Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@nusseo_

Ben Beatrix, yetimhaneye düştüğümde henüz yedi yaşındaydım. İnsanların beni sevmesi için mükemmel ve daha az korkutucu olmam gerektiğini öğrendiğimde de yedi. Büyücülerin beni sevmesi ve kabullenmesi için daha yetenekli olmam gerektiğini öğrendiğimde ise on iki yaşındaydım. Taşra’da çok hikâyeler anlatılırdı. Onu seven ve koruyan bir aile tarafından evlat edilen çocukların mutlu kahkahaları orada çalışan görevliler tarafından bize anlatılır, eğer kaybettiğimizi geri kazanmak istiyorsak onların sözünden çıkmamamız gerektiğini söylenirdi. İtaatkâr olmalıydık.

Hiçbir zaman insanlardan nefret eden biri olmamıştım. Bana göre insanlar büyücüler kadar uzun yaşayamasa da ve onlar kadar yetenekli yaratıklar olmasa da yine de çok güçlülerdi. Sırf biraz para için ölümcül derinlikleri olan okyanuslarda kendi boyutlarının yüzlerce katı olan balinaları avlıyorlardı ve bunu hiç sihir kullanmadan yapıyorlardı. Etkileyiciydiler fakat büyücüler kadar duyarlı değillerdi. İnsanlar doğayı hayatta kalmak için yok ederken büyücülerse enerjilerini doğadan aldığından onu canları pahasına insanlardan koruyordu. Bu iki ırk arasında bitmek bilmeyen savaşlarda tam da bu yüzden başlamıştı.

Dünya’nın hâkimi olmak.

İki ırkında sahip olmak istediği türden bir başarı olsa da çoğu için sadece bir hayal olarak kalıyordu çünkü yapılan bu savaşlarla yüzlerce bazen binlerce kayıp veriliyordu. İnsanların büyücülerden, büyücülerin de insanlardan nefret ettiği bu zamanın ortasında birde benim gibi olan belki yarım düzüne ya da bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar olan zavallı çocuklar vardı.

Melezler.

İnsanlara çok korkutucu gelirlerdi, büyücüler ise yetersiz olduklarını söylerlerdi.

Ve bizim gibilerin evlat edinilme şansı çok daha düşüktü çünkü kimse seni kendi ırkından saymazdı. Sen hep bir yabancı olurdun.

Taşra’ya düşmeden önce oldukça güzel bir hayatım vardı. Babam ateşi sanki bir oyunmuş gibi ellerinde bükerdi. Harlanan alevler efendisinin önünde diz çöker ve ne söylerse yaparlardı. Onu antrenman yaparken izlerdim. Dünyanın en güzel şeyi gibi gelirdi. Parmakları arasından sızan kızıl ışıkların bedeninin etrafında dönmesi ve diğerlerine zarar vermelerine rağmen onu zararlı etkenlerden korumaları beni büyülerdi. Annem ise gençken insan kralını kurtardığı için yüzbaşılıkla ödüllendirilen çok yetenekli bir askerdi. Çok iyi kılıç ve yay kullanırdı. Onu da antrenman yaparken izlemekten zevk duyardım. Kılıçların havada çarpıştıklarında çıkardıkları ses bazen kanımı dondursa da çoğu zaman kalbimi heyecanla çarptırırdı. Küçük kalbim o kadar hızlı çırpınırdı ki bir ara kalbimin kanatları olduğunu sanırdım.

Ebeveynlerim annemin bana anlattığına göre savaştayken tanışmışlardı. İkisi de karşı taraflarda yer almasına rağmen annem babamın savaş meydanında nereden geldiğini bilmedikleri bir insan kızını koruduğunu gördüğünde ondan etkilenmişti. Bir süre orada öylece durmuş ve elindeki kılıçla ne yapacağını bilememişti fakat insanlardan biri babamı rehin aldığında düşünmeden kılıcını kendi ırkından olana saplamıştı. Onu kurtardığında babamda ona saldırmamış öylece oradan uzaklaşmıştı. İkisi de bir daha asla karşılaşmayacaklarını düşünürken annem bir takım bitkiler toplamak için ormana girdiğinde onu antrenman yaparken görmüştü. İkisi başta minnet duygusunun getirdiği sorumluluk ihtiyacıyla görüşmüş zamanla bu minnet önce arkadaşlığa ve çok sonra aşka dönüşmüştü.

Ve aşkın mutlak kanıtı olan beni dünyaya getirmişlerdi.

Kendi evimizde insanlardan ve büyücülerden uzakta yaşıyorduk. Evimizin büyük bir bahçesi vardı ve annem bu bahçede genelde sebze meyve yetiştirirdi. Benimde çocukluğumun bir kısmı tarlada çamurun ve toprağın içinde debelenirken geçmişti. Ormana oldukça yakın oluşumuzdan kaynaklı onlar ormanda antrenmanlarını yapar ve çoğu zaman beni de izlemem için yanlarında götürürlerdi. Ayrı ayrı çalışırken annem kılıç, babamsa büyü kullanırdı fakat birlikte çalıştıklarında babam çok sevdiği o ateşini bir kenara kaldırıyordu. Akşama kadar onları izler akşam saatinde eve dönerdik. Dönüş yolunda bazı şifalı bitkileri toplardık ve eve geldiğimizde annemle onların şuruplarını yapar saklardık. Böylece birimiz hastalandığında bu ilaçlar işimize yarayacaktı.

