@nurrunatt
|
Çok acıktım, demiş olmama rağmen kahvaltı başladığı andan itibaren ağzıma yalnızca birkaç tane üzüm atmam nereden bakılırsa bakılsın ironik bir durumdu. Ağzıma attığım üzümleri de dikkat çekmemek için atıyor, çatalımla tabağımdaki kahvaltılık çeşitleriyle oynarken yavaş yavaş çiğniyordum ki hemen bitmesin ve ağzıma bir üzüm daha atmak zorunda kalmayayım. Babama söylediğim şey kısmen doğruydu. Gerçekten de dün hiçbir şey yememiştim ama aç olduğu kısım; Zonan karşıma oturduğundan beri doğru değildi. Bu adamın bakışlarında bir şey vardı. Midemin hareketlenmesini sağlayan, yanaklarımı kızartan, nefes almayı güçleştiren bakışlardı, bunlar. Eğer söylediği gibi dört yıldır beni seviyorsa bakışları olması gerektiği gibiydi. Zonan karşıdan bakıldığında hiç de yalan söyleyecek biri gibi durmuyordu. Asil, soğuk ve olgun biriydi. Hatta öyle asildi ki bir portreye benziyordu. Yetenekli bir ressam tarafından çizilen bir tablo. Ve bildiğime göre onun gibi insanlar yalan söylemezdi. Buna gerek duymazdı. Yine de tamamen emin olmazdım. Zihnimde dönen çarkların sesini işitebiliyordum. İlk görüşte aşka inanan romantik prenseslerden değildim. Ama Zonan’ı ilk gördüğümde ne hissettiğimi ve bu hislerden kaçmak için neler yaptığımı biliyordum. Kalbimi Zonan’a açar ve Zonan’ın yalan söylediğini görürsem bu kalp kırıklığından geri dönemezdim. “Prenses.” Bir ses bana seslendiğinde kafamı tabağımdan zorla kaldırdım. Zonan siyah gözleriyle yüzüme bakıyordu. Hüzünle, mutlulukla, hayranlıkla, sevgiyle… Birçok şeyle. Öyle yoğundu ki üzerimde, daha önce hiç kimse tarafından hiçbir şekilde sevilmediğim etkisini yaratmıştı. Boğazımı temizleyip kısık sesle “Lordum,” diye cevap verdim. Işık adına. Midem neden ağrıyordu ki? Zonan da benim gibi boğazını temizledi. “İyi misiniz?” “Evet, elbette iyiyim!” Asla iyi değilim ve bana ne olduğuna dair en ufak bir fikrim bile yok. Midem kasılıyor, terliyorum ve ellerim titriyor. Bunların hepsi sizinle evleneceğim diye oluyor olamaz! “Pek bir şey yememiş gibi duruyorsunuz.” Göz ucuyla tabağıma baktım. Ağzıma bir üzüm atıp trilyonlarca dakika onu çiğneyerek tabağımdakileri yiyormuş rolü yapmak buraya kadardı. “Ah,” dedim, bocalayarak. “Siz imparatorla sohbet ederken epeyce yedim, bunlara yer kalmadı.” Elbette buna inanmamıştı ama üstelemek de istemiyor, görünüyordu. Yalnızca gülümsemekle yetindi ve arkasına yaslandı. Başını başka yöne çevirmesini ya da bakışlarını benden uzaklaştırmasını bekledim ama belli ki buna niyeti yoktu. İnatçı siyah gözleri hareket etmekte direnen keçiler gibiydi. İyisi mi, ben de artık gözlerimi ondan ayıramıyordum. Zonan’ın büyü gücü olsa şu anda üzerimde bir çeşit tılsım kullandığını düşünebilirdim. Bir şey beni, ona sabitliyordu. İstek gibi arzu gibi yoğun bir şey bakışlarımı Zonan’ın gözlerine kilitlemiş ve anahtarı da bulamayacağım bir yere saklamıştı. Neden ondan kaçtın, Nix? Az önce yukarıda, koridordayken neden ondan kaçtın? Zihnim, bu masaya oturduğumuzdan beri bu soruyu soruyordu. Ama cevaplayamıyordum. Hatta cevabın bir şekilde kaçtığım adamda olduğunu düşünüyordum. “Kahvaltınız bittiyse bana bahçedeki çiçekleri sularken eşlik etmek ister misiniz, Kral Zonan?” Bunu soran gerçekten bendim! Göz ucuyla babama ve Via’ya baktığımda ikisinin de kaşlarının havaya dikilmiş olduğunu gördüm. Evet. Gerçekten de soruyu soran bendim. Kalbim birden gümbürdemeye başladı. Zonan karşımda değil de yanımda olsa içimdeki hücrelerin düğün yaptığını düşünürdü. Zonan’ın kaşları hafifçe kalktı ama Via ve imparator kadar şaşkın görünmüyordu. Çünkü dün bu sarayda olan kendisi değildi. Bütün o itirazlarıma, dünyanın sonu gelmiş gibi davranmama şahit olan o değildi. Zonan dudaklarını yaladığında gözlerimi gözlerinde sabit tutmak için büyük bir çabaya girdim. Ancak nefesim bana ihanet ederek hızlanmıştı. Kendine gel! “Memnuniyetle, prenses. Size eşlik etmekten zevk duyarım.” Dudaklarıma yerleşen küçük tebessümü engelleyemedim. Neden ona çiçekleri birlikte sulamayı teklif etmiştim, bilmiyordum. Belki de sadece az önce yukarıdayken neden ondan kaçtığımı öğrenmek istiyordum. Belki de artık kaçamayacak kadar güçsüzdüm. Zonan, sandalyesinden kalkıp babama reverans yaparken ben de yerimden kalkıp baş nedimem Meki’ye döndüm. “Sulama kabını ön bahçeye getir.” Önümde eğilerek “Emredersiniz, prenses,” dedi ve yemek