. Dışarısı çok tehlikeli.” Adama baktım. Peçesini hâlâ çıkarmamıştı ama fırtınanın onu korkuttuğunu anlamam için sadece gözlerine bakmam yeterliydi. “Fırtına dinene kadar burada kalmak zorundayız.” Zonan’ın üzerimdeki kolları sıkılaştı. “Fırtına, ağaç bizim öldüğümüzü düşünene kadar dinmeyecek, Agrius.” Tüm bedenim birden gerildi. Bu boşlukla büyü de geri çekilir gibi oldu ve başımıza moloz yağdı. Zonan hemen “Şişt,” diye fısıldadı. “Bir şey yok. Korkma.” Korkmadığımı söylemek istedim. Birinin beni zayıf görmesi düşüncesi tenimi lime lime parçalıyorlarmış gibi hissettiriyordu. Ama yapamadım. Bu sefer değil. Hatta bu sefer büyüyü bırakıp kollarımı Zonan’a ya da Via’ya dolamak ve saatlerce ağlamak istedim. Aptallığıma, merakıma, inatçılığıma, kendimle ilgili sevmediğim her şeye. Hepsi için tek tek cezalandırılmak istedim. ve gözlerim Via’ya kaydığında aslında cezalandırıldığımı anladım. Onun yaralanması benim cezamdı. Neredeyse ölecek olması da. Agrius düşünmeye çalışır gibi bir ileri bir geri yürürken “Ağacı kandıramazsın, Zonan,” dedi. Kralına ismiyle hitap etmesine epeyce şaşırdım ama bir şey söyleyemedim. Belki de ben ve Rhi gibi samimilerdi. “Ağacı kandıralım, demedim. Madem fırtına geçmeden buradan gidemiyoruz, o halde ağacın öldüğümüzü sanıp fırtınayı kesmesini beklemekten başka çaremiz yok.” Agrius durup ona baktı. Esmer tenine tezat oluşturan yeşil gözleri kısılmıştı. Siyah kıvırcık saçları gözüyle aynı renkti ve boyu da Zonan’dan biraz kısaydı. En az onun kadar kaslı olduğu söylenebilirdi. Burnunun üstündeki peçeyi kaldırmadığı için yüzünün devamını göremiyordu ve nasıl birine benzediğini merak etmiştim. Agrius sonunda pes etmiş gibi “Geri nasıl çıkacağız?” diye sordu. Bedenim tekrar gerildi. Şu anda tahmin ettiğim şeyi mi konuşuyorlardı? Burada kısılıp kalmaktan mı bahsediyorlardı? Kollarım titredi. “Olmaz,” diye mırıldandım ama duymadıklarından emindim. Tılsım, gücümü öyle bir emmişti ki sesim bile neredeyse çıkmıyordu. “Bir yolunu buluruz, prenses. Buradan kurtulmak için bunu yapmak zorundayız.” Belli ki Zonan duymuştu. Başımı hızla sallamamla enseme şiddetli bir krampın girmesi bir oldu. İki büklüm büzülüp inlediğim sırada Zonan beni tutup kendine bastırdı. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde kollarım iki yanıma düşmüştü. “Hayır,” diye inledim ama beni geri geri çekmeye başlamıştı, bile. “Seni buradan çıkarmanın bir yolunu bulacağım. Yemin ederim.” Taşlar gürültüyle mağaranın girişini kapatırken öylece kalakaldım. Kendimi sanki o taşların altında eziliyormuş gibi hissettim. Hatalarım üzerime yağıyor, beni öldürmeye çalışıyor gibi. Tılsımı bırakır bırakmaz bedenim odun ateşinin karşısında kalmış gibi gevşerken tüm gücüm çekildi. Zonan’ın beni tutan kolları olmasa yere yığılırdım. “Buradan çıkmanın bir yolu yok!” Zonan, ani bir hareketle beni kendine çevirdi. Mağaranın içi artık kapkaranlık olduğu için Zonan’ın yüzünü net bir şekilde göremiyordum. Sadece karanlık bir gölge gibi duruyordu. “Bana güvenmen için henüz erken olduğunu biliyorum. Özellikle Livivia’ya zarar vereceğimi düşündükten sonra. Ama bana güven. Seni buradan çıkaracağım.” Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Gözlerine bakmaya utandığım için karanlığa şükrettim ve buna rağmen başımı yere eğdim. “Şu anda kendimi düşünmüyorum.” Zonan, kimden bahsettiğimi hemen anlayarak “Leydiyi sağ salim saraya ulaştıracağız. Söz veriyorum,” diye mırıldandı. İlginç bir şekilde ona güveniyordum. İtaat etmekten başka çarem de yoktu. Derin bir nefes alarak göremese de başımla onayladım. Birkaç saat uyusam ve gücümü toparlasam hiç fena olmazdı. Güçlerimi hiçbir zaman bu kadar aktif bir şekilde kullanmadığım için tahminimden daha erken yorulmuştum. Antrenmansızdım. Çünkü babam beni saraydan çıkartmıyordu. Az sonra mağara loş, kırmızı bir ışıkla aydınlandı. Agrius, neredeyse bacak boyum kadar uzun çantasından çıkardığı küçük odunları yerde yakmıştı. Eşyalarını toparlayıp, çantasını bir köşeye bıraktıktan sonra Via’nın yanına gitti. Önünde eğilip elini, alnına koydu. Benden başka onu düşünen birilerinin daha olduğunu görmek içimi rahatlatmıştı. Bu, tanımadığım bir adam olsa bile. “Özür dilerim,” diye fısıldadım, Zonan’a dönerek. Bu konuşmanın özel olmasını isterdim ama mağara çok büyük değildi ve giriş tamamen kapandığı için artık daha fazla yankı yapıyordu. Kaşları birbirine yaklaştı. “Neden özür diliyorsun?” “Via’ya farklı bir şey içirdiğini sandığım için. Yalnızca paniklemiştim. Gerçekten-“ “Seni suçlamıyorum, prenses.” Zonan’ın sesi anlayışlı çıksa da bu benim için yeterli değildi. Daha fazla ayakta duramayacağımın sinyallerini verip tekrar sendelerken “Suçlamalısın,” diye mırıldandım. Beni tutarak “Gel,” dedi ve orta büyüklükte bir kaya parçasının yanına yürüttü. Oturmama yardım ederken net bir sesle “Artık sana karşı önyargılı davranmayacağım,” dedim. “Söz veriyorum.” Gülümseyecek gibi oldu ama yapmadı. Yanımda yere oturarak sırtını taş duvara yasladı. Bedenim kollarının yokluğuyla sızlıyordu. Belki de sadece yorgunluktandı. Yorgunluktan elbette, diye düşündüm. Zonan’ın soğuk bedeninin sıcak varlığıyla hiçbir ilgisi yoktu. “İstediğin kadar önyargılı yaklaşabilirsin, prenses. Bu, sana karşı olan hislerimi değiştirmiyor.” Yüreğim burkuldu. Neden bilmiyorum ama ona yakın durmak için oturduğum kayadan kalkıp yere, yanına oturdum. Gözleri beni buldu. Saçları dağınıkken o kadar güzel ve doğal görünüyordu ki bir süre gözlerimi ondan alamadım. “Ceketin nerede? Üşüteceksin.” Sesi bir perdenin arkasından çıkıyormuş gibi pürüzlüydü. Uzaktı. Daha da önemlisi yorgundu. Çoğunlukla benimle bu tonda konuşuyordu. Sürekli acı çekiyormuş gibi. Elimle Via’yı işaret ettim. Gözleri bir müddet daha yüzümde oyalandıktan sonra parmağımın ucunu takip etti. Via’ya bakarak “İksir on iki saat etki ediyor,” dedi. “Yanımda iki şişe daha var. Agrius’ta da bir şişe.” “Yani Via’yı saraya ulaştırmak için otuz altı saatimiz var,” diyerek tercüme ettim. “Bunun altı saatinin buradan saraya kadar olan mesafeyi kapsadığını düşünürsek geriye otuz saat kalıyor.” Zonan tekrar bana döndü. “Otuz iki.” Kaşlarım kalktığında “Hızlı gidersek,” diye açıkladı. Dehşet verici bir detayı o anda fark ederek irkildim ve gözlerim sonuna kadar açılırken Zonan’a baktım. Korkuyla kolunu tutarak “Atlar,” diye cırladım. Elini elimin üzerine koydu. “Merak etme. Onları da yakınlardaki bir mağaraya bağladık.” Rahatlamayla derin bir nefes verdim. Perla’nın da başına bir şey gelecek olsaydı, herhalde bir daha kimsenin başına bela açmamak için kendimi zindana kilitlerdim. Bu rahatlamanın getirdiği bir özgüvenle mi bilmiyordum ama dudaklarımdan birden “İyi ki buradasın,” sözcükleri döküldü. Ve pişman olmadım. Zonan bir süre öylece baktı. Şaşırmıştı. “Olmasaydım, düşünmek bile istemiyorum.” Biraz da ortamı yumuşatmak için omuz silktim. “Bir şekilde başa çıkabilirdim.” Elimle kendimi gösterdim. “Bu