Babamla aldığım derslerden dolayı az da olsa ateşi kontrol edebiliyordum fakat henüz kendim bir tane yaratmayı öğrenememiştim. Annemse bana kendisi gibi ok atmayı öğretmişti. Yedi yaşında bir çocuğa göre mükemmel olduğumu söylerlerdi fakat bunun koca bir yalan olduğunu yetimhaneye düştüğümde anlamıştım. İkisinin bana söylediği çok yalan vardı. Annem okula başladığımda çok arkadaşım olacağını söylüyordu, babam ise bizi hiç bırakmayacağını.

İlk önce babam döndü sözünden.

Kanlar içinde yerde yattığı günü halen hatırlıyorum. İnsanlar aktif olarak kullandıkları –yok ettikleri- ormandan artık daha fazla ferim alamadığından bizim yakınında yaşadığımız ormana gelmişlerdi. Çok kalabalıklardı ve bu bölgede yaşayan tek büyücü babamdı. Yine de kanının son damlasına kadar ormanı ve evimizi korumuştu fakat başarılı olamamıştı. Üzerine saçılan kül tozu ile zayıf düşürülmüştü. Çünkü kül ateşin son haliydi. Gücünü kaybetmiş ve bitmiş olurdu. Hemen sonrasında göğsüne saplanan kılıç işini bitirmişti.

Annem babamın ölümünden sonra beni alarak evden kaçmıştı. Bütün yol boyunca sessizce ağladığımızı halen anımsıyorum. En sonunda bir köye geldiğimizde sığınmak için bir yer talep etmiş fakat melez olduğum saçlarımdan ve gözlerimden anlaşıldığından dolayı kısa sürede kapı dışarı edilmiştik. Bir süre yıkık dökük bir ahırda yaşamıştık fakat soğuk beni neredeyse geri dönülemez bir biçimde hasta ettiğinde annem başına gelenleri krala anlatmaya karar vermişti. Bize bir yardımının dokunacağını düşünüyordu. O gece içimizdeki son umut tomurcuğunu açması umuduyla sulamış ve saraya gitmiştik. Annem beni çalıların arasına saklamış ve muhafızlarla konuşmuştu.

Annemin mevkii halk tarafından biliniyordu ve onu kucağında melez bir çocukla köy meydanında gördüklerinde hemen her detayı birbirlerine anlatmışlar en sonunda bu bilginin kralın kulağına kadar gelmesini sağlamışlardı. O gece annemi kaybedeceğim geceydi fakat bundan haberim yoktu.

Tüm bu olayların sonunda yetimhaneye düştüğümde tüm bu olanlara rağmen hala insanlardan nefret edemiyor oluşumu yarı insan oluşuma bağlıyordum. Her gece yaşıtım çocukların zorbalıklarına katlanıyor ve öğretmenlerimden yediğim dayağı sindiriyordum. Gözlerim her zaman kırmızı olurdu çünkü insanların önünde olmasa da yalnız kaldığımda bolca ağlardım. Bu duygu karışıklığı Taşra’nın etrafında yakılan meşalelerin bazen sönmesine bazen de harlanarak küçük yangınlar çıkartmasına neden oluyordu ve bunun sonucunda daha ağır bir dayak yiyordum.

Taşra’dan kurtarıldığım o günü kalbimin bir köşesine kazımıştım. Daha önce hayatımda hiç görmediğim bir adam Taşra’nın kapısından içeriye girdiğinde ortamın bütün enerjisinin büküldüğünü iliklerime kadar hissetmiştim. O adam uzun boylu ve oldukça sıradanın dışında bir adamdı. Sırtından yere doğru sallanan mavi pelerini ve uzun beyaz saçlarıyla bana adeta ben senden biriyim diye haykırıyordu. Yıllar sonra ilk defa gülümsediğimi hissetmiştim.

O sabah beni evlat edinmişti.

Taşra’dan ayrıldığımızda içime sinen mutluluk hissi tarih edilemez bir duyguydu. Sanki bedenimdeki bütün yaralar bir anda kapanmıştı. Evim diyebileceğim taştan bir yapının önüne geldiğimizde babamın en yakın arkadaşı olduğunu öğrenmiştim. Onun başına gelenleri öğrendiği gibi beni aramak için insanların topraklarına girerek hayatını tehlikeye atmıştı. Daha sonra beni kendisinin de çalıştığı bir okula kayıt ettirmiş ve büyü dersleri almamı sağlamıştı. Adı Efendi George’du ve benim yeni ailemdi

Loading...
0%