odasından hızlı adımlarla çıktı. Hemen ardından Via da ayaklandı ancak babamın sesiyle olduğu yerde durdu. “Sen kal, Via.” Via kalmak istemediğini belirten bir ses ve yüz ifadesiyle “Peki,” diyerek bana döndü. Kulağıma doğru eğilip “İşin bittiğinde odanda ol, yapmamız gereken bir şey var,” diye fısıldadı. Başımla onayladıktan sonra uzun masanın bitiminde beni bekleyen Zonan’ın yanına yürüdüm. Sanki gözlerini ayırdığı anda ortadan kaybolmamdan korkuyormuş gibi gözlerini üzerime dikmişti. Işık aşkına, bana sürekli böyle bakmaya devam ederse ben onunla nasıl evleneceğim? Zonan, yanına ulaştığımda kolunu uzatıp uzatmamak arasında kalmış bir yüz ifadesiyle bana bakmaya devam etti. “Böyle birbirimize bakmaya devam mı edeceğiz, yoksa yürüyelim mi?” İçimde fırtınalar kopsa da neyse ki hâlâ kendim gibi davranabildiğim için şükrettim. Gülümsedi. “Ah, evet. Kusura bakmayın, aptallaştım.” Gülümsemesine karşılık vererek yürümeye başladım. Daha önce bu koridorlarda, sarayın aşağıdaki ve yukarıdaki bahçesinde defalarca kez yürümüştüm. Bunu yaparken birinin koluna girme ihtiyacı hissetmemiştim. Şimdi de kendim yürüyebilirdim. Yemek salonundan çıktığımızda ikimiz de belli belirsiz derin bir nefes verdik. Nefeslerimiz havada karışarak gürültülü çıkmış ve tekrar birbirimize bakmamıza neden olmuştu. “Babamdan mı yoksa Via’dan mı kurtulduğum için rahatladım, bilmiyorum,” dedim, gözlerimi belerterek. Kıkırdadı. “Benim için ikisi de değil.” Kaşlarım soru sorar gibi havaya kalktı. Zonan gözlerini kaçırdı. “Bunu söylersem benden soğumayacağınıza söz vermeniz gerekiyor.” Omuzlarımı kaldırıp indirdim. Dudaklarım düşünüyormuş gibi büzüldü. “Soğuyacağımı sanmıyorum.” Tekrar derin bir nefes verdi. Bu sefer konuşmakta güçlük çekiyor gibi görünüyordu. “Size bakarken nefesimin düzenini sağlamak epey zorlaşıyor.” Dudakları yukarı doğru büzüşürken kendini yumruklamak istediği belli oluyordu. Kahkahamı bastırmak için dudaklarımı ısırmak zorunda kaldım. Zonan hiç de sandığım kişi gibi davranmıyordu. Tıpkı kuşlarımın da onu gözetledikten sonra söyledikleri gibi. Hayır, Nix. Hemen inanmak yok. Işık aranızdaki evliliğe onay vermiş olsa bile hemen inanamazsın. “Şaka yapıyor olmalısınız,” derken sesim gülüyordu. Ve bu, iyi hissettirmişti. Zonan’a kötü davranmak istemiyordum. Madem bu evlilik olacaktı, madem bunu kabullenmiştim ve Zonan da bana âşıktı o halde onu tanımalıydım. Zonan başını iki yana salladı. “Şaka yapmış olmayı dilerdim.” “Neden,” diye sordum bu sefer kaşlarını çatarak. “Benim için nefesinizi tutuyor olmak o kadar kötü bir şey mi?” Zonan’ın gözleri bedenimde gezindi ve en son gözlerimde durdu. “Aksine prenses, sizinle ilgili her şey o kadar güzel ki ve zaten nefesimi kesen de bu.” Utanarak gözlerimi kaçırdım. “O halde neden şaka yapmış olmayı diliyorsunuz?” “Çünkü Korkusuz Kral Zonan, sevdiği kadına bakarken nefes almayı unutuyor. Sizce de biraz… yani…” Daha fazla kıvranmasına izin vermeden kahkahayı bastım. “Evet, evet,” dedim, elimi havada sallayarak. “Şimdi daha iyi anladım.” Zonan’ın da kahkahamda, bana eşlik edeceğini düşünmüştüm. Ama yüzüne baktığımda beni hayranlıkla süzdüğünü gördüm. Tekrar. Sarayın kapısına ulaşırken önüme dönüp homurdandım. “Bana şu şekilde bakmayın.” “Ne şekilde?” Sesi, sanki nasıl baktığını bilmiyormuş, hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi şaşkın çıktı. Bilmiyor olamazsın, Zonan. O bakışlarla içimdeki aleve odun attığını anlamıyor olamazsın. Kapıdan çıktığımızda güneş ışığı bedenlerimizi yaladı. Sıcaktı ama yakmıyordu. Yaz mevsimine bir ay kalmıştı. Henüz güneşin yakıcı olması için çok erkendi ve ben de tam olarak bu dönemleri severdim. İlkbaharın üç ayında güneş zarar vermeden ufak dokunuşlarla öpücükler bırakıyor, dünyayı güzelleştiriyordu. Ama yaz mevsimi o kadar sıcak olurdu ki, sarayın soğuk taş duvarlarına sarılırdım. Güneş yüzünden gözlerimi kısarak krala baktım. “Ne şekilde olduğunu bilmediğinizi söylemeyin bana.” Zonan’ın teni ve gözleri açık havada daha da parlıyordu. Sanki güneşi yansıtmak için özel yapılmış metal bir heykeldi. O kadar ışıl ışıl, o kadar güzeldi ki. Ben de kendimin güzel olduğunu düşünürdüm. “Gerçekten bilmiyorum ve bakışlarım sizi rahatsız ettiyse bunu düzeltmek için bana yardımcı olmanız gerekiyor.” “Bakışlarınız için size nasıl bir yardımda bulunabilirim ki,” diye sordum, sarayın