Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Bölüm

@nurrunatt

Templuanın önüne geldiğimizde midem biraz daha bulanmaya başladı. Buna hazır olup olmadığımdan emin değildim. Babam bu geleneği devam ettirmeyeceğine dair söz vermişti. Ama sözü, mutluluğumu düşünmemesinin ve beni istemediğim bir adamla evlendirecek olmasının gaddarlığına gömülüp kaybolmuştu.

İmparatorluğun prensesi olarak her sene yaş günümde, imparatorluk hanesine özel olan templuaya gelip Kutsal Işık tarafından kutsanırdım. Geleneklere göre yirmi birinci yaş günümde ise kutsanmanın yanı sıra ebe doktora özel bölgemi açmam gerekiyordu. Bakireliğimin kontrolü için ve artık evliliğe hazır hale geldiğimin tescili için.

Kral Zonan’la evlenecektim. Bu artık babam için kesin bir ittifaktı. Bana verdiği sözü bozarak bakireliğimin kontrol edilecek olması Kral Zonan’a, temiz bir prenses göndermek istemesinden kaynaklanıyordu. Emin olmalıydı. Bakire olduğumdan, temiz, dokunulmamış, kirletilmemiş olmamdan; Kral Zonan’a layık bir gelin olmamdan emin olmalıydı.

Rhesel, en iyi muhafızlarını seçmiş ama kendisi gelmemişti. Şu anda orada olmasına ihtiyacım vardı. Ona olanları anlatmalıydım ve Rhi de her zamanki filozof yönüyle beni rahatlatmalıydı.

Muhafızlardan biri merdiveni tırmanırken bana destek olabilmesi için çelik eldivenli elini uzattı. Buraya gelmeden önce nedimelerim tarafından özenle temizlenmiş ve özel esanslı kokularla bezenmiştim. Bu temizlik, templuaya olan saygımı ifade ediyordu. Kadınlara özgü saf bir temizlik. Ve bu gece bitene kadar hiçbir erkeğin tenine dokunamazdım. Bu beni kirletirdi.

Bu gelenekleri başlatanlara lanet olsun!

Muhafız bu bilgiyi biliyor muydu, ya da Rhesel bilerek mi çelik eldivenlerini takmasını söylemişti, bilmiyordum. Ancak genelde çelik eldivenler çok daha önemli günlerde takıldığı için bildiğini düşündüm.

Sol elimle beyaz, yerlerde sürünen elbisemin eteğini bacağım görünmeyecek kadar havaya kaldırdım ve diğer elimi muhafızın eldiveninin üzerine koydum. Templuaya ulaşmak için on sekiz basamak tırmanmak gerekiyordu. Her basamak, dünyalarını oluşturan değerleri sembolize ediyordu: 12 burç, 5 kutsal dağ ve Kutsal Işık.

Rahibe Darisa, templuanın kapısının önünde ellerini önünde kavuşturmuş, hafif tebessüm ederek beni izliyordu. Üzerinde griye çalan bir rahibe kıyafeti vardı. Başındaki örtü ise kar beyazıydı ve tüm başını saçı görünmeyecek kadar sarıyordu. Çenesinin üzerinden geçen örtüye ve ardından gözlerine baktım. Anlayışla parlıyordu. Beni görüyordu.

Muhafız, adım atmadan durduğunda onun daha fazla ileri gidemeyeceğini anladım ve elimi çekip rahibe Darisa’ya doğru yürüdüm.

Rahibe bana doğru elini uzatıp ellerimi, ellerinin arasına alıp gözlerime baktı. Gülümsüyor gibiydi ama aynı zamanda ciddiydi. Kısık, fısıltıyla karışık bir sesle, “Suzko Avoria bizia hartuko du bizitzaren zuhaitzean.” dedi. Eski lehçeyle konuştuğu için ne söylediğine dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Sadece imparatorluğa adını veren ve Kuş anlamına gelen Avoria’yı anlayabilmiştim.

Kaşlarımı çatarak sormaya hazırlandım ama rahibe, parmaklarını dudaklarımın üzerine örttü. “Zamanı geldiğinde anlayacaksın, çocuğum,” dedi, yumuşak bir ifadeyle. Başımı eğerek karşılık verdim.