prenses biraz fazla inatçı. Burada ölmeye niyetim yoktu.” Birden gerildi. Gözlerini kaçırıp başını duvara yaslarken sertçe yutkundu ve burnundan keskin bir nefes verdi. Yine yanlış bir şey söylediğimi sanarak “Yani burada olman kötü bir şey değil,” dedim, hızla. “O anlamda söylemedim.” Zonan yalnızca başını salladı. Işık adına! Bu sefer gerçekten de kötü bir şey söylememiştim. Yalnızca takılıyordum. “Burada olmandan mutluyum. Gerçekten.” Zonan bir şey söylemek yerine gözlerini kapayıp derin nefesler aldı. Kendimi tokatlayabilmeyi çok isterdim. Tam tekrar bir şey söyleyecektim ki Agrius araya girdi. “Ölmek prenses. Ölmekten bahsetmeyin.” Hızla ona döndüm. Adam sonunda peçesini çıkarmıştı. Hayal ettiğim gibi bir suratı yoktu. Gerçi ne hayal ettiğimi tam olarak bilmiyordum ama açıkçası daha ortalama bir yüz beklemiştim. O kıvırcık saçların altından bu kadar sert ve yakışıklı bir yüz çıkacağını hiç düşünmemiştim. Zonan’ın bakışları Agrius’u bulduğu sırada “Neden,” diye sordum. Agrius yavaşça tebessüm etti. “Bunu bir gün kraldan öğrenmeniz daha doğru olur.” Tekrar Zonan’a baktım. Şükürler olsun ki o da artık bana bakıyordu. Siyah gözlerinden beyaz buzlar dağıtarak, kızıl alevler saçarak bakıyordu. bunun bir travma olabileceğini düşündüm. Ölmekten bahsetmenin. Ve istemeden de olsa onu üzdüğüm için kendime bugün bilmem kaçıncı kez tekrar sinirlendim. “Ölmek yok,” diye fısıldadım. “Bundan bahsetmek de yok.” Sonunda dudağının bir tarafı yukarı doğru kıvrıldı. “Teşekkür ederim.” Yanaklarım kızarmaya başladığı sırada konuyu değiştirmem gerektiğini anlamıştım. “Ee,” diye soludum. “Buradan çıkmayı nasıl düşünüyorsun?” Dudaklarını büzüp “Henüz düşünme aşamasındayım,” dedi. “Bulduğumda haberin olur.” Gözlerimi ümitsizce girişi kapatan taşlara diktim. Çok kalın ve büyük olmasalardı elimizle kazıyabilirdik. Ama Zonan bile çok güçlü olmasına rağmen bu kayaları yerinden oynatamazdı. “Sence tılsımla kayaları kırabilir miyim?” Zonan olumsuz bir ses çıkardı. “Böyle bir şey deneyeceksen bile iyice dinlendiğinden emin olmadan müsaade edemem.” Kafamı ona çevirdim. “Sırf ben yorulmayayım diye burada tıkılıp ablamın ölmesini mi seyredeyim?” Ölmekten bahsedince dilimi ısırdım ama nefesi tıkansa bile gerçek buydu. “Ablanızın durumu o kadar kötü değil, majesteleri. Ölmesi için burada aç susuz bir hafta kalması gerekir.” Agrius’un araya girip muhalif olmasına sinirlensem de bunu belli etmedim. Çünkü aynı zamanda Via’nın yarasının ölümcül olmadığını bilmek içimi rahatlatmıştı. “Duydun,” dedi, Zonan ellerini açarak. “Doğal olarak sen gücünü toplamadan izin vermeyeceğim.” Gözlerimi kıstım. “Senden izin almıyorum.” “Farkındayım. Ve sevdiğim kadını yapmak istediklerinden kısıtlayacak biri de değilim.” “Şu an ne yapıyorsun?” diye şaşkınlıkla sordum. Yorgun gözlerle beni baştan aşağı süzdü. Biraz daha ileri gitse beni tek lokmada yutabilirdi. “Senin iyiliğin bazı şeylerin önüne geçiyor. Kısıtlayıcı biri olmamak için gücünü zorlamana müsaade etmem.” Karşı çıkacakken beni durdurdu. “Bu konu tartışmaya kapalı, prenses. Hepimiz zor bir gün geçiriyoruz, lütfen beni zorlama.” Bedenim birden ısınmaya başladı. “Zorlarsam ne olur?” Gözleri kısıldı. Alevin loş ışığında birden o kadar güzel göründü ki geri adım atmamak için kendimi zor tuttum. “Hoşlanmayacağın şeyler olur.” Benimle flört ediyordu! Agrius’un önünde! “Beni başından savuşturabileceğini mi sanıyorsun?” diye sorduğumda flörtüne yanıt