girişindeki merdivenlerden inerken. “Bir hatayı düzeltmek için önce hatanın ne olduğunu bilmek gerekir.” Hata mı? Bunu hata olarak gören Zonan mıydı, yoksa hata olarak görmesini sağlayan ben miydim? Kaşlarımı çatarak “Bunun bir hata olduğunu sanmıyorum,” diye homurdandım. “Sizi rahatsız ediyorsa bu ancak bir hata olabilir.” Ciddi olup olmadığını görmek için ona baktım. Yüzündeki mimikleri kaskatı ve düşünceliydi. Gerçekten de nasıl baktığını bilmiyordu ve artık benim sayemde bunu hata olarak görüyordu. “Bunu hata olarak görmeniz benim suçum,” dedim. Zonan kaşlarını çattı. “Benim sizi sevmem, hayatımın merkezine nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde sizi yerleştirmiş olmam sizin suçunuz değil, prenses.” Evet, bu doğruydu. Ve o anda Zonan’ın bu evlilik olayını ne zamandır bildiğini düşündüm. Ben dün öğrenmiştim. Peki, o? Bunu babamla planlamak yerine benimle konuşamaz mıydı? Belki en başından benimle konuşmuş olsaydı bugün her şey farklı olabilirdi. Evlendiğim için karalar bağlamak yerine ona olan hislerimi kabul etmiş, müstakbel bir kraliçe olarak mutlu bir evliliğe hazırlanıyor olabilirdim. “Size bir şey sorabilir miyim, Kral Zonan?” Zonan başını eğip “Elbette,” diye yanıtladı. “Bana istediğiniz her şeyi sorabilirsiniz, prenses. Ve bunun için izin almanıza gerek yok.” Gülümsemeye çalıştım. “Teşekkür ederim.” Bu samimiyetsiz konuşmalar hiç de bana göre değildi. Kral Zonan, efendim. Siz, size sorabilir miyim? Şöyle yapın, prenses, sizi seviyorum prenses. Siz. Siz. Siz. Acaba bu samimiyet perdesini biraz aralayacak olsam bir gün için çok mu fazla olurdu? Aşırıya mı kaçardı? “Sorumdan önce bana siz diye hitap etmeniz gerekmiyor. Gayrı resmi olarak daha dün tanışmış olabiliriz ama bilirsiniz işte ben o prenseslerden değilim.” Gülümseyecek gibi oldu. Yüzünde yumuşak bir ifade vardı. “Ne tür prenseslerden?” Gözlerimi devirdim. “Ne demek istediğimi anladınız işte. Lütfen beni bu eziyetten kurtarın ve siz diye hitap etmeyin.” “Aslına bakılırsa bu benim için de gayet iyi olacak. Sevdiğim kadınla resmi bir dille konuşurken kendimi, okulda yapılan sözlü sınavlarda gibi hissediyordum. Emin ol, o sınavlardan nefret ederdim.” Kıkırdadım. “Demek o sınav sizde de oluyordu. Ben de nefret ederdim ve hiçbir soruyu doğru cevaplayamazdım çünkü çenem düşerdi. Bana sordukları sorudan ziyade bildiklerimle ilgili hikâyeler anlattığım için eğitmenim sinirden köpürürdü.” Zonan’ın bana bakarken gözlerinin için gülüyordu. Sanki aramızdaki o resmiyeti kaldırınca birden taşıdığı yüklerden kurtulmuş gibiydi. “Konuşmayı sevdiğini biliyorum.” “Nereden biliyorsun?” Sonunda şu resmiyetten kurtulduğum için neredeyse sevinçten ağlayacaktım ama bunu belli etmeden ciddi bir ifadeyle ona bakmaya devam ettim. “Dört yıl boyunca seni görme fırsatı yakaladığım birkaç baloda fark ettim. Arkadaşların ve çevrenle öyle çok, neşeli konuşuyordun ki…” susarak tam karşıya bakmaya başladı. Geldiğimiz noktada patika üçe ayrılıyordu. Ön bahçe, büyük köprünün hemen arkasında, adanın İmparatorluk Şehri’ne baktığı yerdeydi. Yolu göstermek için elimle sağ patikayı gösterdim. Benimle birlikte sağa dönerken “Sesinin her tonunu merak ederdim,” dedi, biraz hüzünlü bir sesle. Yüz hatları gerilmiş, siyah gözlerine koyu gölgeler düşmüştü. Güneşin parlattığı beyaz teni acıyla kasılmıştı. O anda Zonan’ın yalan söyleme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmak istedim. Ya çok iyi bir oyuncu ya da tamamen dürüst bir adamdı. Ve dürüst olduğuna inanmak istiyordum. Hatta inanıyordum. “Keşke o günlerde daha çok konuşabilseydik.” Bunu samimiyetle söylemiştim. Belki daha fazla iletişim kursaydık arkadaş olabilirdik ve şimdi onunla evlenmek bu kadar zor görünmezdi. Acı acı gülümsedi. “Keşke merhabadan öteye gidebilseydik. Yalnızca bu bile bana yeterdi.” Boğazıma rahatsız edici bir yumru oturdu. Hissettiğim şeyin Zonan için üzülmekten fazlası olduğunun farkındaydım. İkimiz için de üzüldüm ve tekrar öfkelendim. Anneme öfkelendim. Beni bırakıp o lanet geziye çıktığı ve geri dönmediği için. Bana hayatı öğretemediği, âşık olacağımı hissettiğimde yanımda olamadığı için. Babama öfkelendim. Annem öldükten sonra beni sevmekten vazgeçtiği için. Beni bu saraya hapsettiği, sabit fikirli biri olarak yetiştirdiği için. İnsanlara güvenmemeyi öğrettiği için. Başımı yere eğerken “Bunun için