Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm

@nurrunatt

Neredeyse Kara Lejyonları Komutanlığı’nın koşu pisti kadar büyük olan toplantı odasına girdiğimizde saray meclisi çoktan yerini almıştı. Rhi, eli belindeki kılıcının kabzasında arkamdan geliyordu.

İmparator Miranris –babam-, başköşedeki uzun arkalıklı sandalyesinde oturuyordu. Rhi baş muhafız olarak onun sandalyesinin çaprazında belirli bir mesafede durarak ellerini önünde birleştirdi. Ben de babamın çaprazındaki en başta, benim için ayrılmış olan sandalyeye oturdum.

Çatık kaşlarıyla bana bakarak “Via?” diye sordu.

Astor’a âşık olduğunu sanmamız için üzgün rolü yapıp buraya gelemediğini söylemek yerine “Onu bulamadık,” diyerek omuz silktim.

Derin bir nefes verdi. Sinirlendiği görülüyordu. Her zamanki gibi.

Önceden babamın yüzüne baktığımda kızıp kızmadığını anlayamazdım. Çünkü küçük kızına, sinirli olduğunu asla belli etmezdi. Hatta kendini öyle bir sıkardı ki dudaklarının kenarları seğirdiğinde “Şimdi sinirli misin,” diye sorardım. Bunu bilerek yapıyordum çünkü kızgınken nasıl göründüğünü merak ediyordum. Ancak babam bu oyunlara gelmeyip “Hayır, sinirli değilim,” derdi.

Bazen o adamı özlüyordum. Hatta bazenden bile fazla. Kızdığında, biz üzülmeyelim ya da korkmayalım diye bunu belli etmemek için akla karayı seçen o adamı özlüyordum. Sanki annemle birlikte babam da ölmüştü ve karşımda oturan bu adam babamın huysuz, aksi, onun tüm özelliklerinin tam tersi olan ikiziydi.

İmparator boğazını temizleyip “Artık başlayabiliriz,” dediğinde meclis üyeleri aynı anda başlarını sallayıp itaat etti.

Tam karşımda oturan Rahip Silias boğazını temizleyerek başını eğdi. “İzninizle majesteleri.”

Babam elini kaldırıp onay verdiğinde Silias vakit kaybetmeden konuya girdi. “Bu gece için imparatorluk templuasını (tapınak) hazırlattım, majesteleri. Rasathane şefimiz bu gece Son Dördün olacağını söyledi. Önümüzdeki iki ay boyunca da olmayacakmış. Prensesimizin, saatler gece yarısını vurduğunda orada olması gerekecek.”

Ah doğru ya!

Beş gün sonra doğum günümdü. Ve ilginç bir şekilde kendi doğum günümün planlamalarında bulunmama rağmen yine doğum günüm olduğunu unutmuştum. Bu, annem öldükten sonra kazandığım umursamaz, parazit gibi bir alışkanlıktı.

Kaşlarımı çatıp babama baktım. Bana değil, rahibe bakıyordu. “Templua?” Sesim kısık olsa da soğuk çıktığı için kendimi içten içe tebrik ettim.

Babam beni duymamış gibi yaparak Rahip Silias’a “Güzel,” diyerek cevap verdi. “İçeri sadece rahibe ve kızımın girmesini istiyorum.”

Hayır! Söz vermişti. Bu sene bunu yapmayacağına söz vermişti!

Rahibe Darisa sözün kendisine geldiğini düşünerek “Merak etmeyin, majesteleri,” diyerek güvence verdi. “Her şey tam istediğiniz gibi hazırlandı.”

Babam, başıyla onayladıktan sonra başını yana çevirip Rhi’ye seslendi. İmparatorun baş muhafızı bir adım öne çıktı. “Rhesel, bu gece en iyi muhafızlarından Prenses Nixavis’e templuaya kadar eşlik edecek bir birlik hazırla.”

“Emredersiniz, majesteleri.”

