@nurrunatt
|
Gözlerim o kadar yanıyordu ki açık tutmakta dahi zorlanıyordum. Via’yı beklerken yatağıma uzanmış gözyaşlarım tükenene kadar ağlamıştım. Hâlâ başıma gelen bu felaketin gerçekliğine inanmak istemiyordum. Babamın her ne kadar annemin ölümünün ardından espri yeteneğini kaybettiğini bilsem de beş gün sonra yaş günüm olduğu için keyifli bir gününde olduğunu ve bana şaka yaptığını düşünmeyi tercih etmek isterdim. Ama gözlerini görmüştüm. Soğuk bakışlarını görmüş, imparator sesiyle yüzüme doğru kükrediğini her bir zerreme kadar işitmiş ve yutmuştum. Bunun şaka olması imkânsızdı. Madem kızını önemsemiyordu – ki bunu düşünmeyi reddediyordum, çünkü ne olursa olsun benim babamdı – koskoca imparatorluğunu da mı önemsemiyordu? Günün birinde imparatoriçe olmam demek, kocam olacak kişinin de imparator olması demekti. Babamdan sonraki imparator müstakbel kocam, Kral Zonan mı olacaktı, yani? Yüzümü yastığına gömüp inledim. Bunun gerçekleşmesine müsaade etmemek için elimden ne geliyorsa yapmaya hazırdım. Zonan’la evlenemezdim! Işık adına, Zonan’la gerçekten evlenemezdim! Kapımın önünden gelen seslerle başımı yastıktan kaldırdım. Bu, Via’nın sesiydi. Şükürler olsun ki sonunda gelebilmişti! Mide bulantımı yok sayarak yerimden kalktığım gibi kapıya koştum. Via, kapının önündeki muhafızlara bağırıyordu. “Eğer şimdi bu kapıyı açmazsanız beyler, ikinizi de sırtınızdaki pelerinlerinizden sarayın girişine asar; bayrak niyetine sallandırırım.” Muhafızların korkuyla yutkunmaları kapının arkasından bile duyulabiliyordum. Via, tılsım gücünü kullanıp söylediklerini yapmaya kalktığında bu tılsımı ondan ve benden başka kimse çözemezdi. Muhafızlardan biri titreyen sesiyle “Ama imparatorun emirleri-“ derken Via sözünü kesti. “Ben imparatorun vaftiz kızı ve prensesin de bu durumda kardeşi oluyorum. Yasaklar benim için geçerli olmuyor, anlatabildim mi?” “Ama leydim, imparator bunu öğrenirse sizi değil; bizi cezalandırır.” Muhafızın direnmesine bakılırsa Rhesel, bunları bayağı iyi eğitmiş olmalıydı. “Tabii,” dedi, Via aheste bir şekilde. “Ben ondan önce sizi bayrak niyetine sallandırmazsam.” Sessizlik oldu. Onların yerinde olsam çoktan leydime itaat etmiş olurdum. Ve Via da bunu sağlamak için üstlerine gitti: “Bu diyarda tılsımları yönetebilen tek kişi önünde durduğunuz kapının arkasında kilitli olduğuna göre ve ben de tılsımımı, çok sabırlı bir insan olduğum için kaldırmayacağıma göre, uzun bir süre asılı kalma ihtimalinizi göz önünde bulundurmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.” Muhafız akıllıca bir karar vererek sonunda pes etti. “Kapıyı sizin için açacağım, leydim. Ancak siz içeri girdikten sonra tekrar kilitlemek zorundayım.” “Ben içeri girdikten sonra burada mastürbasyon bile çekseniz umurumda olmaz, muhafız beyefendi.” Genzimden gelen kahkahayı bastıramadım. Kapıdan bir iki adım uzaklaşıp gülerken sabırsızlıkla Via’nın içeri girmesini bekledim. Sonunda kilidin döndüğünü işittim ve kapı açıldı. Yeşil saçlı vaftiz kardeşim hızla içeri dalarak üç adımda yanıma gelip kolumu tuttu. Via’nın yaptığı espriye gülsem de gözaltlarımın kızardığına emindim ve saçlarım da dağılmıştı. Perişan göründüğümü anlamak için aynaya bakmaya ihtiyacım yoktu. Via’nın endişeli bakışları altında yüzümdeki gülümseme solarken gözlerimin tekrar dolduğunu, görüşümün bulanıklaşmasından anlayabiliyordum. Muhafızlar