@nurrunatt
|
“Açılmadan kapanırım mı?” sesim, sessizlikte yankılandı. Bir süre konuşmadan kapının üstündeki yazıya ve ateşin az buçuk aydınlattığı merdivenlere baktık. İçimi sebebini bilmediğim ya da bildiğim ama henüz çözümleyemediğim bir sıkıntı sardı. Daha karşıma neyin çıkabileceğini düşünürken kendime henüz ormandan ayrılmadığım geldi. Yani büyük konuşmasam ya da düşünmesem iyi olurdu. Mağaranın bir çeşit tılsımla kaplanmış olduğunu anlamam fazla uzun sürmedi. Yoksa neden birden bire bir kapı açılsındı? Duvarın, yoktan var ettiği kapı benim de, eski anılarımı tuttuğum beynimdeki kapılardan birini aralandı ve okuduğum tüm o efsaneler mideme kaya gibi oturdu. Mitlere göre Dörtlerin Savaşı olurken savaşamayan insanlar mağaralara yerleşmiş, kendilerine taş duvarlardan sığınaklar örmüştü. O zamanlar erkeklerin de büyü güçleri vardı. Herkes büyülü ve güçlüydü. Mağarada göz gezdirdim ve havayı içime çektim. Öylesine açılıveren tek kapı böyle bir savaşın olduğunu ve ilk insan soylarının burada yaşadığını elbette göstermezdi. Ancak cansız varlıklar birden bire sihirli olmazdı. Büyüler yoktan var edilemez, cisimler kendiliğinden canlanamazdı. Bir cisme büyü aktarmak, ona bir ruh bahşetmek için bir büyücüye ihtiyaç duyulurdu. Yalnızca bir büyücü, bir cisme ruh verebilirdi. İçime çektiğim havayı yavaşça geri bıraktım. Burası büyülüydü. Efsaneler doğruysa bunu yadırgamam gerekirdi. Savaş sırasında insanlar burada yaşamış olabilirdi. Ama… Ama bu büyü… Eski değildi. Kesinlikle eski değildi. Kapıyı her ne harekete geçirdiyse yeni ve benim gücümün çok çok üstünde bir güçtü. Agrius düşünceli bir tavırla “Bilmece gibi,” diyerek düşüncelerimi böldü. “Belki de bilmeceyi çözmeden kapıdan geçmemiz yasaktır.” Agrius’un sert yüz hatları, ortamdaki gerginliği pamuk ipliğine sarmak ister gibi gevşetti ama gülümsemeyi beceremediği için ip hızla koptu. Zonan sıkıntılı bir nefes verip önce mağaranın girişini kapatmış olan taşlara ardından açık kapıya baktı. “Açılmadan kapanırım,” diye mırıldandı. Düşünüyordu ve bu hali ona çok yakışıyordu. Görünme riskini alacak kadar cesaretimi topladığım her an yıllarca onu gizli gizli izlemiştim. Ona bakmak için yakaladığım her fırsatta kralın yüzünde genellikle şimdiki haline benzer düşünceli bir ifade olurdu. Kaşları çatık, biçimli ve kan kırmızı dudakları büzülmüş, erkeksi yüz hatları gerilmiş ve teninin rengi solmuş. Zonan’ın gözleri aniden beni bulduğunda neredeyse yerimden sıçrayacaktım. Kendime onun müstakbel nişanlım olduğunu hatırlatarak usulca gözlerimi kaçırdım. Artık onu gizli gizli izleyen o korkak prenses değildim. Buradaydık ve şartlar değişmişti. Ellerimi belime koyarak “Ne yapıyoruz?” diye sordum. Onu izlerken Zonan’a yakalanmamışım gibi. Bunun beni etkilemesine izin vermiyormuşum gibi. Neyse ki bu sefer atlatmam kısa sürdü. Bir mağarada kısılıp kaldığımız ve ablam yaralandığı için olsa gerekti. Zonan önce kapıya sonra bana baktı. Gözlerinde, çıkışı olmayan bir mağaranın içinde karşısına serap gibi görünen bir kapı çıkmış birinin göstereceği rahatlamaya dair bir ifade yoktu. Sanki çok daha kötüsü olmuş gibi sıkıntılı bir ifade tüm yüz hatlarını sarmıştı. Düşünceli hali, yeni ifadesine yer açmak için uyumuş gibiydi. “Siz burada bekliyorsunuz. Ben kapının arkasında ne olduğunu öğrenip geliyorum.” Birden “Olmaz,” diye cırladığımda Agrius da “Hayır,” dedi. Fırsatı değerlendirip hızla Agrius’la kendimi göstererek “İkiye karşı birsin,” dedim. “Bu durumda ya hepimiz gidiyoruz ya da hepimiz kalıyoruz.” Zonan Agrius’a baktı. Elbette normal bir bakış değildi. Gözlerinin gücü olsa Agrius’u yalnızca bakışlarıyla parçalara ayırabilirdi. “Bana öyle bakma,” dedi, Agrius. “İçinden neyin çıkacağını bilmediğim bir yere kralımı yalnız başına gönderecek kadar aklımı yitirmedim.” bu adamı sevmiştim. Zonan’ın yanağındaki çene kemiği dişlerini sıkmaktan oynarken “Prensesi burada yalnız bırakamayız,” diye tısladı. “Doğal olarak ben gidiyorum, sen de onunla kalıyorsun.” Beni yalnız kalamayacak kadar kadar güçsüz gördüğüne, kırılsam mı sinirlensem mi bilemedim. Ve bu iki duyguyu aynı anda hissederek Agrius’un konuşmasına izin vermeden araya girdim. “Birincisi benim korumaya ihtiyacım yok. İkincisi Agrius senden emir alıyor olabilir ancak ben senden emir almıyorum. Üçüncüsü ben oraya giriyorum ve kardeşimi buradan kurtarmanın yollarını arıyorum.” Zonan’a öfkeli bir bakış atıp kapıya yönelmeden önce “İster biriniz benimle gelir, ister ikiniz de burada kalabilirsiniz. Ancak her ne yaparsanız yapın, ablamı, Leydi Livivia’yı yalnız bırakmayın,” diye tısladım. Zonan ve Agrius böyle bir çıkışma beklemediklerini belli eden surat ifadeleriyle bana bakakaldı. Onları umursamadan kapının girişine yürüdüm. Neredeyse merdivenlere bir adım atıyordum ki Zonan kolumu tutup beni çevirdi. “O halde yalnız gidemezsin.” Gözlerimi kısıp ona bakarken Hah, şöyle diye düşündüm. Agrius araya girerek “Sen de yalnız gidemezsin,” dediğinde sinirlerim iyice oynadı. Ne sanıyordu? Bir ruh, hayalet, beşikte bir bebek olduğumu falan mı? Kendimi bildim bileli güçlerimle ve dövüşle ilgili eğitimler alıyordum. İmparatorluk, Txerrea Krallığı gibi kadınların dövüşemeyeceği, evlerinde oturup çocuk doğurmaktan başka bir işleri olmadıkları bir yer değildi. Burada kadınlar özgürdü. İstersek bir savaşçı, bir leydi, bir eş, bir anne, bir asker ya da bir tüccar bile olabilirdik. Usulca Agrius’a döndüm. “Kör müsün bilmem ama yalnız gitmiyor.” Agrius belki kralıyla samimi olabilirdi ama sonunda karşısında İmparatorluk Prensesi olduğunu hatırlamış gibi ellerini önünde birleştirip kafasını eğdi. “Bağışlayın, prenses. Öyle söylemek istemedim, yalnızca-“ “Yalnızca ben yirmi bir yaşına birkaç gün sonra girecek bir kız, bir çocuğum, öyle değil mi? Benim varlığım Zonan’ın yanındaki kılıç kadar etkili bile değil, öyle mi?” Hızla başını kaldırdı. Gözleri sonuna kadar açılmıştı. Korkup korkmadığı belli olmasa da onu bir şekilde tedirgin edebildiğim için mutlu oldum. “Beni kesinlikle yanlış anladınız, prenses. Ben-“ Hiç gocunmadan tekrar sözünü kestim. “Sen az önce kralına alenen ‘Sen de yalnız gidemezsin,’ dedin. Kralının yanında ben, yani İmparatorluk Prensesi, Zonan’ın müstakbel nişanlısı ve gelini, Txerrea’nın ve doğal olarak senin müstakbel kraliçen varken.” Agrius göz ucuyla yanımda duran Zonan’a baktı. Hafifçe boğazımı temizleyerek dikkatini kendime çektim. Tek kaşımı kaldırıp “Doğru duydum, değil mi?” diye sordum. “Beni tamamen yok saydın.” “Hayır,” dedi, pişmanlıkla dolu bir sesle. “Ben yalnızca korunmasız gitmemeniz için söyledim.” “Öyleyse ‘Yalnız gitmeniz doğru olmaz,’ demen gerekmez miydi?” Cevap veremeyince devam ettim. Zonan’ın çoktan konuşmaya müdahil olacağını düşünmüştüm ama yanımda durarak sessizliğini sürdürüyordu. “Kralını düşünmeni, tamamen ona bağlı olmanı çok iyi anlıyorum ve prensesin olduğumu da