Rhi çevik bir hareketle bir kez eğildikten sonra arkamda bekleyen Astor’a eliyle işaret ederek onu takip etmesini söyledi ve ikili toplantı odasından ritmik adımlarla uzaklaştı. Rhi’nin boşalttığı yere henüz adını bilmediğim yeni muhafızlardan biri geçerken benim arkama da imparatorluk hazinedarının çaprazındaki muhafız yerleşti.

Olanları ironik bir sakinlikle izledim. Neden kalbim kırılmıştı ki? Ne ummuştum? Babamın gerçekten beni düşündüğünü, ilk defa isteklerime cevap verdiğini mi? Annem öldükten sonra ilk kez baba olduğunu hatırladığını mı?

Dudaklarımdan homurtuya benzer kısık bir ses çıktı. Bu ses öyle alçaktı ki kimse duymadı. Kalbimin sesi gibi, babama attığım sessiz çığlıklar gibi. Bunu Via dışında kimse duymazdı zaten.

“Baba-“ dedim, usulca ama hemen sonra nerede olduğumuzu hatırlayıp “Majesteleri,” diyerek düzelttim. “İmparatorluk templuasına gitmeye gerçekten gerek var mıydı?”

“Yirmi bir yaşına giriyorsun, Nix,” diye açıklamaya çalıştı, bilmiyormuşum gibi. “Bu ailemiz için bir gelenektir.”

Ailem için neyin gelenek olduğunu gayet iyi biliyordum. Ve tam da bildiğim için ona bu sene templuaya gitmek istemediğimi söylemiştim. İşin tuhaf tarafı ise kabul etmişti.

“Söz vermiştin.” Sesimin güçlü çıkması için her şeyi yaptıysam da bu sefer başaramadım. Kırılgan ses tonum dudaklarımın arasından kelebek gibi süzülerek babamın kulaklarına ulaştı. Yüzü bir saniyeliğine yumuşar gibi oldu. Gerçek görüp görmediğimi kontrol etmek için gözümü kırptığımdaysa bu ifade az önce hiç var olmamış gibi kayboldu. Göz yanılsaması gibi. Halüsinasyon gibi.

Babamın yüzünde bir şefkat yakalamak artık halüsinasyon görmeye benziyordu.

Boğazını temizledi. “Lütfen, bunu zorlaştırma, Nix.”

Zorlaştırmazdım.

Bugüne kadar emirlerinden çıkmamıştım. Örnek bir prenses ve evlat olmuştum. Her ne kadar babam örnek bir baba olmasa da ve ona gösterdiğim saygıyı hak etmese de yine de ona karşı saygıda kusur etmemiştim.

Babamın bakışlarını bir müddet daha yüzümde hissettim fakat dönüp bakmadım. O da sonunda bana bakmaktan vazgeçip yanımda oturan hazinedara döndü. “Evanyer, yaş günü kutlaması için ayırdığımız bütçenin üzerine çıktığımızı duydum.”

Evanyer mahcup bir tavırla başını yere eğdi. “Maalesef, majesteleri. Bu sene prensesimizin yaş günü kutlamasına fazladan iki krallık daha katılmaya karar verdi.”

Hızla başımı çevirip hazinedara bakarken babam, kafamdaki soruyu yöneltti. “Bütün krallıklar geliyor, yani?”

Evanyer, başıyla onaylayıp “Evet, majesteleri,” diye yanıtladı. “Bu da yemek ve içecek masrafını iki katına çıkarmış oldu. Ayrıca prensesimiz özel bir gösteri düzenlenmesi için sanat kolu ile görüşmüş.”

Gözümü kısıp Evanyer’e baktım. Ne olurdu yani, doğum günüme kadar ağzını kapalı tutabilseydi?

Babam plana ve düzene kafayı takmış bir adamdı. Bütçe onun için önemli değildi ama belirlenen bütçenin üzerine çıkmak demek, planın dışına çıkmak demekti.

“Nix.”

Bunun hesabını Evanyer’den soracağımı zihnime not ederek babama döndüm.

Muhtemelen bana kızacaktı ama bunun için özel bir açıklama yapma gereği duymuyordum. Annem hayattayken benim ve Via’nın yaş günlerinde özel gösteriler düzenletirdi. Özel besteler söylenir, akrobasi yapılır ve tiyatrolar oynanırdı. Hepsini o kadar çok severdim ki anneme sanat koluna gitmek istediğimi söylerdim.