Ellerimi bırakıp kollarını etrafıma sardı ve sırtıma düşmüş olan kapüşonuma uzanarak başımı örttü. Beyaz, kar rengi elbisem salkım saçaktı ve üzerime bol geliyordu. Elbette bilerek bol dikilmişti. Yirmi birinci yaş günüm için kutsanmaya geliyordum. Yetişkin bir kız oluyor, evliliğe hazır, kadınlığa hazır bir prenses oluyordum. Vücudumun hiçbir hattının belli olmaması ve herhangi bir erkeğin cazibesini üzerime çekmemeliydim.

“Gel, çocuğum,” dedi, Rahibe elini uzatarak. Dilime kadar ulaşan safra tadını yutkunarak yok etmeye çalıştım. İllaki kusmam gerekiyorsa, bunu genital bölgemi kontrol edecek olan ebenin üzerine doğru yapabilirdim. Daha etkili bir şov olur ve babamı da çileden çıkarırdı. Ben çileden çıkıyorsam, ona da rahat bir uyku vermeye niyetim yoktu.

Geniş templuanın içine girdiğimizde etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Son yaş günümden beri gelmemiştim. Burası imparatorluk hanesine özel bir templua olduğu için istediğim zaman gelmeye hakkım vardı. Tabii babam gibi kısıtlayıcı bir faktörle aynı sarayda yaşamıyor olsaydım.

Son gelişimden bu yana hiçbir değişiklik olmamış gibi görünüyordu. Geniş tapınak dikdörtgen şeklindeydi. İki duvarda 11 krallığın yani burçların, sembollerinin heykelleri bulunuyordu. Sagmua, Txerrea, Zezena, Untxia, Lerensuge, Suxeta, Zaldi, Rama, Oillara, Txakurra ve Derrikia. Yani Fare, Pars, Boğa, Tavşan, Ejderha, Yılan, At, Koç, Horoz, Köpek ve Domuz. Avoria’yı oluşturan krallık ve burçlar. Her biri birer krallık, dolayısıyla bir burca karşılık geliyordu.

Onları tek bir imparatorlukta toplayan ise yönetme gücüne sahip Kuş burcuydu. Yani babamın, yani benim burcum. Avoria. Tam karşımızdaki duvarın sonunda krallıları himayesi altına almış imparatorluğun simgesinin bir heykeli vardı. Etrafına alevler saçan bir Anka kuşu.

Bu Anka kuşunu ne zaman görsem kalbime ve zihnime bir şey oluyordu. Sanki Kutsal Işık’a değil de ona ibadet etmeye gelmiş gibi hissediyordum. Bıraksalar onun önünde eğilir, günlerce belki de haftalarca ona dua eder, gözlerim, görüntüsünden sıkılana kadar izler, izler ve izlerdim.

Bende zıt duyguları uyandırıyordu. Olmaması gereken ama olmak zorundaymış gibi hissettiren duygular. Zorunluluk değil, itaat değil, baskı değil, refah değil. Hem iyi hem kötü. Hem güçlü hem güçsüz. Hem korku, hem hayranlık. Hem sevgi, hem nefret. Hem ölüm, hem yaşam.

Bunların hepsi. Ama asla ortaları değil.

Daha fazla ona bakarsam kâfir olacağımdan, Kutsal Işık’a sırt çevireceğimden korkup heykelin arkasındaki beş sembole baktım. Dünyanın temelini oluşturan beş kutsal dağ. Jekinduria, Ontasuna, Ausardir, Maitanu ve Gaiztoa dağları. Yani Bilgelik, İyilik, Cesaret, Sevgi ve Kötülük. Dünyayı bu beş kutsal dağın oluşturduğuna ve yönettiğine inanılırdı.

Efsanelere göre beş dağ tüm imparatorluğun, yani krallıkların çevresini sarmıştı. Ancak bazı kâşifler dağların, açık denizin ötesinde olduğunu söylüyordu.