gerçekten üzgünüm,” dedim. Onu sevmemek için Kötülük’e hizmet ettiğini düşünmüş, yıllarca ona cephe almıştım ve merhabadan öteye gidemememizin sebebi bendim. Prenses Nixavis, Kral Zonan’la ne zaman karşılaşsa ona küçük bir selam verip soğuk yüz ifadesiyle yanından ayırılırdı! İçi parçalanarak. Kalbinin kanını yutarak. “Üzgün olmanı istemiyorum, prenses. Geçmişimin her anıyla yaşamayı öğrendim ve yaşadığım her saniyeyi olduğu gibi kabullenebiliyorum. Benim için artık önemli olan burada, seninle, çiçekleri sulamak için yürüyebiliyor olmam.” Olduğum yerde durup Zonan’a sarılacağımı sandım. Hatta bunu öyle çok istedim ki yapamadığım için kalbim burkuldu. Bazı şeyler ne de haksızlıktı! Kimi insanların her zaman her koşulda mutlu olması ama bunu asıl hak edenlerin yalnızca dışarıdan izlemesi. Zonan’ın mutlu olmayı hak ettiğini düşünüyordum. O, tüm diyarın en güçlü ve en saygın kralı olmasına rağmen yine aynı diyar tarafından önyargıyla yaklaşılan biriydi. En başta da benim tarafımdan. Zonan gerçekten de üzgün olduğumu fark ettiğinde boğazını temizleyerek “Bana bir şey soracaktın,” diyerek hatırlatma yaptı. Bunlar için daha sonra pişman olmayı aklıma kazıyarak “Ah, evet,” dedim. “Neredeyse unutacaktım.” “Dinliyorum.” “Sanırım bu evlilik meselesi için babamla görüştünüz, öyle değil mi?” yüzünü buruşturdu. “Emin ol, her seferinde seninle görüşmek istedim. Ama baban, bilirsin işte Avoria’nın imparatoru. Ben de onun kralıyım ve en önemlisi sen de onun kızısın. Bunun için gerçekten üzgünüm.” Her seferinde benimle görüşmek istedin ama babam seni tersleyeceğimi bildiği için buna müsaade etmedi. Taşlar ağır ağır yerine oturuyordu. “Üzgün olman gerekmez. Babamı senden daha iyi tanıyorum.” kaşları birbirine yaklaştı. Huzursuz görünüyordu ya da kızmış. “Evet, ama evlilik talebimi, daha doğrusu hislerimi sana ben anlatmak isterdim. Bunları baban aracılığıyla öğrenmiş olman pek benim tarzım değil. Doğru da değil.” Babam aracılığı ile öğrenmem mi? Kaşlarım akıl karışıklığıyla çatıldı ve itinalı kelimeler seçerek sorumu yönelttim. “Babama ilk mektubunu ne zaman yazmıştın? Babam söylemişti ama unutmuş olmalıyım.” Pot kırmadığımı umuyordum. “Bir sene önce kadardı. Aslında ona değil sana yazmıştım. Bir görüşme talep etmiştim, sanırım imparator bunu sana söylememiştir.” Hayır, söylememişti. Zonan’ın beni dört yıldır sevdiğini de söylememişti. “Aslına bakılırsa beni dört yıldır sevdiğinden de bahsetmedi. Yani, sevdiğini biliyordum ama zamanını bilmiyordum.” Buna şaşırmadığını belli edercesine homurdandı. “Dün akşamki tepkinden anlamıştım. Ve sonrasında düşününce benimle evlenmeyi kabul etmene de epeyce şaşırdım.” Ben de şaşırdım, kral. Yalnız değilsin. “Sanırım babam seni seviyor,” diye gelişigüzel bir laf attım. Emin değildim ama bir yıldır konuştuklarına ve hatta Zonan’la evlenmemi çok istemesine bakılırsa Zonan’ı gerçekten de seviyor olabilirdi. Ayrıca bugün onunla epey sohbet etmişti. Zonan’a bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Babamı ne zamandır o gözlerle bakarken görmemiştim. Bana veya Via’ya bile. “Sevgisini yansıtmada farklı yollar denese de sanırım nefret etmiyor.” Gözlerimi çıkartarak kinayeli bir şekilde “Emin ol etmiyor,” dedim. Zonan bu kinayeyi anlamadığı için gülümsemekle yetindi. “Bir yıl önce konuşmaya başladıysanız neden beş ay önceki baloda bana bundan bahsetmedin?” Ensesini kaşıyarak “İmparator sana söylemek için doğru zamanı beklediğini ve seninle konuşmamamı söyledi,” dedi ve dişlerini sıktı. “Söyledi demek pek doğru değil, aslında.” Kaşlarımı çatarak “Emretti,” diye mırıldandım. Dönüp bana baktı. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçerek tekrar önüne döndü ve başını sallayarak “Emretti,” diye onayladı. Bu emretmenin altında farklı bir şeyin olduğunu sezsem de şimdilik bir şey söylemedim. Babam ikimizi de ayakta uyutmuşa benziyordu. Şimdi bu yalanını ilan edebilir Zonan’a onu rezil edebilirdim. Ama bu aynı zamanda Zonan’ı küçük düşürmek olacağı için sustum. Sonuçta Zonan, onunla evlenmeyi kabul ettiğimi düşünüyordu. İkimizi kısa bir süreliğine rahatsız edici bir sessizlik kucakladı. Hem bu sessizlikten kurtulmak hem de konuyu değiştirmek için “Seni en son gördüğümde de saçların toplu ve uzundu,” dedim. “Hiç kesmiyor musun?” Zonan’ın siyah saçları yılan derisi gibi parlıyordu. Buradan bakıldığında