O öldükten sonra hiçbir yaş günümde gösteri düzenletmemiştim. Yaş günlerimde yalnızca sade davetler verilmişti. Bu güne kadar. Annem, özellikle bu yaş günümde özel gösteriler görmek isterdi. Onun anısını yaşatabileceğim bir iğne bile daha önemli geliyordu.

Babamın gözlerinde birkaç saniyeliğine de olsa yine bir duygu kıpırtısı belirir gibi oldu. Ve bu sefer gizlemeye de çalışmamıştı. Babamın onu özlediğini biliyordun, tıpkı benim gibi hatta belki de daha çok.

O öldükten sonra kalbi birden soğumuştu. Bana eskisi gibi yakın davranmıyordu. Bu soğuk ilişkimizin karmaşıklığı arasından babamın beni bir şekilde sevdiğini – belki de bu kadar iyimserlik fazlaydı - düşünüyordum ama eski ilişkimiz annemle birlikte toprağa gömülmüştü.

Gözlerime bakarak yalnızca “İyi düşünmüşsün,” dedi. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. İşte bunu söylemesini gerçekten de beklemiyordum.

Dudaklarımı aralamama dahi müsaade etmeden Evanyer’e dönüp “Ayrılan bütçeyi iki değil, dört katına çıkaralım,” diye emir verdi. “Hiçbir şey eksik olmayacak.”

“Baş üstüne, majesteleri.” Evanyer, önündeki defteri açıp bir şeyler karalamaya başladı.

İmparatorluğun batı elçisi Tansio boğazını temizleyerek söz istedi. Babam başıyla onayladığında “Bu sabah Deniz Lejyonları Komutanlığı’ndan bir mektup aldık efendim,” dedi. Ses tonuna ve birbirine değecek olan

kaşlarına bakılırsa pek de hayırlı bir habere benzemiyordu.

“Devam et.”

“Mektup bizzat Deniz Lejyonları Komutanı Fixel’den geldi, majesteleri. Ve… bir baksanız iyi olur.”

Kendimi tutamayıp merakla öne çıkarak babamdan önce davrandım. “Ne diyor?”

Tansio önce bana ardından imparatoruna baktı. Gözlerimi kıstım. Gerçekten mi?

Dönüp babama baktım, bana değil, Tansio’ya bakıyordu. Tam bir şey söyleyecektim ki buna izin vermeyip “Mektubu bana ver,” dedi, sert bir sesle.

Tansio, ayağa kalkıp mektubu teslim etti ve tekrar yerine oturdu. Babam, mektubu uzun, ipek hırkasının içindeki cebe yerleştirdi. Sabırsız bir edayla güney elçisi Roziel’e döndü. “Oillara (Horoz) Krallığı yaş günü törenine gelmeyeceğini bildirmişti. Fikrini değiştiren bir etken var mı?”

Roziel, siyah kıvırcık saçlarını tepesinde toplamıştı. Çikolata rengindeki teni, üzerine yağ sürülmüş gibi ışıl ışıl parlıyordu. Badem gözlerinin üzerindeki kirpikler kamçı gibi uzundu. Her zamanki gibi bakımlı ve güzel görünüyordu.

İnce parmaklı ellerini masanın üzerinde birleştirdi. Dolgun dudakları, kesik bir nefes için aralandıktan sonra konuşmaya başladı. “Aslında var, majesteleri.” Onun sesi de sıkıntılı çıkıyordu. “Ama bunu şu anda konuşmanın doğru olacağını düşünmüyorum.”

Benim burada oluşumu kast ettiği çok açıkken artık buna kayıtsız kalamazdım. Roziel’e bakarak “Benim burada olmamdan çekinme, Roziel” dedim, umursamaz bir sesle. “Duymamı istemediğini biliyorum, arzu edersen odama çekilebilirim?”

Roziel’in gözleri sonuna kadar açıldı. Farkında olmadan haddini aştığını düşünerek hemen kendini savunmaya geçti. “Size ne yapacağınızı söylemek benim haddime değil, ekselansları. Sanırım beni yanlış anladınız.” Sesi abartılı bir şekilde yükselirken gözlerimi devirdim.