Bunların hiçbirine tam olarak inandığım söylenemezdi. Etrafımızı sarmış olsalardı mitlerde anlatıldığı gibi dağların tepesinde yanan ve hiçbir zaman sönmeyen o alevleri görebilirdik. Söylentilere göre ise Açık Deniz’in ötesindelerdi. Bu daha akla yatkın geliyordu ancak Açık Deniz’in ötesi, Şeytan Üçgeni girdabının bulunduğu yerdi. Şeytan Üçgeni ise denizlerde kaybolmuş, hayatını kaybetmiş korsanların, denizcilerin, masum veya kötü insanların ruhları tarafından yönetiliyordu.

Kutsal dağların, Şeytan Üçgeni’nin ötesinde olduğunu söyleyenler, bunu bizzat gözleriyle gördükten sonra anlatacak kadar uzun yaşayamazdı. Kısacası bu dağlar ya gerçekten de efsaneydi ya da kimsenin onları bulamayacakları bir yerdeydi.

Templuanın tam ortasında Kutsal Işık’ın bir parçası vardı. Etrafında onu korumak için yapılan üç katmanlı tılsım bulunuyordu.

İlk tılsım Sagmua (Fare) Krallığı tarafından yapılan çok eski bir koruma büyüsüydü. Şimdilerde bu büyülerin nasıl yapıldığını bilen Sagmua Krallığı’ndan başka krallık kalmamıştı. Onlar eski bilimlerle ve kadim büyücülükle ilgilenirler ve bunları kullanmanın yöntemlerini araştırırlardı.

İkinci tılsım Suxeta (Yılan) Krallığı tarafından yapılmıştı. Yılan burcunun en büyük özelliği zihin tılsımlarını kontrol edebilen genleri nesilden nesle aktarmasıydı. Kutsal Işık’ın üzerinde uyguladıkları zihin tılsımı ise insanları etkilemek üzere yapılmıştı. Eğer bir insan onu sadece görmek, ona sadece ibadet etmek için yaklaşırsa ışığı yalnızca küçük bir top gibi görebilirdi. Ancak kalplerinde iyilik beslemeyen, dürüst olmayan ve Işık’ın kulu olmaya layık görülmeyen insanlar için ışık ona siyah devasa bir yılan olarak görünürdü.

Son tılsım ise Lerensuge (Ejderha) Krallığı’ndan gelmişti. Onların tılsımı, geride kalan iki tılsımın bozulmasını engelleyen ve onları koruyan bir büyüydü. Işık’ı ve tılsımları çepeçevre sarıyor, dikkatli bakıldığında gözle görülebiliyordu.

Rahibe Darisa, beni ışığın yanından dolaştırarak Anka kuşu heykelinin önüne kadar getirdi ve aniden durarak boğazını temizledi. “Biliyorsun, yirmi birinci yaş gününe geldiğin için önce-“

Sözünü kestim: “Evet, Rahibe. Biliyorum.”

Bir süre gözlerime baktı. Ardından beni baştan aşağı süzdü ve sol tarafa doğru “Parya,” diye seslendi. Bu ismi biliyordum. Lanet olsun ki bu ismi çok iyi biliyordum.

Ağlamak üzereydim. Rahibenin gözlerimin dolduğunu görmemesi için başımı yana çevirdim. Kendimi küçük düşürülmüş, ezilmiş ve hatta değersiz hissediyordum. Bunların tek sorumlusu babamdı. Annemden sonra değişmiş olsa bile onu sevmiştim. İyi ve kötü yanlarıyla onu kabul etmiş, beni kendinden uzaklaştırsa da onu suçlamamış ve gerçekten sevmiştim. İmparatorum, koruyucum ya da yöneticim olduğu için değil; babam olduğu için sevmiştim.

Görünen o ki büyük bir hataydı.

Rahibe, çenemi tutarak başımı kendisine çevirdi. Dişlerimi sıkıp dudaklarımı birbirine bastırsam da kaçan bir damla gözyaşını durduramadım ve bu hıçkırmak, bağırarak ağlamak istememe neden oldu.