yumuşacık, ipek bir çarşafa benziyordu ve uzanıp onlara dokunmamak için ellerimi yumruk yapmak zorunda kaldım. “En son sanırım beş ay önce Derrikia (Domuz) Krallığı’nda görüşmüştük, değil mi? Şu geleneksel dövüş turnuvalarında?” Usulca başımı sallayıp yüzümü ekşittim. “Evet.” “Ringleri sevmiyorsun, anladığım kadarıyla? Turnuvaları izlerken de yüzünde bu surat ifadesi vardı.” “Hem de hiç,” dedim, burnunu kırıştırarak. “Bilirsin ‘Kılıcımı önüme gelene sallayacağım, şampiyon olunca tonlarca şarap içip üzerime fırlatılan güllerle tatmin olacağım, sonrasında önüme gelen on kadını odama götüreceğim,’ tarzı düellolardan hoşlanmam.” Kahkaha attığında ne söylediğimi fark ettim. On kadını odaya götürmek mi? Tamam, hiçbir zaman nazik bir prenses olmamıştım. Ama Zonan’la daha yeni yakınlık kurarken çenemin vidasını biraz sıkabilirdin. Zonan hâlâ gülerken bana baktı. “Durumu daha iyi özetleyemezdin.” Onun gibi gülmekten kendimi alamadım. Ben omuz silkerken “Ne tür düellolardan hoşlanıyorsun, peki?” diye sordu. İşaret parmağımı kaldırdım. “Önce benim sorum.” Dudağını mahcubiyetle büzüp çenesini kaldırdı. “Ah, evet. Özür dilerim. Saçlarımı kendimi bildim bileli uzun kullanıyorum. Yalnızca çok uzadığında biraz kesip ehlileştiriyorum, o kadar.” Zonan, uzun saçın yakıştığı nadir erkeklerden biriydi. Bazı savaşçı askerlerin de saçlarını uzattıkları görülürdü. Ama en fazla omuzlarına gelecek kadar uzatıyorlardı. Oysa Zonan’ın tepesinde salaş topuz yaptığı saçları omzunu geçtiğini söylüyordu. Saçlarına bakarken salyamın akmaması için “Untxia Krallığı’nın düzenlediği yıllık müsabakalar hoşuma gidiyor,” diyerek sorusunu yanıtladım. Via’nın krallığı her sene sporcuları bir araya getirerek bütün dallarda ayrı yarışmalar düzenliyor, her dalın kazananına ödül veriyordu. İnsanlar bu müsabakalarda hem eğleniyor hem de arkadaş edinebiliyordu. Gayet nezih ve hak edenin kazandığı bir ortamdı. “Dürüst olmam gerekirse o turnuvaları ben de seviyorum. Sporcuların rekabetini izlemek hoşuma gidiyor.” Zonan gibi bir kralın bu konuda bana katılacağını düşünmezdim. Zonan kaslarından, uzun boyu ve biçimli vücudundan son derece güçlü olduğunu belli ediyordu. Ayrıca hakkında anlatılanları da bilmiyor değildim. Bir keresinde köyüne saldıran bir grup karanlık yaratığın inini tek başına dağıttığını duymuştum. Sonuç olarak onun gibi krallar dövüş müsabakalarını daha çok sevmez miydi? “İşte buna şaşırırım,” dedim, şaşkınlığımı saklamaya gerek duymadan. “Daha çok birbirinin boğazlarına kılıç sokan şövalyeleri izlemeyi tercih edecek bir kral gibi duruyorsun.” Tekrar kahkaha attı. Tok sesi kalbimi tekletirken saçından bir tutam serbest kaldı ve gözünün üstünden yüzüne düştü. Çok küçük bir parçaydı, belki dokunsam elimin altında saç olduğunu bile hissedemeyecektim ama dokunmak istiyordum. Zonan sonunda gülmeyi kesip konuşmaya başladı. Bununla birlikte kendime gelip ona hayran hayran bakmayı bıraktım. “Dövüş turnuvalarını sevmiyorum, demedim. Evet, insanların birbirini öldürüyor ya da yaralıyor olması saçma ama dövüşleri izlerken de zevk alıyorum.” Gülümseyerek “Şimdi kafamdaki Zonan profiline oturdun işte,” dedim. Kaşlarını çattı ama o da gülüyordu. “Kafanda Zonan profili mi vardı?” “Elbette. Seni tanımıyorum. Dış görünüşün ve duyduklarımla oluşturduğum bir profilin var. Tanımadığım herkes için var.” “Sakıncası yoksa profil tanımlaması alabilir miyim?” Gözlerimi sonuna kadar açıp ona baktım. “Elbette, alamazsın. Bu, profili oluşturan kişiye özeldir. Kimseyle paylaşılmaz.” Yüzünü buruşturup “Ah, işte bu kötü oldu,” derken rol yaptığını biliyordum. Omuz silkip yürümeye devam ederken onun durduğunu ancak bir iki adım sonra fark ettim. Omuzumun gerisinden ona bakıp “İyi misin,” diye sordum. Zonan üzerimde bir noktaya bakıyordu ama nereye baktığı anlaşılmıyordu. Boğazını temizleyip bana yaklaşırken “İyiyim,” dedi ve yanımda durdu. Gözlerini kısmış kafamın üstüne doğru bakıyordu. Başımı çevirip arkaya baktım ama esrarengiz bir şey göremeyince tekrar ona döndüm. “Nereye bakıyorsun?” “Sadece hareket etmemeni ve çığlık atmamanı istiyorum,” dediğinde ne olduğunu anında anladım. Böcek! Büyük, kocaman! Kesinlikle üzerimde bir yerde devasa bir böcek vardı. Kalbim hızlanırken “Çok mu büyük,” diye fısıldadım. “Çok büyük ve elbisemden içeri girecek. Beni ısıracak, bütün zehrini vücuduma boşaltacak