Başımı yana eğip inanmadığımı belli eden gözlerle Roziel’i süzdüm. Yardım dilenir gibi imparatoruna baktı. Babam konuyu tamamen ciddi meselelerden uzaklaştırarak “Yaş gününde istediğin şeyleri söylemek için son fırsatın,” dedi.

Hayretler içinde ona dönüp “Gerçekten mi?” diye sordum. “Toplantıda benim yaş günümü mü konuşacağız?”

“Buraya toplanmamızın amacı sevgili prensesimizin yaş günüydü, zaten, leydim. Büyük bir tören olacak, bütün krallıklar geleceklerini onayladı. Hepsinin imparatorluğu olarak onlara en iyi şekilde ev sahipliği yapmamız, üzerimize düşen en büyük görevdir.” Bu sefer yanıt imparatorluk elçisi olan Nazdo’dan gelmişti.

Bu adamı hiç sevmiyordum. Yalakanın tekiydi. Bu adamı neden böyle büyük bir pozisyonda tuttuğunu babama defalarca sormuştum ve “Seviyesiz insanlar kendileri gibi olanları sadece gözlerine bakarak anlar,” yanıtını almıştım. “Bu diyarın tek imparatoruna kimin gerçekten itaat edip, kimin aslında çıkarcı olduğunu görmemi sağlıyor.” Nereden bakılırsa bakılsın mantıklı bir cevap ve tercihti. Ama yine de o adama katlanamıyordum. İmparatoriçe olduğumda vereceğim ilk resmi emir Nazdo’yu kapının önüne koymak ve yeni bir imparatorluk elçisi atamak olacaktı.

Nazdo’dan tiksindiğimi gizleme zahmetine dahi girmeden yüzünü incelerken babam, dikkatimi çekebilmek için “Hepimiz senin yaş günün için ciddi ölçüde çalışıyor ve bunu umursuyoruz,” dedi, kuru bir sesle. “Senden de aynı tevazuu göstermeni bekliyorum.”

Gözlerimi Nazdo’dan zorla ayırdım. Babam izin verecek olsa ya da bunun için beni cezalandırmayacak olsa elçiyi üç saniyelik bir tılsımla burada öldürürdüm.

Babama samimiyetle bakarak “Yalnızca, önemli konularda benim de fikir sahibi olabileceğimi bilmeni istiyorum,” diye mırıldandım.

Gözlerimin içine bakıyordu. O anda babamın bana uzun zamandır bu şekilde bakmadığını fark ettim. Bu bakışları nasıl adlandırmalıydım, onu bile bilmiyordum. Yumuşak mı? Yok, canım daha neler! Babam bana yumuşak bakmazdı ki.

“Bunu zaten biliyorum, kızım.”

Kelimeler, dudaklarından döküldüğü an donup kaldım. Kızım.

O kadar şaşırmıştım ki dudaklarımın aralanmaması ve küçük, yaramaz bir şaşkınlık nidasının kaçmaması için büyük bir çaba sarf etmem gerekti. Yılın bu zamanları – doğum günüm –babamın duygusal olduğuna şahit olmuştum ama bu farklıydı. Bana yıllardır… ‘kızım’ dememişti.

Boğazım düğümlendiğinde bir şey söyleyip üstelemenin yersiz olacağını düşündüm ve biraz da ağlamamak için çenemi kapalı tutmaya karar verdim.

Bu sırada babam, Pia’ya “Programı gözden geçirelim,” diyerek talimat verdi. Pia imparatorluğun organizasyon şefiydi. Bu sene yıllar sonra ilk defa yaş günü törenimi düzenlerken onunla çalışmıştım.

Pia boğazını temizledikten sonra bana kaçamak bir bakış attı ve tamamen babama döndü. “Gün batımıyla birlikte konuklarımızı ağırlamaya başlayacağız, majesteleri. Halkı, sarayın arka avlusuna toplayıp, krallıktan gelen konuklarımızı ön kapıdan büyük salona alacağız. Krallık mensupları halktan yaklaşık bir saat kadar sonra teşrif etmiş olacak.”