Yanağıma süzülen yaşı bir anne şefkatiyle sildi. Yüzünde o kadar yumuşak o kadar ince bir ifade vardı ki az daha boynuna atlayıp sarılacaktım. “Sen prenses Nixavis’sin.” dedi, ifadesini destekleyen yumuşak bir sesle. “Yakında, kralların en güçlüsünün kraliçesi; zamanı geldiğinde de on bir burcun imparatoriçesi olacaksın. Güçlü ol. Güçlü ol ki, Işık sana güvenebilsin.”

“Çok zor,” diye fısıldadığımda boğazımdaki yumru konuşmamın devamını getirmeme engel oldu.

“Ama imkânsız değil, Nixavis,” dedi. Sesinden çıkan güven tomurcukları etrafımı sararken derin bir nefes aldım. Bu güvene ihtiyacım vardı. Via ve Rhi hariç birilerinin yanımda olduğunu, beni hâlâ sevdiklerini bilmeye ihtiyacım vardı.

“Oraya gittiğimde,” yutkundum. Kelimeler dilimi ağırlaştırıyordu. “Txerrea Krallığı’na giderken benimle gelmen mümkün değil, değil mi?”

Bu sefer iki eliyle yüzümü kavradı. Dudaklarında buruk bir tebessüm vardı. “Eğer her yerde seninle olursam, kendi başına kalman gerektiğinde hiçbir şey öğrenmediğini fark eder, tökezlersin.”

Gözlerim tekrar doldu. “Sen olmazsan da tökezlemekle kalmaz düşer ve paramparça olurum.”

“Ben olmazsam, nasıl güçlü olacağını öğrenirsin.”

Küçük bir çocuk gibi inat ettim. “Bana güçlü olmayı öğretebilirsin?”

Tebessümü yayılıp gülümsemeye dönüştü ve tüm yüzünü tatlı bir aydınlık kapladı. “Her zaman yanında olacağım, Nixavis.”

Kalbim sefil bir umutla hızlanırken “Yani bu, geleceğin anlamına mı geliyor?” diye sordum.

Tam cevap verecekti ki ebe Parya içeri girdi. Neredeyse koşar adım yanımıza gelerek eğildi ve başını kaldırmadan “Geciktiğim için bağışlayın, prenses.” dedi, telaşlı bir sesle.

Omuz silkip başımı eğdim. Tüm sorumluluğu Darisa’ya bırakıyordum. Parya beni istediği yere yatırabilir, sonra da… istediğini yapabilirdi. Bir şekilde hissizleşmiş gibiydim.

Rahibe yüzümü bırakıp tamamen Parya’ya döndü ve “Ayağa kalk, Parya,” diye yumuşak bir sesle talimat verdi. Başım yere eğikti ama Parya’nın doğrulduğunu göz ucuyla gördüm.

“İşlem için arka taraftaki yatağı hazırlattım.” dediğinde az önce ağzıma dolan safra tadı tekrar geri geldi. Her şey kötüydü, çok kötü.

Rahibe Darisa sert bir sesle “Gerek olmayacak,” dediğinde hızla başımı kaldırıp ona baktım. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken Parya da benim gibi rahibeye bakıyordu.

Gri elbisesinin cebine uzandı ve içinden epey büyük bir altın kesesi çıkarıp Parya’ya uzattı. “Bunu al, Parya. Ve imparatora kızını kontrol ettiğini, bakire olduğundan kesinlikle emin olduğunu söyle.”

Yutkunmayı bile unutmuş bir vaziyette Darisa’ya bakakaldım. Ne yapıyordu? Hem de kutsal mekânda!

Parya da benim gibi düşünmüş olmalı ki Kutsal Işık’ın olduğu yere doğru baktı. Templuanın içinde yalan söylemesi için para teklifi alıyordu. Hem de bir rahibeden! Onun yerinde olsam ben de ikileme düşerdim. Ama içten içe altınları almasını ve bu işten beni kurtarmasını istiyordum.