ve ben hayatımın en büyük travmalarından birini daha yaşayacağım değil mi?” Zonan’ın gözleri gözlerimle buluştu. “Ne?” “Böcek çok mu büyük!” bağırmamamı söylese de kendimi zapt etmem artık epey zor görünüyordu. “Böcek olduğunu da nereden çıkardın?” “Çünkü beni tanıyan herkes böceklerden hiç hoşlanmadığımı bilir ve ancak üzerimde böcek varsa ‘Sakın kıpırdama ve çığlık atma,’ der.” Kırdığı potu anladığında dilini ısırdığını görebiliyordum. İki elini yatıştırıcı bir şekilde havaya kaldırıp “Tamam,” dedi. “Ondan şimdi kurtulacağım, sakin ol.” Neredeyse ağlamak üzereydim. Sakin olamıyordum! “Lütfen,” diye soludum, nefes nefese kalırken. “Lütfen onu üzerimden al!” olduğum yere mıhlanmış hareket dahi edemiyordum. Bu felaketlerin ötesindeydi. Zonan usulca bir adım atıp bana yaklaştı. Uzun parmaklı elini belime koyduğunda istemsizce irkildim. Bütün bedenim karıncalanırken üzerimdeki böcekten ya da Zonan’ın kokusundan bayılacağımı sandım. Demek bana yaklaşması ve dokunması böyle bir şeydi. Diğer elini saçlarıma götürdükten sonra bir şeyi saç tellerimin arasından tutup fırlattı. Ve ben çığlık attım. Bunun olacağını biliyordum. Böceğin bedenim üzerindeki varlığı bile bayılıp ayılmak ve sonra tekrar bayılmak için geçerli bir sebepken, çığlığımı içimde çok bile tutmuştum. “Gitti,” dedi, usulca. Nefesi açıktaki boynuma vuruyordu. Yakası açık elbise giydiğim için kendime küfrederken ona tutunmamak için kendimi zor tuttum. Yanıyordum. Zonan’ın nefesi, elleri, teni buz gibi olsa da beni yakıyordu. “Emin misin,” diye sordum. Dudaklarım öyle bir titriyordu ki konuşurken neredeyse dişlerim birbirine vuracaktı. “Eminim. Korkmana gerek yok.” Korkmak mı? Geri çekildim. O da fazla ileri gittiğini düşünmüş olmalı ki belimdeki elini geri çekti. Yine de birbirimize çok yakın duruyorduk. “Ben korkmuyorum!” Kaşları saf şaşkınlıkla hafifçe yukarı kalktı. “Korktuğunu sanıyordum.” “Hayır,” diye direttim. “Yalnızca böceklerden hoşlanmıyorum. Bu, korkmak değil.” Gülüşünü dudaklarını birbirine bastırarak engellemeye çalıştı. Eğer bu kadar güzel bir adam olmasaydı, suratına bir tane çakabilirdim. “Elbette, prenses. Benim hatam korktuğunu sandım.” Kaşlarım daha da çatıldı. “Hem benim böceklerden hoşlanmadığımı nereden biliyorsun?” Omuz silkip üst dudağını yukarı doğru büktü. Dudaklarına bakmamak için büyük bir çaba sarf ettim. “Karşılaştığımız etkinliklerin birinde şalına büyük bir çekirge yapışmıştı. Düşüp bayılacağını sandım.” Gözlerini büyütüp başını iki yana salladı. “O gece beni epey korkuttun.” Baştan aşağı olduğum gibi kızardım. Evet, o günü çok net hatırlıyordum. Kral dayımın düzenlediği sefer etkinliğiydi. Yaz vaktiydi ve hava çok sıcaktı. o gibi sıcaklarda böceklerin evleri ve sarayları istila ettiğini bildiğim için ve sarayın dört bir yanı bahçelere karşı açık olduğu için üzerime şal almak zorunda kalmıştım. Eğer böcekler üzerime gelmeyi düşünürse şalıma gelir ve ben de şalı attığım gibi onlardan kurtulurdum. Talihsizliği seven biri olduğum için şalıma kocaman yeşil bir çekirge sıçramıştı. Şalımın ucundaki salkım iplikler parmağımdaki yüzüğe takılınca şaldan kurtulamamış ortalığı velveleye vermiştim. Korkunç bir gündü. O anı tekrar hatırlayarak titredim. “Korkmamıştım. Yalnızca çok büyük bir çekirgeydi ve huylanmıştım.” “Doğru korkmamıştın.” Kafamı kaldırıp ona baktım. Kusursuz bir adamdı. Ona baktığımda yaşadığım bu sarsıntıyı nasıl adlandıracağımı bilmiyordum. Zonan’ın gözlerine baktığımda ağlamak istiyordum. Hele o saçları. O kadar güzeldi ki. Adeta büyülenmiş gibi “Bakmak istiyorum,” diye mırıldandım. Zonan neyi kastettiğimi anlamadığını belli eden bir surat ifadesiyle baktı. “Saçını diyorum,” diyerek elimle işaret ettim. “Saçına bakabilir miyim?” Mimikleri gevşerken “Elbette,” diye mırıldandı. Gayet rahat ve özgüvenli görünse de parmaklarının tokayı çözerken hafifçe titrediğini görmüştüm. Ama bu o kadar kısa sürmüştü ki yanıldığını düşündüm. Siyah saçları serbest kaldığında yüzüme yayılan koku nefesimi tutmama sebep oldu. Kokuyu yalnızca bir anlığına duymuştum ve şimdiden müptelası olabilirdim. Zonan’ın saçları omzundan aşağı yılan kıvraklığında kaydı. Gerçekten de saçları o kadar yumuşak görünüyordu ki parmaklarım oraya dokunmak için adeta sızlıyordu. Kalp atışlarım gereksiz bir şekilde hızlandığında vücuduma yayılan sıcaklığı hissetmeye başladım. Ormanlar