Birden kalbim hızlanmaya başladı. Bu kısımdan sonrasını tamamen biliyordum. Konukların hepsi geldiğinde onları hoşlayacak ve biraz sohbet edecektik. Ardından pasta kesilecek ve yeni yaşım için hediyeler almaya başlayacaktım.

Ancak ilk hediyeyi bu sefer kendime ben verecektim.

Çelik cadılarıyla birlikte çalışıp özel bir hançer yaptırmıştım. Tehlikeyi sezerek, yalnızca benim görebileceğim bir tılsımla renginin değiştiği bir hançer.

Böylece hayalim olan kadim büyücülüğü öğrenmek için Sagmua (Fare) Krallığı’na gittiğimde yanımda beni koruyacak bir silahı olacaktı.

Aslına bakılırsa Sagmua’ya giderken böyle bir silaha ihtiyacım bile yoktu. Orası annemin doğup büyüdüğü, şimdi ise annemin ağabeyi yani dayım Orlansio’nun yönettiği bir krallıktı. Sagmua’da burada olduğumdan daha güvende olurdum.

Ama bunu babama anlatmak zorun da ötesindeydi. Annemin ölümünden sonra o kadar korumacı biri olmuştu ki bazen nefes bile aldırmıyordu. Tek dileğim; doğum günümde herkesin içinde kendime ilk hediyemi verirken ve kadim büyücülüğü öğrenme hayalimi anlatırken babamın aksi bir yorumda bulunmaması, hatta mümkünse izin vermesiydi. O ve tüm krallık neden Sagmua’ya gitmek istediğimi anlamalıydı. İleride Avoria İmparatorluğu’nun imparatoriçesi olacaktım ve bunu en iyi şekilde yapmak istiyordum.

Pia konuşmasına “Ardından hediye kısmına geçiş yapacağız,” diye devam ederken gözleri yine beni buldu. Mahcup ifadeye bürünmüş gözleriyle gözlerime bakıp yutkunduğunda bu halinin hiç de hayra alamet olmadığını düşünmeye başladım.

“Evet, Pia. Devam et.” Babam ısrarcı bir ses tonuyla Pia’yı konuşması için teşvik ettiğinde içimde tarif edilemez, sıkıntılı bir his oluştu. Bir şey olacaktı ve bunun, hiç hoşuma gitmeyeceğinden adım kadar emindim.

Pia gözlerini benden kaçırarak kısık bir sesle “Prensese ilk hediyesi Txerrea (pars) Kral’ı tarafından verilecek,” dedi. Kaşlarımı çatıp ona baktım. Bizim hazırladığımız programda böyle bir şey yoktu. Txerrea Kralı neden bana ilk hediyemi veriyordu ki? Normal şartlarda ilk hediyemi babamdan ya da Via’dan almalıydım.

“Devam et,” dedi, babam tekrar. Göz ucuyla ona baktığımda onun da bana baktığını gördüm. Bu hiç hoşuma gitmemişti. Kalbim amaçsızca teklerken mideme nahoş bir karanlık çöktü. Pia neredeyse ağzının içinden “Txerrea Kralı, Zonan Brzeska, prenses hazretlerine evlilik teklifinde bulunarak ilk hediyeyi takdim edecek,” diye mırıldandı.

Bir an için ne duyduğumu anlayamadım.

Yanlış mı duymuştum, yoksa uyuyakalmıştım da rüya mı görüyordum? Belki de kötü bir şey olacağına kendimi o kadar inandırmıştım ki beynim benimle nahoş, çirkin bir oyun oynuyordu. Ne olursa olsun, gerçek değildi. Gerçekten böyle bir şey duymuş olamazdım.

Olamazdım!

Elimi dudaklarımın üzerine götürerek isterik bir şekilde kıkırdadım.

Masadaki tüm gözler üzerime dikildi. Hiçbirini umursamadan Pia’ya “İlahi,” diyerek takıldım. “Bir an için Kral Zonan’ın bana evlilik teklifi edeceğini söylediğini sandım.”