Parya kaşlarını çatıp “Ben bunu nasıl kabul ederim, Rahibe Darisa?” diye sordu. Gözleri ikimiz arasında gel git yapıyordu. Bu emri rahibeye benim verdiğimi düşünüyor olmalıydı. Ve bozuntuya vermeye hiç niyetim yoktu.

“Bence kabul etmesi oldukça kolay bir teklif,” dedim, prenses sesimi takınarak. “Babama iki cümle söyleyeceksin ve seni ömrünün geri kalanında çiçekler gibi bakacak olan bu altını alacaksın.”

Parya ikinci bir şaşkınlık dalgasıyla bir bana bir rahibeye bakmayı sürdürdü. Darisa’nın gözlerinde aynı, kendinden emin ifade vardı. “Prensesi dinle ve al.”

Parya “Bu bir test mi?” diye sorduğunda, soluk borumu gıdıklayan kahkahayı zorla bastırdım.

“Bu parayı alıp dediklerimizi yapmazsan asıl testin o zaman başlar.” Rahibenin sesi öyle soğuk ve keskin çıkmıştı ki tüylerimin ürpermesine engel olamadım ama herhangi bir tepki de göstermedim.

Parya ikna olmuşa benzemiyordu ama attığı adımlara bakılırsa bizden de korkuyordu. Yavaşça uzanıp rahibenin elinden altın torbasını aldı. “Ne söyleyeceğini anladın, değil mi?” diye sordu, Darisa.

Parya yerlere kadar eğilip “Anladım,” dedi. “İmparatora, prensesi muayene ettiğimi ve bakire olduğunu söyleyeceğim.”

“Ve bütün imparatorluk da böyle bilecek.”

“Bütün imparatorluk böyle bilecek, rahibe hazretleri,” diye onayladı.

Darisa’nın gözlerinde buz gibi bir ifade vardı. Heykel gibi duruyordu. “Bu geceyle ilgili yalan veya doğru herhangi bir şey duyacak olursam Parya, senden bilirim, biliyorsun, değil mi?”

Parya temkinli bir hareketle doğrularak “Bu gece ben prensesi muayene ettim ve bakire olduğunu doğruladım, rahibe hazretleri,” dedi. Güzel. Çabuk kavrıyordu.

Darisa hiçbir yumuşama belirtisi göstermedi. Onun karşısında olmayı hiç istemezdim. “Aynen öyle. Şimdi çıkabilirsin.” Sesi kupkuru ve soğuktu.

Parya şoku üstünden atamadığını belli eden sarsak adımlarla templuanın çıkışına yöneldi ve kapıyı arkasından kapatarak gözden kayboldu. Hemen ona döndüm. “Bunu neden yaptın?”

“Çünkü yüzündeki o ifadeyi görmeye dayanamıyorum.”

Cevap olarak boynuna atıldım. Kolları ince bedenimi sardığında gözyaşlarım musluğunu açmış gibi şarıl şarıl akmaya başladı.

Genzimden gelen hıçkırık neredeyse tüm gücümü tükettiğinde yere yığılacağımı hissetti. Rahibe de bunu anlamış olacak ki benimle birlikte yere çöktü ve başımı tutarak bağrına bastırdı. “Teşekkür ederim,” diye kekeledim prenses.

“Elimden gelse, Zonan’la evlenmemen için her şeyi yapardım, prenses.”

“Biliyorum ama bu bir şeyi değiştirmiyor.” Yalnızca sesimi duyan biri çarmıha gerildiğimi falan düşünebilirdi. Tüm bedenimden yalnızca acı akıyordu. Hayatımın yönünün aniden değişmesine ayak uydurmaya çalışan zavallı bir prensesten başka bir şey değildim.

Saçımı okşarken “Bazen olması gerekenin önüne geçemeyiz, Nixavis,” diye fısıldadı. Olması gereken.

Buraya gelmeden önce Via’yla yaptığımız konuşmayı hatırladım. Via amcasıyla konuşmuştu. Ve istediğini elde edememişti. Zonan’la geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde evlenecektim. Via bile bunu kabul etmişti.

Ama…

Via’nın burcunun belirgin bir özelliği vardı. Tavşan burcu kadınları yalanın kokusunu almaları ile bilinirdi.