kapıyı kapattıkları anda dudaklarımın arasından yaramaz bir hıçkırık kaçtı. Kahkaham can yakıcı bir soğuklukla gözyaşlarına dönüşürken kollarımı ablama doladım. Via, anında beni sararken bir eli kırmızı-siyah karşımı saçlarıma gitti ve beni iyice kendine bastırdı. Via’nın varlığının her zaman bir lütuf olduğuna inanmıştım. Özellikle annem öldükten sonra, babamın da kendi kabuğuna çekilmesiyle birlikte tek sığınağım Via olmuştu. Via, beni yavaşça sürükleyerek geniş balkonun önündeki büyük minderlere oturdu. Beni de yanına çekerek başımı nazikçe dizlerine yatırdı. Saçımı okşamaya başladığında boğazımdan tekrar bir hıçkırık dalgası yükseldi. Via bir süre ağlamamı bölmemek için sessiz kaldı. Ancak biraz daha sakinleştiğimde dudaklarına kısık sesli bir şarkı yerleşebildi. Tıpkı annem gibi. Annem de bunu çok yapardı. Ne zaman üzgün olsak bize şarkı söylerdi. Sesi o kadar güzeldi ki şarkı söylemeyi de bize o öğretmişti. Bizi birbirimizden hiçbir zaman ayırmamıştı. Via’yla aynı odada, bazen aynı yatakta uyurduk. Annem ortamıza yatar, bize ya şarkı söyler ya da masal okurdu. Via onun için asla vaftiz olmamıştı. Benim gibiydi. Annemin ikimizi de eşit derecede sevdiğini biliyordum ve bunun için ona minnettardım. Ben on üç, Via ise on altı yaşındayken annem çıktığı bir keşif gezisinde hayatını kaybetmiş, o günden sonra Via’yla birbirimize daha sıkı sarılmıştık. Bize göre bizim, birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Rhesel bile bu bağın içine girememişti. Via’nın söylediği şarkı bittiğinde alnıma bir damla düştü. Burnumu çekerek başımı kaldırdım ve Via’nın güzel yüzüne baktım. Gülümsüyordu. Gözlerinde yaşlarla dolu olan mahzun bir gülümseme. “Nixvita annemin bu şarkıyı bize öğretirken neler çektiğini hatırlıyor musun?” diye sordu. Sesi de gülümsemesi kadar buruktu. Hatırlıyordum. Bize öğrettiği en zor parçalardan biriydi ve detone olmamak için omurgamızı neredeyse hareketsiz tutmamız gerekiyordu. Via’yla ikimiz diyaframlarımızı kabartıp şarkıyı söylemeye çalışırken karşımızda duran aynadaki yansımalarımıza bakıp kahkahalara boğuluşlarımızı hatırlayarak gülümsedim. “Annem neredeyse ateşli su hastalığına kalacaktı.” diye cevap verdim, boğuk bir sesle. Kıkırdayıp “Evet,” dedi. “Birkaç gün daha sabrını zorlasaydık, neler olurdu, düşünmek bile istemiyorum.” “Ben de.” Hayatlarımızın belki de en masum, en güzel günleriydi. Biz her zaman olduğu gibi iki kız kardeştik. Babam şimdi olduğu kişiden çok uzak bir adamdı. Gülebiliyor, espriler yapıyor, iki kızını omzunda taşıyıp bizzat kendisi kılıç tutmayı öğretiyordu. Ve en önemlisi annem hayattaydı. O keşif gezisine henüz çıkmamıştı ve gündemimizde böyle bir gezi bile yoktu. Her şey güzeldi. Masum ve temiz. Via saçları ı okşamaya devam etti. “Ne olduğunu anlatacak mısın?” Başımı usulca sallayarak onayladım. Bunu anlatmak bile yeterince zorken, Kral Zonan’ı gerçekten gördüğüm dört yıl önceki o düğünden beri kendimle savaşırken bir de yaşayacak olmam… kaçtığım şeyi yaşayacak olmam her şeyden daha korkunçtu. Gözlerim tekrar dolarken yutkunarak, ağlamamı engellemek istedim ama bu, durumu daha da zorlaştırdı. Dudaklarım büzülüp yüzüm buruştuğunda “Şş,” dedi, Via. “Anlat bana, Nix. Senin için buradayım.” “Babam,” dedim, zorla. “Yarın ilk hediyeyi kendime ben vermeyeceğim.” Via’nın yeşil kaşları birbirine yaklaştı. Bir süre