@nurrunatt
|
Küçük kız, dudaklarına masum bir gülücük yerleştiren melodiye doğru yürümeye başladı. Ne kadar da güzel bir şarkıydı. Notalar ahenkle dans ederken, sözler onlardan bir parça gibiydi. Şakaklarına kadar titremesine neden olan bu melodiyi bir insan söylüyor olamazdı. Böyle güzel bir şarkıyı ancak periler söyleyebilirdi. Kız, önüne çıkan ve zikzaklar halinde dizilmiş, dünyanın oluşumundan beri orada olduğunu belli eden büyük, köklü ağaçların arasından geçerek sonunda göle ulaştı. Dudaklarına yerleşen gülücük bütün yüzüne yayılırken artık kıkırdıyordu. Elbisesinin eteklerini toplayarak göle doğru koştu. Tabii ya! Bunu nasıl da akıl edememişti? Yankı Ormanı’ndaydı. Dünyanın en gizemli, en tılsımlı ve en göz alıcı ormanı. Su Perileri ise şarkı söylüyordu. Küçük kız ayakkabılarını bir kenara fırlatıp ayak bileklerine kadar göle girdi. Periler, onun gelmesinden memnun olmuş gibi bir araya toplanarak kanat çırpmaya ve şarkılarını daha yüksek sesle söylemeye başladı. Kız, gözlerini kapatıp sağa sola salınıyor, perilerin şarkısına ayak uyduruyordu. Şarkının sözlerini ezberleyip onlarla birlikte söyleyebilmeyi ne de çok isterdi. Ancak bir türlü perilerin ne söylediklerini anlayamıyordu. Kafiyeli sözcükler, perilerin dudaklarından çıktığında havada dağılıyor ve küçük kızın kulaklarına karmaşık bir sırayla ulaşıyordu. Kız, bu durumu pek de umursamıyormuş gibi omuz silkip salınmaya devam etti. Buraya ne zaman geldiğine dair en ufak bir fikri yoktu. En son hatırladığı şey geniş odasındaki geniş yatağına kıvrıldığıydı. Ama şimdi buradaydı. Gecenin serin esintisinde saçları havalanırken uzuvları şarkıyla gevşiyordu. Perilerin kanatlarından yayılan ışık öyle yüksekti ki dolunay bu ışığı kıskanmış gibi bulutların arasına gizlenmişti. Periler şarkılarını sonlandırdığında küçük kız neredeyse ağlayacak gibi oldu. Gözlerini açıp onlara baktı. Ama onları göremedi. Kız aynı yerde duruyordu ancak periler kaybolmuştu. Üstelik kaybolan bir tek periler değildi. Gece de kaybolmuştu. Artık akşamüzeriydi. Güneş daha yeni yeni batıyor ve kızın ateş kızılı-siyah karışımı saçlarına vuruyordu. Küçük kız kan kırmızısı göz bebeklerini ağaçların arasından yüzüne vuran güneşe çevirdi. Emin olmak ister gibi gözlerini iyice kısarak baktı. Evet, evet. Doğmuyordu. Batıyordu. Bu işte bir gariplik olduğunu düşünerek korkuyla bir iki adım geri gitti ve ayaklarını gölden çıkardı. Şimdi, ıslak ayaklarına ne kadar toprak, yaprak, ot varsa yapışacaktı. Bu iğrençliğe kendini hazırlayarak yüzünü buruşturup gözlerini kapattı. Gölden tamamen çıktığında tahmin ettiği şeyler olmadı. Ayakları, ayağında ayakkabı varmış gibi sert zeminle buluştu. Gözlerini açıp elbisesini kaldırarak ayaklarına baktı. Kendi ayakkabı boyundan en az dört santim daha büyük olan kırmızı ayakkabılara ve içine tam oturan ayaklarında göz gezdirdi. Gözlerini açıp kapadı, birkaç kez kırpıştırıp kafasını salladı; göle uzanıp avcuna aldığı suyla yüzünü yıkadı ve tekrar baktı. Hayır, yanlış gömüyordu. Ayaklarında, aslında kendisine büyük gelmesi gereken ayakkabılar vardı. Elleri artık kendisine ait olamayacak kadar yetişkin ellerine benziyordu. Çocuk eli değildi. Bedenini yokladı. Bacakları eskisine göre daha kalın ve çok daha uzundu. Göğüsleri yetişkin bir kadınınki gibi büyümüş ve olgunlaşmıştı. Her yeri… Baştan aşağıya birden büyümüştü. Yetişkin bedenine hapsolmuş küçük bir kız çocuğuydu. Dudakları titrerken korkuyla etrafına baktı. Babasını, vaftiz ablasını ya da imparatorun muhafızına bakındı. Ama kimseyi göremedi. Buraya gerçekten de yalnız mı gelmişti, yani? Onca yolu tek başına mı aşmıştı? Babası buna nasıl izin vermişti? Yoksa… Yoksa ondan kaçmış mıydı? Eğer böyle bir sorumsuzluk yaptıysa saraya geri dönmese iyi olurdu. Çünkü güzel bir ceza onu bekliyor olacaktı. Derin bir nefes verdi. Ne saçmalıyordu ki? Nasıl göründüğü umurunda bile değildi. Babasını daha fazla kızdırmamak için saraya gidebilme düşüncesiyle arkasına döndü