Pia, sandalyesine öyle bir gömüldü ki narin ve küçük bedeni neredeyse görünmez olmuştu. Başını dizlerine doğru indirdiği için uzun saçları yüzünü kapatıyor ve onu görmemi tamamen engelliyordu. Kalp atışlarım bozulmuş saat çarkları kadar çirkin bir sesle hızlanırken “Pia?” diye seslendim. Babam dâhil olmak üzere masada kimseden çıt çıkmıyordu. Neredeyse nefes aldıklarını bile duymuyordum.

Daha sert bir sesle “Pia!” dedim. Ama bana bakmıyordu. Hatta bakamıyordu. Görgü kurallarını hiçe sayarak “Pia!” diye bağırdım. Pia yerinden sıçradı ve sonunda kafasını kaldırdı. Ama bana değil imparatora bakıyordu. Yalvaran bakışlarla.

Hayır, hayır, hayır, hayır!

Başımı hızla babama çevirdi. Tamamen ifadesiz bir yüzle olanları izliyordu. “Ne demek oluyor, bu?”

Sesim o kadar yüksek çıkmıştı ki rahibe Darisa’nın beni uyarması gerekmişti: “Prenses.”

Rahibeye aldırmadan “Baba?” diyerek onu konuşmaya zorladım.

Ne söyleyeceğini bilmiyormuş gibi bir süre dilini ağzının içinde oynattı. Bunu yaparken çenesi garip bir şekilde sağa sola hareket ediyordu. Sonunda dudaklarını araladığında benim babama ait olamayacak bir sesle konuştu. “Pia’yı duydun.” Sadece bunu söyleyip çenesini tekrar kapatırken, ne yapacağımı bilemez bir halde ona baktım.

“Pia’nın ne söylediği umurumda değil. Böyle bir şey olmayacak!”

“Ses tonuna dikkat et, Nix.”

Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Bir de ses tonuma dikkat etmemi istiyordu, öyle mi? Çok beklerdi!

“İyi!” dedim, yine bağırarak. “Evlilik teklifi etsin ve sekiz krallığın, kocaman imparatorluğun, tüm Avoria’nın gözleri önünde rezil olsun. Çünkü o teklifi asla kabul etmeyeceğim.”

Babamın gözleri gittikçe alevlendi. “Haddini aşıyorsun,” dedi, sakin bir ses tonuyla. bu sesin ardından gelecekleri çok iyi biliyordum. Bir an için – en azından şimdilik, çenemi kapalı tutmakla daha fazla üzerine gitmek arasında kaldım. Ve babama çeken tarafım, üzerine gitmek seçeneğinde karar kıldı.

“Hatta bana uzattığı o yüzüğü alıp kendisine takmasını söyleyeceğim!”

Babamın sesi yükseldi. “Yeter artık!”

“Onunla evlenmemi mi istiyorsun? Buna izin vermem. Bir daha yüzümü dahi görmeyeceğin şekilde ortadan kaybolurum.”

Rahibe Darisa tekrar araya girdi. “Prenses, neler söylüyorsunuz?”

Hışımla dönüp ona baktım. Ardından masadakilere göz gezdirdim. “Hepiniz biliyordunuz ve bana bir şey söylemediniz, öyle mi?”

Konuşmaya ilk cesaret eden elbette Nazdo oldu. “İmparatorumuz ne söylerse onu yapıyoruz, prenses. Size de aynısını şiddetle öneriyorum.”

Ateş saçan gözlerimi ona çevirdim ve masanın üzerinden öne doğru eğildim. “İmparatorluğun elçisi olduğunuz için kendinizi bana nasihatler verecek konumda mı sanıyorsunuz?”

Nazdo, büyük bir cesaret gösterisi sergileyerek başını yana eğdi ve son derece ukala bir tavırla “Sevgili prensesimize bir şeyler öğretebileceksem bu benim için ancak mutluluk olur,” dedi. Sesindeki o küçümseyici tınıyı, gözlerindeki hain ışıltıyı görebiliyordum.

Babam benden önce “Nazdo,” diyerek uyarıda bulundu.