sadece baktı ve ardından “Bana şu an mutluluktan ağladığını söyle,” dedi, sakin bir sesle. “Şu an mutluluktan ağlıyorsun, çünkü baban Sagmua Krallığı’na gidişini öğendi ve onayladı.” Keşke! Mideme bir sancı otururken başımı olumsuz anlamda salladım. Via gözlerini kapatıp başını arkaya attı. Sanki bunun geleceğini biliyormuş gibi. Sanki bir umutla tam tersini düşünmüş gibi. “Babam, evliliğimi onayladı.” Hızla gözlerini açıp yüzüme baktı. “Evliliğini mi onayladı?” Gözyaşlarımın örttüğü sesiyle “Beni evlendiriyor, Via.” diye mırıldandım. Via’nın yüzünde hem şaşkın hem de sinirli bir ifade vardı. Yeşil kaşları birbirine yaklaşmış dudakları bir iki santim aralanmıştı. Sonunda konuşabildiğinde “Kiminle?” diye sordu. Bu, en kötü kısmıydı. Kötünün kötüsü, felaketlerin başı, yıkımın sonuydu. Bu, hayatımın bitiş ve başlangıcının hikâyesiydi ve Via’ya cevap verirken başıma gelecekleri tahmin etsem de henüz yaşayacaklarıma dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Masumdum. Masum bir prensestim. “Kral Zonan.” Bütün mimikleri olduğu gibi donup kaldı. Hiçbir şey söyleyemeden hatta tepki bile veremeden öylece yüzüme baktı. Bir süre sonra dudaklarının kenarı yukarı doğru kıvrıldı. Gülecek gibiydi ama hemen tekrar eski ifadesine geri dönerken “Txerrea Krallığı’nın Kralı olan Zonan mı?” diye sordu. Sesi kupkuruydu ve bu hali tüm bedenimi ürpertmişti. “Başka Kral Zonan tanıyor musun?” diye sordum, homurdanarak. Via’nın gülmesi sonlandığında yüzümdeki acı biber yemiş gibi görünen ifadeyi gördü ve başımın iki yanından tutarak beni dizinden kaldırdı. Doğrulup ona döndüm. “Sen ciddisin!” dedi, hayretler içinde. Ciddi olmayı istemediğimi belli eden bir ses tonuyla “Ciddiyim,” dedim. Yeşil saçlarını geriye atıp elini dudaklarının üzerine kapattı. “İnanamıyorum.” dedi, kendi kendine mırıldanır gibi. Bu sefer gözlerimi devirmekten kendimi alamadım. “Ben de.” “Aklını mı kaçırmış?” O kadar şaşkındı ki ne tepki vereceğini bilemiyor gibi görünüyordu. Tamamen duygularımın aynasıydı, ne eksik ne fazla. Tırnaklarıma bakarak “Emin ol, aklını kaçırmış olmasını yeğlerdim,” diye mırıldandım. “Ama bana oldukça sağlam göründü. Sadece benden nefret ediyor ve sarayından göndermek istiyor.” Via puflayıp “Saçmalama,” dedi. “Annen öldükten sonra kendini kaybettiği doğru ama seni seviyor, Nix. Bunu biliyorum.” “Ben bilmiyorum!” sesim istemsizce yükseldi. “Kızını Zonan gibi bir kralla evlendirmeyi düşünen bir imparatorun içinde, kızına karşı sevgi beslediğini düşünmem çok zor.” “Eminim, mantıklı bir açıklaması vardır.” Ağzım bir karış açık bakakaldım. “Sen ciddi misin?” “Amcam birçok şey olabilir ama deli değil. Seni tehlikeye atacak bir şey yapmaz. Özellikle Zonan’ı seçtiyse bir bildiği olmalı.” Kan hızla yüzüme hücum ederken “Ne söylediğinin farkında mısın?” diye bağırdım. “Bu evliliği onaylıyor musun, yani?” Yüzünü buruşturarak “Elbette hayır,” diye cırladı. “Sadece bir açıklaması olmalı, diyorum. Yoksa durup dururken seni neden Zonan’la evlendirmeye kalksın?” Kapıyı gösterdim. “İyi! Git, amcana sor o zaman!” Via, kapıyı gösteren elimi tutup indirerek beni kendine çekti. “Böyle bir evliliği onaylayabileceğimi gerçekten düşünüyor musun, Nixavis?” Sinirli olduğum için cevap vermedim ama elbette böyle bir şeyi düşünmüyordum. Via, her koşulda arkamda olurdu. Yanlış veya doğru, her konuda birbirimizi