ve olduğu yerde donakaldı. Bir adam siyah atının üzerine bağlanmış ok ve yay kılıfını çıkartıyordu. Adam uzun boylu, siyah kıyafetler içindeydi. Saçları omzundan aşağıya dökülüyordu. Bir kısmı tepesinde topluydu ve kıyafetleri gibi simsiyahtı. Arkası dönük olduğu için yüzünü göremiyordu. Yapılı, iri, kaslı, oldukça güçlü birine benziyordu. Küçük kızın, elinden kaçmak için hiç şansı yoktu. Ses çıkarmamaya özen göstererek ağır adımlarla geri geri yürümeye başladı. Neredeyse akşam olmak üzereydi ve su perileri birazdan gölden çıkmış olurdu. Küçük kız da onlardan yardım isteyebilirdi. Su perilerinin iyi kalpli olduklarını biliyordu. Kıza mutlaka yardım eder, onu adamdan kurtartırlardı. Küçük gölün kenarına kadar yürüdü ve neredeyse nefes bile almadan öylece adama bakmayı sürdürdü. Adam şimdi de oklarına bir şeyler yapıyor yüzünü yine kıza dönmüyordu. Tehlikenin yayıldığı bu adamın yüzünü çok merak etmişti. Masallarda okuduğu kaçakların yüzü gibi miydi, yoksa Serkeşler gibi miydi? Hırsız, katil, casus ya da kalpsiz askerler gibi miydi? Küçük kız için bütün kötü karakterlerin kendilerine göre yüzleri olurdu. Adamın yüzünü bir görebilse hangisi olduğuna karar verebilecekti. Ancak içindeki bir ses bu yüzlerin hiçbirine sahip olmadığını söylüyordu. Her ne kadar fiziksel olarak tehlikeyi ve mutlak soğukluğu andırsa da sanki yüzü kötü değildi. Hatta yüzüne baktığı anda güzelliğinden nefesinin kesileceğini hissetti. O sırada adamın sırtına, ağaçlara ve ormana gümüşi yansımalar vurdu. Kız, hemen kafasını çevirerek az önce göle ne zaman girdiklerini bilmediği perilere baktı. Küçük perilerden birkaçı tekrar az önceki şarkılarına başladıklarında kızın dudaklarında yine aynı gülümseme belirdi. Ama bu gülümseme ciddi suratlı bir perinin yanına yaklaşmasıyla son buldu. Kız tamamen periye doğru döndü. Büyük bir bedeni taşıyor olsa da o hala küçük bir kızdı ve küçük kızlar da bu surat ifadesinin ardından ciddi bir konuşma geleceğini bilirdi. Peri, dudaklarını oynatmadan küçük kızın zihnine doğru konuşmaya başladı. “Şarkıyı anlıyor musunuz, prenses?” Perinin, ‘prenses’ diye seslendiği kız “Kulağa güzel geliyor ama anlayamıyorum,” diye yanıtladı. O, perinin zihnine konuşmayı bilmediği için insanların iletişim kurdukları yola başvurmuş, dilini kullanmıştı. “Üzülmeyin, prenses. Zamanı geldiğinde anlayacaksınız. Ve zamanı geldiğinde kulağa hiç de güzel gelmeyecek.” Kızın kaşları birbirine yaklaştı. Minik yüreği korkuyla dolarken “Neden?” diye sordu. Ama belli ki peri için bu konuşma çoktan bitmişti. Yeni bir konuşma başlıyordu. “Kadere her zaman inanmalısınız, prenses.” “Annem de böyle söylerdi.” “Işık tarafından kutsanmış insanların bir araya gelmesinin ne olduğunu biliyor musunuz, peki?” Küçük kız perinin tahmin ettiği gibi başını sağa sola salladı. Perinin yüzündeki ciddi ifade biraz kırılırken prensese tebessüm etti. “Bir araya gelmeniz gereken insandan kaçmayın prenses. Gidin ve arkanızda duran krala sarılın.” Prensesin gözleri sonuna kadar açıldı. O adam kral mıydı, yani? Buna sevinmişti. Çünkü neredeyse o adamın bir kaçakçı, hırsız ya da katil olmadığından emindi. Ve öyle olmadığını bilmek yüreğine su serpmişti. Arkasına dönüp krala baktı. Ama kral artık arkasında değil, prensesin hemen yanında onun gibi öylece gölü izliyordu. Prenses onun yüzünü yine göremedi. Tokasına sığmayan uzun saçları yüzünü kapatmıştı. Prenses, ağır adımlarla adamın yanına gitti. Ve tam da o anda dünyadaki tüm sesler sustu. Mutlak sessizlik, güvenli bir anne kucağı gibi prenses ve kralı sardı. Az önce burada yalnız olmaktan, bu adamla baş başa kalmaktan ne kadar da korkmuştu. Şimdi ise o korku, perilerin şarkısındaki melodiye sarılarak etkisini yitirmişe benziyordu. Artık korku değil, tuhaf bir şekilde güvende hissediyordu. Huzurluydu. Adamdan yayılan koku dünyadaki tüm güzellikleri bastırmış gibiydi. Peri, prensesin zihnine doğu fısıldadı. “Öpün onu, prenses. Kralınızı öpün ve döngüyü başlatın.” |
0% |