adına! Yalnızca saçlarını serbest görmüştüm. Neden heyecanlanmak zorundaydım ki? Neden yer bir zelzeleyle ayaklarımın altından kayıp gidecekmiş gibi hissediyordum? “Çok güzel.” Önce bu sesin başkasından geldiğini düşündüm. Ama etrafta kimse olmadığı için kendi dudaklarımın arasından çıktığını anladım ve anında pişman olarak dudaklarımı ısırdım. Zonan’ın yüzünde inanamıyormuş gibi bir ifade belirdi. “O kadar da güzel değil.” Hayır! O kadar harika görünüyorlar ki görüntün karşısında buraya çöküp ağlayabilirim! Aklımdan geçirdiklerimin hiçbirini söyleyemediğim için kendimi fevkalade rahatsız hissederek “Hayır,” dedim, usulca. “Gerçekten güzel görünüyorlar.” “Seninki kadar değil, prenses.” Yanaklarımın kızarmaya başladığını biliyordum. Ve bu, iltifattan dolayı değildi. Zonan’ın görüntüsünden, bu görüntü karşısında kalbimin daha önce hiç atmadığı gibi hızlı atmasından kaynaklanıyordu. “Neden hep topluyorsun ki?” Benim için saçlar çok önemliydi. Herhangi bir geçerli sebebim olmamasına rağmen saçlarımı çok seviyordum. Zonan gibi yalnızca baş edilmeyecek kadar çok uzadığında birazcık kestiriyordum. Ve talim yapmadığım ya da bir baloya katılmadığım sürece asla saçlarımı toplamazdım. Siyah-kırmızı karşımı saçlarım her zaman serbest, omuzlarımın gerisinden dökülürdü. Onları özgür seviyordum. Bir tokanın tutsaklaştırdığı şekilde değil. Zonan omuz silkti. “Aslında her zaman toplamam. Özellikle sarayımdayken. Topladığımda biri beynimi tutup çekiştiriyormuş gibi hissediyorum.” Gülme sırası bendeydi. “İşte buna sevinirim.” Gülücük ona da bulaştığında kalbim bir kez daha tekledi. Saçları özgür denizin kumla yaptığı savaşa benzer hareketlerle rüzgârda savuruluyor ve yüzüne vuruyordu. O ince tellerin arasına gizlenen yüzü, bir tabloya layıktı. “Özel bir sebebi var mı,” diye sordu. “Uzun saçların toplanmasından hiç hazzetmem. Tabii erkekler için durum farklı olabiliyor ama burada da kendi sarayındaymışsın gibi kullanabilirsin. Kimse karışmaz.” Yalnızca önüne gelen saçlarını tutarak bir tutam oluşturdu. “Birinin saçlarıma karışmasına izin verecek biri gibi mi duruyorum?” Elbette öyle durmuyordu. Çok güzel ve yakışıklı bir adam olabilirdi. Bana hayran hayran bakıyor da olabilirdi. Ama bunun dışında o bir kraldı. Hem de tüm diyarın en güçlü kralı, Korkusuz Kral Zonan’dı. Ve böyle düşündüğüm için – sanki düşüncelerimi okuyabilirmiş gibi – utanarak bakışlarımı kaçırdım. Onun kral yüzünü daha önce görmüştüm. Her karşılaşmamızda. Şimdi onu bu şekilde gülümserken görmek, daha önce gördüğüm adamın aslında o olmadığını söylüyordu. Sanki maske takıyordu. Bütün insani duygularını örten kusursuz bir maske. Gözlerim tekrar Zonan’ı bulduğunda sorduğu biri gibi durmadığını söyleyecektim ama az önce eline aldığı tutamı tepesinde topluyor olduğunu gördüğümde aniden bileğini tuttum. “Hayır! Şimdi toplayamazsın! Yani… En azından bir süre.” Göz ucuyla bileğindeki elime ardında da gözlerime baktı. Hayat durmuştu, değil mi? Güneş sönmüş, ikimizi yalnızca birbirimizi görebilmemizi sağlayacak sihirli bir aydınlıkla baş başa bırakıp gitmişti. Zonan’a dokunduğum anda boynumdaki kolye titreşti ve rüzgâr uğuldamaya başladı. Zonan gözlerini benden ayırmadan saçının o küçük tutamını serbest bıraktı ve elini yavaşça aşağı indirdi. Bileğini hâlâ bırakmadığım için hareketleri o kadar özenliydi ki sanki en ufak bir tepkide bileğini bırakacağımdan korkuyordu. “İstemiyorsan toplamam, prenses.” Sesinin yumuşaklığı. Kuş tüyünden yapılmış devasa bir yorganın üstünde yattığımı hayal etmeme sebep oluyordu. “Bunu hissediyor musun?” Soruyu sorarken tam olarak neyi kast ettiğimi bile bilmiyordum. Ama havadaki bu değişimi ben hissediyorsam o da hissediyor olmalıydı. Ya bana biraz yaklaşmıştı ya da aramızdaki mesafe mucizevi bir şekilde kapanmıştı. Gövdelerimiz neredeyse birbirine değecekken yine geri kaçmak istedim. Mümkünse Zonan’dan uzak köşelere kaçmak ve hissettiklerime anlam vermek. Ama yapamadım. Hem ondan uzaklaşmak istiyor hem de daha yakınında durmak istiyordum. “Dün gece arabada olduğu gibi değil mi,” diye fısıldadı. Tüm uzuvlarım gerildi. Yüzüm kaskatı olurken “Bunun ne olduğunu bulmak istiyorum,” diye fısıldadım. Bilmediğim şeyleri sevmezdim. Öğrenmek istediğim şeyleri açık açık öğrenmeliydim. “Belki de bulmamak en iyisidir.” Kaşlarım çatıldı. “Ne demek istiyorsun?” Onun