Via, babamın beni Zonan’la evlendirmek istediğini söylediğinde aslında yalan söylediğini söylemişti. Yalanın kokusunu almıştı. Kısacası Via’ya göre babam, beni istemediğim bir evliliğe zorlamak istemiyordu ancak buna mecburdu.

Via’ya ne kadar güvensem de ve yalanın kokusunu çok iyi aldığını bilsem de bundan tam olarak emin değildim. Babam – tanıdığım imparator – asla istemediği bir şeyi yapmazdı. Üstelik söz konusu bensem. İmparatoriçe öldükten sonra bana ilgi göstermediği ve aramızın tamamen soğuduğu doğruydu. Ama öte yandan beni sürekli koruyordu. Sürekli.

Ana köprünün tekrar kullanıma açılmamasının, neredeyse saraydan bile çıkamayışımın bir sebebi vardı. Annemi öldüren şey her ne ise babam o şeyden korkuyor ve beni de bu yüzden koruyordu. Ve bu koruma içgüdüsüne rağmen beni saraydan gönderip, dört bir tarafı karanlık yaratıklarla çevrili Txerrea Krallığı’nda yaşamama izin veriyorsa… bunu gerçekten istiyor olmalıydı. Gerçekten Kral Zonan’la evlenmemi istiyor olmalıydı.

Via her zamanki gibi benim saçmaladığımı söylemişti. “Saçmalıyorsun, Nix. Artık bana da mı güvenmez oldun? Amcam seni evlendirmek istediğini söylerken yalan söylüyordu. Bunu zorunda olduğu için yapıyor. Bilmemizi istemediği bir şey var.”

Ona gözlerimi devirip “Babam istemediği hiçbir şeyi yapmaz,” dediğimde Via beni, kollarımdan tutarak sarsmıştı.

“Uyan, Nix. Anlıyorum, istemediğin bir evliliğe sürükleniyorsun ama uyan. Amcam endişeliydi. Odasından çıkmadan önce Nazdo ‘Her şeyin bir sebebe bağlı gerçekleştiğini unutmayın. Olması gerekenin önüne geçemeyiz,’ gibi bir şey söyledi.”

Pofurdayıp gözlerimi devirmiştim. “Gerçekten mi?”

Via, uzun zamandır olmadığı kadar ciddi bir ifadeyle “Bunun altındaki sebebi bulacağız,” demişti.

Olması gereken. Bunu bugün ikinci kez duyuyordum.

“Kader mi yani,” diye sordum, boğuk bir sesle. “Ama bana kaderimizi kendimizin belirlediğini söylemiştin.”

“Zaten öyle.”

“Olması gereken derken neyi kast ediyorsun?”

Rahibe, beni biraz daha kendine yasladı. “Bunu ancak zamanı geldiğinde anlayabiliriz, güzel kızım. Işık’a güven. Onun hepimiz için planları var.”

Pofurdadım. Dinsiz değildim ama dindar da değildim. “Işık, Xizamna’ya engel olamadı, Darisa. Işık, halkını koruyamadı.” Dörtlerin Savaşı. Gerçek mi değil mi bilmiyordum ama bu hikâyelerle büyümüştük, bize geçmiş olarak öğretilenler bunlardı. Savaş, yıkım, çaresizlik.

Işık o zaman neredeydi?

Rahibenin etrafımı saran kolları kasıldı. Bir rahibeyle böyle konuşmamalıydınız. Özellikle bir templuada.

“Sen ne dediğinin farkında mısın, Nixavis?”

Az önce beni muayeneden kurtardığı için ona minnettardım. Bu yüzden onu üzmemeye karar verdim. “Özür dilerim. Işık bizim tanrımız. Onun hakkında böyle konuşmamalıydım, sadece… son birkaç saate çok fazla şey oldu.”

Hemen yumuşayarak “Anlıyorum, canım,” dedi. “Ama dünyada neyin neden olduğunu her zaman bilmemiz mümkün değildir. Güç, dünya, tılsımlar… hepsi denge ister. Bütün erdemler bir dengeye tabidir. Bir neden-sonuç ilişkisi olmak zorundadır. Bir şeyi yaşarız – istemesek de yaşarız ve bunun bir nedeni belki de bir bedeli vardır.”