tamamen gözden çıkararak söylememe izin ver; bir kadına yokmuş muamelesi yapman çok kaba bir davranıştı.” Gerçekten de hatasını anlamış gibi başını yere eğdi. Adamın yüzünde öyle bir ifade vardı ki daha önce bir kadından böyle azar işitmediği belli oluyordu. Resmen ten rengi değişmişti. “Üzgünüm, prenses.” “Burası sizin krallığınız değil, beyefendi,” dedim, daha da katı bir sesle. “Burada isteyen her kadın dövüş eğitimini, okuma yazmayı öğrendikten hemen sonra alır. Aynı zamanda büyü güçlerimizi kullanmayı da çok küçük yaşta öğreniriz.” Tam kapıya dönüp yürüyecektim ki tekrar ona döndüm. “Ayrıca silah yapmayı da dövüşü öğrendikten hemen sonra öğreniriz. İmparatorluk Şehri’nde kadınlara özel dersler veren Çelik Cadıları bulunur. Biliyor musun, bilmem ama Çelik Cadıları’nın yetersiz kaldığı, yetişemediği zamanlarda İmparatorluk’un ve hatta bazı krallıkların silahları bizzat bizler, yani kadınlar tarafından yapılır.” Biraz daha zorlasam olduğu yere çöküp ağlamaya başlayacak gibi duruyordu. Omuzları çökmüş, gözleri yere sabitlenmişti. “Leydi Livivia’nın yanında kal ve onu canın pahasına koru,” dedim daha ılımlı bir sesle ve “Lütfen” diye de ekledim. Kafasını hafifçe kaldırıp gözünün üstünden baktı. “Emriniz emanetimdir, ekselansları. Ablanıza gözüm gibi bakacağım.” Dönüp merdiven boşluğunda göz gezdirirken “Emretmedim,” diye fısıldadım ama duyulup duyulmadığını bilmiyordum. “Sadece rica ettim.” Her ne kadar soğuk biri olsam da emretmeyi sevmezdim. Gerekli olmadıkça. Zonan’ın sağ kolu mahcup bir sesle “Müstakbel kraliçemin ricası da benim için bir emirdir,” dedi. Demek duymuştu. Zonan da sonunda benim gibi karanlık boşluğa doğru baktı. “Bize ateş lazım.” Omzunun üzerinden bakındı ama meşale gibi elinde taşıyabileceği hiçbir şey yoktu. Bütün odun parçaları çok küçüktü ve Agrius onları mağarayı aydınlatması için kullanıyordu. Dönüp Agrius’a “Buna benzer bir ateş daha yakabilir misin?” diye sordum, yerdeki küçük alevi göstererek. Agrius’un kaşları çatıldı. Ne yapacağımı anlamamış görünse de “Deneyebilirim,” diye mırıldanıp küçük odunların başına geçti. Zonan “Yerde yaktığımız ateşin bize nasıl bir faydası olacak?” diye sordu. Güçlerimle övünmeyi sevmezdim. Özellikle güçleri olmayan erkeklerin yanında. Ama zaten bunu çoğu kadın büyücü yapabiliyordu. Yani bana özel bir durum değildi. “Elementleri kontrol edemem,” diye açıklamaya başladım. “Hiçbir kadın edemez. Büyümüzle birçok şey yapabiliriz. Bir mağaraya ruh kazandırabiliriz, eşyaları hareket ettirebiliriz, istediğimiz bir şeyin elimize cisimlenmesini sağlayabiliriz, koruma kalkanları oluşturabiliriz. Ama beş elemente hükmetme gücümüz yoktur. Yani bir elementi yoktan var edemem ama var olanı kullanabilirim. En azından yatkın olduğum elementi.” Zonan etkilenmiş görünüyordu. Hatta epey etkilenmiş görünüyordu. Bu bilgiyi annesinden bildiğini biliyordum. Bilmemesine imkân yoktu. Ama bu, beni yutacakmış gibi bakmasını engellemiyordu. Neyse ki Agrius araya girerek beni, ona bakmaktan kurtardı. “Yatkın olduğunuzu mu?” Şaşkınlıkla ona döndüm. “Evet.” Yerdeki odunları toplarken bana kısa, şaşkınlıkla dolu bir bakış attı. Hadi canım. Gerçekten bilmiyor muydu? Neredeyse ben de onun kadar şaşırmıştım ve şaşkınlıktan gülmemek için kendimi zor tuttum. Zonan boğuk bir sesle “Yatkınlığın ateş mi?” diye sordu. Dudaklarımı yalayıp başımı salladım. Bu bilgiyi normalde saklıyorduk. Nedeninden emin değildim ama babam