da kaşları birbirine yaklaşmıştı ve son derece ciddi görünüyordu. “Bazı şeyleri ancak yaşayarak öğrenebilirsin, demek istiyorum.” “Etrafımızı saran bu tılsımla ilgili epey şey biliyor gibisin.” dudaklarım sinirle büzüştü. Belki de olan şey Işık’ın ikisinin ilişkisini onaylaması değildi. Belki de Zonan’a karşı bunları hissedebileyim diye Zonan birilerine bir tür tılsım yaptırmıştı. Gözleri göğsüme doğru kaydı. Düzensiz nefeslerim yüzünden hızla inip kalkan kolyeye bakarak “Tek bildiğim,” dedi ve işaret parmağıyla kolyeye dokundu. Bu dokunuşla içimde bir şeyler koptu. “Ne zaman gözümün içine baksan bu kolyenin parladığı.” Kulağına fısıltılar geliyordu. Tam olarak ne söylediklerini anlayamadığım bir takım fısıltılar. “Fısıltıları duyuyor musun?” Yüz hatları gerildi. “Duymuyorum,” dedi, usulca. Kendimi aptal gibi hissederek bacaklarıma hareket etme komutu verdim ve Zonan’dan iki adım uzaklaştım. Ondan uzaklaştığım an kolye sustu. Sırtıma çöken ağırlık, etrafımızı çevreleyen büyülü hava kayboldu. Zonan hızlıca çevresine göz gezdirirken tekrar ona yaklaştım. Tılsımlar geri gelse de kolye bu sefer konuşmadı. Ne yaptığımı bile düşünmeden Zonan’ın elini tuttum ve kolyenin üzerine götürdüm. Ne yapmaya çalıştığımı anlamak ister gibi yüzüme bakıyordu ama dudaklarını aralayıp bir şey söylemedi. Zonan’ın biçimli parmakları kolyeye dokunduğu an fısıltılar geri geldi. Gözlerimi kapatıp söylenenlere odaklanmaya çalıştım. Ne yazık ki hiçbir şey anlaşılmıyordu. Kalabalık bir salonda her kafadan farklı bir ses çıkıyor gibi bir uğultu vardı. Fısıltıların birkaçı susmayı denese belki esas konuşanın ne söylemek istediği anlaşılabilirdi. “Ne yapıyorsun?” Zonan, sonunda konuşabildiğinde gözlerimi araladım. Elini usulca bırakarak kesik bir nefes verdim. Zonan’ın eli soğuk olmasına rağmen onu bıraktığımda elime nahoş bir soğukluk yayıldı. “Benim hatam,” diye mırıldandım. “Hatan olan ne?” Dudaklarımı dişleyip başımı sağa sola salladım. “Bu kolyenin ne işe yaradığını sormalıydım. Her sene doğum günümde zaten kutsanmaya gidiyorum ama bu sene, bu lanet kolyeyi takacağımı söylediklerinde sebebini öğrenmeliydim.” “Kız kardeşim de yirmi birinci yaş günü için kutsamaya gittiği sırada buna benzer bir kolye takmıştı. Sanırım bir tür ayin.” Gözlerine baktım. Kolye susmuştu ama o gözlerin, bana hissettirdikleri susmuyordu. Yine de emin olamazdım. Belki de Zonan değil, babam benim Zonan’a âşık olmamı garantilemek istemiş ve kolyeyi tılsımlatmıştı. “Kız kardeşinin de benimle aynı şeyler hissettiğini hiç sanmıyorum.” Bir süre düşünür gibi gözlerini kıstı. “Hayır,” dedi, sonunda. “Böyle bir şey olsaydı mutlaka söylerdi.” “Sence biri beni, sana karşı tılsımlamış olabilir mi? Yani bu kolye üzerinden.” Zonan büsbütün dondu. Gözleri yavaşça açılırken dudakları düz bir çizgi halini aldı. Ya çok iyi rol yapıyordu ya da hiçbir şey bilmiyordu. “Bunu yapmaya cüret edebileceklerini sanmıyorum,” derken sesi buz gibiydi. Wandelon adına. Sadece öfkesiyle bir adamı dondurabilirdi. “Çok fazla kötü insan var, Kral Zonan. Bunu benden daha iyi bilirsin.” Yüzü çarpıldı. Öfke her bir hattına yerleşmiş gibiydi. “Benim sevdiğim prensese kimsenin böyle bir şeyi yapma cüreti gösterebileceklerini sanmıyorum.” Gözlerimi kıstım. Bir erkeğin korumasına hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştım. “Sadece sen seviyorsun diye değil, imparatorluk prensesi olarak ben de bizzat buna cüret edilmesine izin vermem.” “Ondan şüphem yok. Ama beni sevmen için bir tılsım yapılmışsa senden önce onları cezalandıracağımdan emin olabilirsin.” Zaten bundan emindim. Yeni tanışıyor, yeni vakit geçiyor olsak bile Zonan’ın bana bakarken kullandığı yüz ifadesi daha önce görmediğim türdendi. “Seni yakından tanımak istiyorum, Kral Zonan.” Bazen düşünmeden konuştuğum oluyordu. Ve bu da o anlardan biriydi. Zonan da bunu duymayı beklemiyormuş gibi irkildi. Önce kaşları hafifçe kalktı. Dudakları bir santim aralanırken yüz hatları yumuşamaya başladı. “Beni daha fazla mutlu edemezsin, prenses.” Fısıltılı sesi açıkta kalan tüm tenimi yaladı. Tam bir şey söylemeye hazırlanıyordum ki yan tarafımızdan bir ses geldi. “Sulama kabınızı getirdim, prenses.” İstemeyerek de olsa Zonan’dan bir adım uzaklaşıp Meki’nin elinden sulama kabını alıp tekrar Zonan’a döndüm. Gözleri gülümsüyordu. “Biraz çiçek sulayalım o halde.” |
0% |