Söyledikleri doğruydu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra başımı kaldırıp ona baktım. “Sence Kral Zonan’la evlendirilecek olmam bir bedel mi?”

Usulca başıyla onayladı.

Sinirle dolarak “Neye karşı?” diye bağırdım. “Annem öldüğünden beri saraydan bile çıkamıyorum. Kime, neye karşı bedel ödeyecekmişim ki?”

“Bedelini tamamlamadan, neyin bedelini ödediğini bilemeyiz, kızım.” Benim aksime o kadar sakindi ki huşu içinde gözüken suratına bir tane geçirmek istedim. Ama yapamazdım, elbette. Bir rahibe olmasının yanı sıra onun ne suçu vardı ki?

Sinirle ayağa fırladığımda o da benimle birlikte kalktı. “Öfkeli olmanı anlıyorum,” dedi, nahif bir sesle. “Ama ne yaşayacağını bilmeden bu kadar karalar bağlama. Belki de her şey çok güzel olacak. Belki de bu senelerdir saraya kapatılmanın bir bedelidir.”

Ona gözlerimi kısarak baktım. “Zonan’la evlendirilerek ödüllendirildiğimi mi düşünüyorsun?”

“Evet,” dedi, hiç çekinmeden.

Bu kadın Zonan’ı tanımıyor muydu? Tamam, ben de tanımıyordum ama methini duymuştum. Fazlasıyla duymuştum. Onca insan yalan söylüyor olamazdı ya! Ama bunu Darisa’ya söylemedim. Ön yargılı olmamamı falan söyler yine beni öğütlere boğardı.

“Şu arınmayı yapalım ve gidelim.” Artık burada daha fazla kalmak istemiyordum. Hiçbir yerde kalmak istemiyordum!

“Sen çoktan arındın.” Rahibenin yumuşak sesi, şakaklarımı yaladı.

Karışık bir surat ifadesiyle “Nasıl?” diye sordum.

“Masumluğunla,” dedi ve boynumu işaret etti. Elimi boynuma götürdüğümde sert bir nesneye dokunarak irkildim. Başımı eğip baktım. Yirmi birinci yaş günüm için kutsandıktan sonra takmam gereken kırmızı taşlı elmas kolyeydi, bu. Az önce önünde durduğumuz Anka kuşu heykelinin hemen yanındaki yastıkta durduğuna neredeyse emindim. Ve şimdi boynuma gelmişti.

“Bu nasıl olur?” dedim, başımı çevirip boş yastığa bakarak.

“Hislerini dökmek arınmaktır, Nixavis.” dedi. “Parya’ya bakire olduğunu söylediğimizde bu yalan değildi ve sen burada, Işık’ın önünde çıplak benliğinle ağladığında gözyaşların seni arındırıyordu. Işık seni çoktan kutsamıştı, çünkü masum, saf ve temizdin.”

Ne söyleyeceğimi bilemeden ona baktım. “Gel,” dedi, elini uzatarak. “Burada işimiz bitti.”

Neredeyse buz kütlesi kadar soğuk olan eline tutundum ve karmakarışık bir halde templuanın çıkışına yöneldim. Kapı açılıp yüzüme ılık olduğu kadar güçlü bir esinti vurduğunda bütün hücrelerim oksijenle ilk defa tanışıyormuş gibi bayram etti.

Dışarı doğru bir adım atıp gözlerimi kapadım. Son on iki saatte başıma gelenlerin hâlâ gerçeklikle oynanmış gibi bir havası vardı. Gerçek olabileceğine inanmıyordum ama kabul etmesem de öyleydi. Hatta o kadar gerçekti ki boynumdaki kolye sanki yerini biliyormuş gibi daha önce hiç hissetmediğim bir tılsımla boynumu bulmuştu.