Benim için oldukça yetersiz bir uyarıydı. Özellikle alev beynime sıçramışken. Babamı tamamen görmezden gelerek gözlerimi kıstım ve Nazdo’ya “Tüm Avoria’nın prensesi olmanın ne demek olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum. Sesim buz gibiydi. Nazdo’nun gözündeki pişkin ışıltı anında söndü. Ona cevap verme fırsatı sunmadan “Ben biliyorum,” dedim. “Dikkatli olun, elçi. Sadece bana bakarken kullandığınız bu ifade için bile sizi öldürebilirim.”

Rahip, yanlış bir şey söylediğimi düşünür gibi boğazını temizledi ama konuşmaya cesaret edemedi. Nazdo’nun ağzı bir karış açık kalmıştı. Çocuksu bir ümitle bakışlarını çok sevdiği imparatoruna çevirdi.

Ben de sandalyemde doğrulup babama baktım. Nazdo’yla böyle konuştuğum için biraz daha bağıracak ve odama yollayacak sanıyordum ama yanılmıyorsam gözlerinde memnuniyete benzer bir şey gördüğüme neredeyse emindim.

Ancak bu ifade hızlı bir şekilde tekrar kayıtsızlığa büründü.

“Baba,” dedim, fısıldayarak. “Buna izin veremezsin. Kral Zonan’la evlenmeme izin veremezsin.” Herkesin Buz Kralı dediği adamla. Yıllardır başarıyla kaçtığım adamla.

Gözlerime öyle sert bir ifadeyle baktı ki neredeyse olduğum yere gömülecektim. Gözleri ateş gibi parlıyor, sakallı çenesi seğiriyordu. Dişlerinin arasından “Bir daha kararlarımı sorgulamayacaksın, Nix,” diye uyardı. “Asla!”

Bütün vücudum ısınmaya başladı. Sinirle ellerimi masaya vurdum. Bütün komite üyeleri yerlerinden sıçrayarak geri çekilirken babam şimdi daha da sinirli görünüyordu ama beni burada öldürecek de olsa umurumda değildi. “Onunla evlenmeyeceğim!”

Kısılan gözleri önce masaya vuran ellerimi, ardından yavaş, çok yavaş bir şekilde gözlerimi buldu. Bir an için korkunun bedenimi sardığını hissedip nefesimi tutmak zorunda kaldım. Gözlerinde daha önce görmediğim bir ifade vardı. Sinir ya da öfkeye benzemiyordu. Eğer bu bir öfkeyse o zaman diğer insanlar hiçbir zaman öfkelenmeyi beceremiyor demekti.

O gözlerde çok ciddi, çok soğuk, çok uzak bir şey vardı.

Titredim.

Babamın bakışları altında hayatımda ilk defa titredim ve yüreğim büyük bir korkuyla burkuldu.

“Odana git,” dedi, sakince.

Saçma bir cesaretle “Onunla evlenmek istemiyorum,” diye direttim.

Gözleri mümkünmüş gibi daha soğudu. Beni boğuyordu. Soğuğun ve karanlığın ortasında kalmış nefes alamıyordum ve elini bana uzatmıyordu. Korkunç görünüyordu. Gerçekten korkunç.

Hışımla ayağa kalktığında komite üyeleri de onunla birlikte ayağa kalktı. Bense korkudan hareket dahi edemiyordum.

Babam elini koluma geçirip beni bir çırpıda ayağa kaldırdı ve yüzünü yüzüme doğru yaklaştırıp “Kral Zonan’la evleneceksin, Nixavis!” diye tısladı. “İstersen kabullenirsin, istemezsen kabullendirmenin bir yolunu bulurum. Son sözüm bu.”

Boğazım düğümlendi. Bu adam benim babam olamazdı. Annemden sonra değiştiği doğruydu ama bu kadarını yapacak kadar gaddar bir insan olmamıştı. Değildi. Bu. Adam. Benim. Babam. Değildi.

Yaşlar gözlerime dolarken babam bakışlarını yere çevirdi. “Şimdi odana git ve gece yarısına kadar dışarı dahi çıkma.” Emri sert ve netti. Altında yatan imayı sezebiliyordum. Eğer o odadan çıkacak, emirlerime karşı gelecek olursan Nixavis, seni şimdi olduğundan daha fazla üzerim.