desteklerlerdik. Elini yüzüme koyarak kurumuş yaşlarımda başparmağını gezdirdi. “Bunu, ancak sebebini öğrenirsek engelleyebiliriz.” Başımı sağa sola salladım. Yüzümdeki umutsuz ifade dikkatini çekmişti. “Çıkmaz sokak,” dedim. “Yaş günümde bana evlenme teklifi edecek. Zamanımız yok.” Tavşan burcuna ait olmanın en büyük faydalarından biri olarak Via, her zaman benden daha pozitif ve umutlu bir insandı. Bazen neredeyse su perileri kadar iyimser olabilirdi. Gözleri ışıldadı. “Doğum gününe daha beş gün var. Ve-“ Sözünü kestim: “Dört. Bugünü bitmiş say.” Via, beni duymamış gibi cümlesini kaldığı yerden devam ettirdi: “Ve asla hiçbir şey için geç değildir. Her zaman bir yolu vardır.” bu kadar iyimser yaklaşmak için oldukça zor bir gün geçiriyordum. “Bu sefer bir yolu yok, Via. Babamı görmeliydin. Toplantıda, herkesin içinde yüzüme doğru öyle bir kükredi ki. Daha önce onu böyle görmemiştim.” Via bir süre bir şey söylemeden düşündü. Düşünürken çenesi ileri geri hareket ediyordu. Sonunda yüzümü iyice avuçladı. Gözleri her zamanki gibi parlıyordu. “Gidip derdinin ne olduğunu öğreneceğim,” diyerek ayağa kalktı. “Bekle beni.” gözlerimi abartılı bir edayla devirdim. “Sanki beklemekten başka bir şey yapabiliyorum da.” “Söylenme!” Via, kapıya gidip üç kere vurdu. “Enerjini boşuna tüketiyorsun.” İmparatorluk leydisi kapının kilidi dönerken başını çevirip yan gözle bana baktı. Hayatta kalmış bir kız kardeşi olsaydı acaba onunla benimle olduğu gibi yakın olabilirler miydi? Onu benim kadar sevebilir miydi? Bu imkânsız, diye düşündüm. “Tüm enerjimi sonuna kadar kullanacak da olsam, istemediğin biriyle evlenmeni engellemek için elimden ne geliyorsa yapacağım.” Ve çıktı. Via’nın bu umudunu, karşı konulamaz şekilde saçma bulsam da çabaladığını bilmek – daha doğrusu yanımda beni destekleyen birinin olduğunu bilmek – içime bir nebze su serpmişti. Günün birinde evleneceğini biliyordum. Mutlaka evlenmeli ve taht için varis doğurmalıydım. Bu, imparatorluk prensesi olarak temel görevimdi. Ama şimdi olmak zorunda mıydı? Babam, yirmi birinci yaşıma girer girmez, sanki bu anı bekliyormuş gibi beni saraydan tıpışlamak zorunda mıydı? Ayrıca kurallar gereği evlenmem gereken kişinin Kuş burcu olması gerekiyordu. İmparatorluk hanedanı her zaman safkan Kuş burcu olurdu. Bütün diyarın adının Avoria olması tesadüf değildi. Avoria, eski lehçede kuş anlamına geliyordu. Zonan Kuş burcu bile değildi. Kral Zonan, babası ve büyük babası ve onun da babası gibi safkan bir Pars burcuydu. O bir Txerrea’ydı. Derin bir nefes alıp başımı geriye attım. Eskiden olsa babam hayallerime saygı duyardı. Ona ne olduğunu bilmiyordum. İmparatoriçeyi tek kaybeden o değildi. Ben ve Via da onu kaybetmiştik ve hâlâ onun için yas tutuyorduk. Ama hayat devam ediyordu. Kendimizi düşünmüyorsak bile bizi sevenleri düşünüyor, birlikte hayata tutunmanın bir yolunu buluyorduk. Ayağa kalkıp balkona çıktım. Ilık rüzgâr saçlarımı dalgalandırarak beni hoşladı. Dolunayın ışığı, dört bir yanımı saran sonsuz denizden yüzüme yansıyordu. Bulunduğum yerden sarayın üç yanını çevreleyen küçük adaları görebiliyordum. Adalarda yakılan meşaleler, buradan bakıldığında mum ışığı kadar küçük görünüyordu ama bir şekilde daha ateşli, daha coşkuluydu. Hayat dolu. Sol taraftaki piyadelerin adasında her zamanki gibi şarkılar yükseliyordu. Askerler bunu çoğu gece yapardı. Ateş