verdiğimi anlamam çok uzun sürmedi. Lanet olsun! Zonan’ın yüzü birden yüzüme yaklaştı. “Eğer buna savuşturmak deniyorsa prenses, sen de beni savuşturabilirsin. İzin veriyorum.” Kokusunu görmezden gelmeye çalışarak fısıldadım. “Ne yapıyorsun?” “Ne yapıyor gibi görünüyorum?” Adeta sarhoş gibiydi ve gittikçe yüzüme yaklaşıyordu. “Uzaklaşır mısın? Özel alanımı işgal ediyorsun,” diye tısladım, dişlerimin arasından. Hiç etkilenmeden çarpık bir şekilde gülümsedi. “Emin misin?” “Evet!” Bir çırpıda belimden tutup kaldırdığı gibi beni kucağına oturttu. Gözlerim sonuna kadar açılırken kalbim öyle hızlı atmaya başladı ki mağarada yankılanmasından korktum. “Ne yapıyorsun?” diye cırladım, Agrius’u düşünmemek için dişlerimi birbirine bastırarak. Dudaklarıma bakıp “Özel alanını işgal ediyorum,” diye cevap verdi. “Uzaklaşmanı söylemiştim,” dedim ve sesim titrediği için kendime lanetler okudum. “Bu kadar güzel kokmasaydın, dediğini yapabilirdim.” Sadece yanaklarım değil, tüm bedenim kızardı. “Beni bırakır mısın?” Sanki aksini söylemişim gibi beni kendine biraz daha bastırdı. O anda nefes almayı unutmuş olabilirdim. “Tılsım yapmamak için bana söz verirsen bırakırım.” “Hiçbir şey için söz vermeyeceğim.” Parmakları adeta belimi delip içine girecekmiş gibi sıkılaştı. Agrius’un varlığını unutmak istesem de burada olduğunu biliyordum. Gözlerini biraz daha kısarak meydan okudu. “Emin misin?” Eli sırtımda gezinmeye başladığında nefesim kesildi. Yüzümü toprağa gömmek istiyordum. “Lütfen. Beni. Bırak.” Agrius’un duymaması için elimden geldiği kadar alçak sesle söylemiştim. Ama duymasa bile gözleri görüyordu! “Söz ver.” Tükürdüğümü yalamaktan nefret etsem de titrek bir nefes verip “Söz veriyorum,” dedim. “Gücümü toparlayana kadar duvara dokunmayacağım.” Bir süre daha yüzümü inceledikten sonra tekrar belimden tutup kaldırdı ve bir bebek gibi eski yerime oturmamı sağladı. “Ne kadar güzel anlaşıyoruz, öyle değil mi?” Cevap vermeyip kolunu çimdikledim. Canı yanmış gibi inlese de öyle olmadığını biliyordum. Kollarımı önümde birleştirip arkama yaslandım. O hiç de tahmin ettiğim gibi bir değildi ve bu daha da sinirlerimi bozuyordu. Bana doğru eğildiğinde yüzüne bakmamak için direndim ama dudaklarını araladığını ve bir şey söylemek üzere olduğunu göz ucuyla görmüştüm. Kendimi gelecek şeye hazırlarken mağaradan iç gıdıklayıcı bir ses geldi ve ikimiz de aynı anda irkildik. Sürtünmeye benzeyen ses yoğun ve yavaştı. Az sonra yer titredi. Ya da ben titriyordum. Emin olamayarak Zonan’a baktığımda hızla ayağa kalktı ve beni de hemen ayağa kaldırdı. Kollarını belime dolayıp beni kendine çekerken bu sefer itiraz etmedim. Agrius da Via’nın önüne geçerek geniş bedeniyle ona kalkan olduğunda içimden ona teşekkür etmeye başlamıştım bile. “Neler oluyor?” Zonan etrafına bakarak “Bilmiyorum, prenses,” diye yanıtladı. Sarsıntı gittikçe artarken Zonan’ın tutuşu sıkılaştı, Agrius kılıcını çekti ve ses dayanılmaz bir hâl aldığı sırada birden kesildi. Nefes dahi almayı bırakıp olacakları beklerken az önceki sürtünme sesi tekrar duyuldu. Ses, taşların birbirlerine sürtünürken çıkardığı sesle aynıydı. O anda asla tahmin dahi edemeyeceğim bir şey oldu. Via’nın yattığı yerin karşısındaki duvar, tıpkı bir kapıymış gibi aralandı. Agrius’un yaktığı ateş, karanlığa vurduğunda ilk görünen, dünyanın oluşumundan beri orada olduğu belli olan merdivenlerdi. Ve ardından kapının üstünde bir yazı belirdi. “Açılmadan kapanırım.” |
0% |