Derin bir nefes alıp kendimi oksijenle besledim. Ben Nixavis Santua-Lux’tum. 11 krallığın imparatorunun kızı, hepsinin prensesi, gelecekteki imparatoriçesiydim. Nefes aldığım, hayatta olduğum sürece kendi fırsatlarımı kendim yaratacak, tökezlediğim yerde kendim ayağa kalkacaktım.

Güçlü olmak zorundaydım.

Onunla evleneceksem güçlü olmalıydım.

“Prenses Nixavis.” Gelen erkek sesiyle irkilerek gözümü açtı.

Karşımda gece siyahı saçları ve daha önce bu kadar parlağını görmediğim siyah gözlü bir adam duruyordu. Heybetli ve güçlüydü. Gölgesi üzerime düşmüş, ay ışığını keserek beni karanlıkta bırakmıştı.

Nefesimi tuttum. Güzelliğinden mi yoksa şaşkınlıktan mı olduğunu bilmiyordum. Belki her ikisindendi.

Adam çevik bir hareketle eğilerek beni selamladı.

Donup kaldım. Gerçekten donup kaldım. Rahibe Darisa arkamdan dürtmese selam vermeyi bile akıl edemezdim.

Zarif bir hareketle başımı yana eğerek selam verdim. Adamın dudaklarında öyle güzel bir gülümseme belirdi ki kalbim dahi durdu. Gülümsemesi etrafımdaki her şeyi alıp götürdü, kalbim titredi ve kulaklarım tehlikeye karşı resmen havaya dikildi. Evet, çok güzeldi. Ama çok da tehlikeliydi.

“Bu gece burada olduğunuzu duydum ve saraya kadar size ben eşlik etmek istedim, prenses.” Sesi erkeksiydi. Hem de gereğinden fazla. Daha önce böyle yoğun bir ses duymamıştım. Zihnim uyuşmaya başladı ve ilginçtir ki bir tek karşımdaki krala odaklanabildim. Diğer her şey kayboldu.

“İzniniz olursa elbette,” dedi, cüretkâr bir sesle. Düşüp bayılacağımı sandım. Sert yüz hatlarına hayranlıkla bakarken kendimden geçebilirdim ama Işık’a şükürler olsun ki dilim hâlâ dönüyordu.

“İnceliğiniz için teşekkür ederim, Kral Zonan. Bana eşlik etmenizden memnuniyet duyarım.”

Aynı gülümseme. Sert yüz hatlarına öyle bir yerleşti ki hemen şimdi bir heykeli yapılsa insanlar güzelliğinden Işık’ı bırakıp ona tapabilirdi.

Korktuğum adam. Beni altüst eden adam.

En önemlisi kaçtığım adam.

Kral Zonan elini uzattı. İnce parmaklı damarlı ellerine baktım. Benimkinin üç katıydı ama çok biçimli ve kusursuzdu. Ayrıca eldiveni yoktu. Onun tenine dokunabilecek miydim?

Başımı çevirip Darisa’ya baktım. Gözünü açıp kapayarak onayladı. Elbette! Ne de olsa kocam olacaktı. Onun kraliçesi olacaktım. Bu saatten sonra bana dokunmasında tek sakınca bulunmayan insan karşımda duran Txerrea Kralı’ydı.

Kral Zonan’a ve nefes kesici gözlerine bakıp uzattığı elinin üzerine elimi koydu. Elleri buz gibiydi. Şaşkınlıkla gözlerim ellerine kaydı. Yeteri kadar canlı görünüyordu. Ama buz gibiydi.

Kendi ellerimin gereğinden fazla sıcak olabileceği ihtimalini düşünüp üzerinde durmadım ve krala baktım.

Eli, küçük ellerimi zarifçe sararken merdivenlerden inebilmem için bir adım kenara çekildi. Tuhaftır ki ellerinin dokunuşunun midemi bulandıracağını sanmıştım ama öyle olmamıştı. Mükemmel de sayılmazdı. Yalnızca yılanlarla dolu bir havuza düşmüştüm ve Zonan’ın eli bana tutunan tek akrepti.

Hangisinin daha kötü olduğunu düşünmeyi ise sonraya bırakıyordum.

 

Loading...
0%