Üzemezdi. Bundan daha fazla üzebileceği hiçbir şey

yoktu.

“Annem olsaydı, buna asla müsaade etmezdi,” diyebildim, yalnızca. Ama bunu dediğime anında pişman olmuştum çünkü daha önce bana karşı asla kullanmadığı o korkunç imparator sesiyle “Annen artık yok,” diyerek gürledi. “Kötü şeyler olmasını istemiyorsan Nixavis, hemen odana git.”

Gözlerimden yaşlar boşanırken tek yapabildiğim kolumu ondan kurtarmak ve neredeyse koşar adım odama yönelmek oldu. Peşimdeki muhafızların ayak seslerini duyabiliyordum. İmparator tarafından tembihli olacaklardı. Templuaya gidene kadar odamdan çıkmama izin verilmeyecekti ve muhtemelen Via hariç odaya kimsenin girilmesine de müsaade edilmeyecekti.

Ben ve Zonan!

Kral Zonan’ın namı tüm Avoria tarafından bilinirdi. Txerrea Krallığı’na hükmediyordu. İsmi, tüm krallıklar ve imparatorluk gibi eski lehçeden geliyordu. Anlamı Pars’tı.

Zonan… Kral Zonan, pars burcunun ilk kanlarından biriydi.

Krallığı safkanlardan oluşuyordu. Onlar karanlık insanlardı. Karanlık yaratıkları yönetiyorlar ve kendi halklarına bile merhametli davranmıyorlardı. Güçlü bir kraldı. Belki de 8 krallığın en güçlüsü, en korkuncu ve en zekisiydi. Ama kötüydü.

Kahrolası ne kadar yakışıklı ya da çekici olduğunun bir önemi yoktu. Önemli olan kötü olmasıydı. Zalim, soğuk, katı ve kalpsiz.

Eski efsanelere göre Txerrea Krallığı’nın Kötülük Hanımı’na itaat ettiği bilinirdi. Bu sadece bir mit olsa da Kral Zonan’ın o çekici, şeytani yüzüne bakmak bile bu mite inanmak için geçerli bir sebepti.

Odama girdiğimde kapıyı kapatmama gerek bile duymadım çünkü muhafızların bunu yapacağını biliyordum. Hatta bir adım ileri giderek kapıyı üzerime kilitlemişlerdi. Neredeyse çığlık atıp hepsini öldürmekle tehdit edecektim ama bunun bana bir yararı yoktu.

Odada bir ileri bir geri giderken bir şeyler düşünmeye çalıştı. Bu olamazdı. Bu gerçek olamazdı!

Ben ve Zonan!

Hem çok gülünç hem de çok korkunçtu. Buna izin veremezdim ve derhal bir şeyler bulmazsam sonu hiç de isteyeceğim şekilde bitmeyecekti.

Pencereye koştum. Açık pencereden dışarı doğru, daha önce defalarca yaptığım gibi ritimli ıslıklarımdan birini çaldım.

Gözlerim tekrar dolarken dudaklarımı ısırarak kuşlardan birinin gelmesini bekledim. Akşam güneşi tam yüzüme vuruyor ve yanaklarımı ıslatan gözyaşlarını parıldatıyordu. Yüreğim sıkıştı. Hayatım birden, sadece tek bir cümleyle alt üst olmuştu. Kaçtığım şey. Kaçtığım adam.

Nefesim daraldı.

Mavi kuşların ikisi süzülerek bana doğru geldiğinde konmaları için kolumu uzattım. İkisi de hızla koluma konup söyleyeceklerimi bekledi.

“Bana Via’yı bulun ve hemen odama gelmesini söyleyin. Her neredeyse çok hızlı gelsin.”

Öndeki daha tombul olanı “Hemen prenses,” dedi ve arkadaşını da alarak gökyüzüne süzüldü. Gözlerimi kapatıp başımı arkaya attım. Tek istediğim bütün bunların korkunç bir rüya olmasıydı.

Loading...
0%