yakıp bir araya gelirler, birbirlerine hikâyeler anlatıp sarhoş olana kadar içerler ve günü, şarkılar söyleyerek kapatırlardı. Onun hemen yanındaki eğitim adası, diğer iki adaya göre daha sessiz ve hareketsizdi. Komutanlar ya uyumuş ya da piyadelerin arasına karışmıştı Sızlayan gözlerimi birinci adaya çevirdim. Haberci kulesinden ve arkasındaki büyük kütüphaneden cılız ışıklar süzülüyordu. Kütüphane cadıları iş başında olmalıydı. Tıpkı köprübaşlarına, ada kenarlarına ve kulelere yerleştirilen gözcüler gibi. Gözcülerin meşaleleri orada olduklarını belli etmek ister gibi parlıyordu. İmparatorluk Sarayı, denizin ortasında büyük bir adaya inşa edilmişti ve avlusuyla birlikte bütün adayı kaplıyordu. Rakım olarak diğer adalardan biraz daha yüksek olduğu için imparatorluğun gözcü kuleleri saraya inşa edilmişti. Bu gözcüler Baş Muhafız Rhesel tarafından yönetiliyordu. Saraydan, yalnızca ilk adaya gidebilmek için köprü bulunuyordu. İmparatorluk Şehri’ne giden tek köprü de aynı şekilde bu ada üzerinden geçiyordu. Yani şehre gitmek istediğimizde birinci adaya geçiyor ardından şehre giden köprüyü kullanıyorduk. Epey meşakkatli bir işti ama İmparatorluk Şehri’ne pek gitmediğim için benim için değişen bir şey yoktu. Ben saray kuşuydum. Babam, annem öldükten sonra sarayı, şehre bağlayan ana köprüyü sular altına indirtmiş ve ana kapıya da mühür vurdurtmuştu. Özgürce gidebildiğim tek yer karşımda bana göz kırpan bu üç adaydı. Büyüdükçe sarayda tutsak olduğumu anlamaya başlamıştım. Babamdan ana köprüyü tekrar kaldırması için izin istemiştim. Artık kendimi koruyabileceğimi düşünüyor, istediğim zaman saraydan çıkabileceğimi ümit ediyordum. Ama babam bu fikri önemsememişti, bile. “O köprü asla kalkmayacak, Nix,” demişti, sert bir sesle. “Kararlarıma alışmaya başlasan iyi edersin.” Ne kadar da spesifik bir cümleydi. Geleceğin habercisi, olacaklara bir ön alıştırma. Kararlarıma alışmaya başlasan iyi edersin. Ne kadar da mantıklıydı. Seni öyle biriyle evlendireceğim ki Nix, bu kararıma şimdiden alışmaya başlaman, zamanı geldiğinde durumu kabullenmene yardımcı olur. Kendi kendime güldüm. Bu fikre doğduğum günden itibaren alışmaya çalışacak da olsam, bugün olduğu gibi idrak edemezdim. Dört yıldır savaştığım hislerimi idrak edememem ve onları küflü bir sandığa kapatmam gibi. Birinin öksürme sesini duyduğumda yerimden sıçrayarak arkama döndüm. Baş nedimem Meki, elinde tepsiyle karşımda dikiliyordu. “Size yiyecek bir şeyler getirmiştim, prenses.” Kuru bir sesle “İstemiyorum, Meki,” dedim. “Geri götür.” Kız ikilemde kalmış bir yüz ifadesiyle tereddüt etti. Anlaşılan odama yemek gelmesiyle ilgili babamdan emir almıştı ve babam bir anda içine iyilik meleği kaçmış gibi bir şeyler yiyip yemediğimden emin olmak isterse, Meki hesap vermek zorunda kalacaktı. Güvence veren ses tonuyla “Geri götür, Meki,” diyerek emir verdim. “Herhangi biri sana neden hiçbir şey yemediğimi ya da tepsiyi neden geri götürdüğünü soracak olursa; prensesin seni bu balkondan aşağı uçurmakla tehdit ettiğini söyle.” Böyle bir şey yapmayacak olduğumu bilse de Meki’nin gözleri kısa bir anlığına sonuna kadar açıldı. Başını yana eğerek emrime itaat etti. “Siz nasıl isterseniz, prenses.” Bacağını büküp reverans yaptıktan sonra geldiği yoldan geri çıktı. Kapı tekrar üzerime kapanırken Meki’den önce kendimi aşağı atmayı düşündüm. |
0% |