ateş yatkınlığının çok az görüldüğünü ve nadide olduğunu söylemişti. Yalnızca ailemizin bilmesi yeterliydi. Her türlü kötü ihtimale karşı yani. Zonan kocam olacağına göre söylemekte bir sakınca görmedim. Başımla onaylayarak tekrar “Evet,” dedim. Her nedense ona bakmaya cesaret edemedim. O, o kadar ateşin zıddı bir insandı ki. Sadece duruşu, gözleri ve karakteriyle değil teniyle bile soğuktu. Onun zıddı olmak nedense beni utandırmıştı. Agrius, taşları birbirine sürtüp ateş yakmaya çalışırken “Yatkınlık ne anlama geliyor?” diye sordu. Soru sorup beni Zonan’ın karşısında dikilmekten kurtardığı için Agrius’a teşekkür etmek istedim. Ve ona yaklaşıp sorusunu cevapladım. Zonan’ın bakışlarını ensemde hissetmek, konuşurken zihnimi toparlamama hiç de yardımcı olmuyordu. “Hava, su, toprak, ateş, metal. Beş element. Her büyücü ya da sanırım siz cadı diyorsunuz… Yani bizler bir ya da birden fazla elemente yatkın olabiliriz. Mesela benim yatkınlığım ateştir. Dediğim gibi yoktan var edemem ama ateş beni yakmaz ve var olanı kullanabilirim.” “Var olan bir ateşle istediğinizi yapabiliyor musunuz?” Agrius’un daha önce bu basit şeyi öğrenmeyip şimdi merakla sormasına çok şaşırmıştım. “Aslında evet,” dedim. “Birazdan yakacak olduğun ateşi büyütebilirim, düşmanıma savurabilirim, onunla oynayabilirim. İstediğim her şeyi yaparım. Ancak çoğaltamam.” Kumral kaşlarını çatıp bana baktı. Bir yandan da elindeki taşları sürtüyordu ama odunlar çok küçük, cılız ve az sayıda olduğu için bir türlü alıştıramıyordu. “Neden çoğaltamıyorsunuz? Bir elementi kullanabilmek için var olan üzerinden gidiyorsanız elinizde olanı çoğaltabilmeniz gerekmez mi?” “Elementi kullanmak için önce o elemente sahip olmalıyım,” diye açıklamaya çalıştım. “Elementi buldum ve kullanıyorum. Büyültürüm, küçültürüm, şeklini değiştirebilirim. Ama çoğaltmak adedini arttırmaktır. Bu da elemente hükmetmekten geçer ve dediğim gibi bizler elementlere hükmedemeyiz.” Dönüp arkamdaki Zonan’a ve sonra tekrar Agrius’a baktım. “Bunu eskiden siz yapıyordunuz. Erkeklerin tılsımı yalnızca beş elementti.” Agrius sonunda küçük bir alev parçası çıkarmayı başardı. Omuz silkip çarpık bir gülümsemeyle bana kısa bir bakış attı. “Sanırım ihtiyacımız olmadığı için elimizden aldılar.” İstemeden de olsa güldüm ve yanına eğildim. “Ateşi yakabiliyor olman diğer elementleri de yaratabileceğin anlamına gelmiyor.” “Kılıcım varken diğerlerine ihtiyaç duymuyorum, ekselansları.” Sesi keyifli çıkıyordu. Tam bir Txerrea erkeğiydi. Gözlerimi devirerek “Şimdi çantanda su olmasa ve ölümümle yaşamım arasında bir yudum suya ihtiyaç olsa,” dedim. “Ne yapardın?” Onun gülümsemesi silinirken benimki arttı. Kaşlarını çatıp düşünmeye çalıştı ama yararı yoktu. Eline uzanıp “Kâfi,” diyerek durdurdum ve ateşi işaret parmağımın ucuna aldım. “Eğer o çok böbürlendiğin kılıcını, diğer çok böbürlendiğin yumruğunla suya dönüştürme yeteneğin yoksa muhtemelen ölmüş olurdum.” Şimdi keyiflenme sırası bendeydi. Alevi büyütüp avucuma çektiğimde mağaranın içi biraz daha aydınlandı. İkimiz de ayağa kalkarken “Diğer çok böbürlendiğimin yumruğum olduğunu nereden biliyorsunuz?” diye sordu. “Ya hançerimse?” Tekrar göz devirdim ve gözlerine anlamlı anlamlı baktım. Bir süre o da bana baktı ama sonunda pes ederek gözlerini kaçırdı. “Tanıştığıma memnun oldum, prenses.” Eminim öyleydi. Otuz iki diş sırıtarak “Ben de,” dedim. Ve keyifle bizi izleyen Zonan’a döndüm. |
0% |