@nusseo_
|
Attan indiğimizde bahçede gezinen hava dalgası suratıma çarptı ve ciğerlerime doldu. Papatya kokuyordu. George’un eşi İrene bir şifacıydı, papatya çayı yapmak için arka bahçede papatya yetiştiriyordu. Taş ev de köylere çok yakın olduğundan çoğunlukla burada kalırdı. Onu akademide bir kez bile görmemiştim. Bazen birbirlerini haftalarca göremiyorlardı fakat bunlar iş yüzünden olduğundan ikisinin de bunu çok umursadığını görmemiştim. Büyücülerin çoğu için yardım ve incelik önde gelirdi ve onların meslekleri bu iki duyguyla donatılmış olanlardı. George atın eyerine astığı çantamı eline aldı ve evin kapısına doğru ilerledi. Onu takip etmekten başka bir seçeneğim olmadığından sessizce onun peşinden gelmiştim. Şimdi kapının önünde duruyorduk ve ikimizden birinin kapıyı çalması gerekiyordu Elimi bunun için havaya kaldırdığım anda İrene bizi hissetmiş olacak ki pat diye kapıyı açtığında çığlık atmamak için yanaklarımı dişlemek zorunda kaldım. Altın sarısı saçları yüzüne vuran rüzgârdan havalanmış, yeşil gözleri ilgiyle parıldıyordu. O da benim gibi bir melezdi fakat bir insan melezi değildi. Havanın ve toprağın büyücülerinin kızıydı ve iki gücüde hâkimdi. Bu tarz büyücüler sahip oldukları iki güçten birine daha yatkın olurlardı. İrene toprağı kontrol etmek konusunda daha bir yetenekliydi ve bu da onun şifacı olmasını sağlayan bir numaralı etkendi. “Beatrix!” Kollarını sıkıca boynuma dolayıp beni kapıdan içeriye çektiğinde daha ayakkabılarımı bile çıkartmamıştım. Beni bir ahtapot misali sarmalamıştı. “Seni çok özledim.” Kollarımı ona doğru dolayıp “Bende seni özledim.” Diye fısıldadım. “Ama nefes alamıyorum.” İrene beni bırakıp George’a keskin bir bakış attı ve onun elindeki çantamı gördü. “Onun burada ne işi var George?” Diye sordu elindeki çantayı alırken yanağına bir öpücük bırakmayı ihmal etmemişti. Yanlış yerde yanlış zamanda bulunuyormuş gibi hissetmeme neden olmuştu bu hareketi. “Uzaklaştırma aldı.” “Ne!” Bana doğru baktığında oldukça öfkeli olduğunu gördüm ve dudaklarımı ısırdım. Bakışlarını benden ayırmadan “Neden?” Diye sordu. Buna cevap vermesi gereken kişinin ben olduğumu biliyordum. Derin bir nefes aldım ve “Cullen bana ve anneme hakaret etti bende onu duvara yapıştırdım.” Dedim. Artık bunu sesli söylemeye alışmıştım ve bu içimde bazı hislerin kabarmasına neden oluyordu. Tatmin olmak mıydı yoksa gurur mu bilemiyorum ama bu duyguları sesli bir şekilde dile getirirsem George’un gazabından kaçamayacağımı biliyordum. “Ne!” “Ama öldürmedi İrene, bu da bir başarıdır değil mi?” George bana acınası bakışlar atarak konuşmuştu. “Hayır değildir.” Ses tonunda garip bir ton vardı. “En azından sakat falan bıraksaydın. Diğer çocuklara ibretlik bir mesaj olurdu.” Dudaklarımın ince bir yay gibi gerildiğini hissettim. “İrene! Yapma tanrılar aşkına. Sokma şunun aklına söyle şeyler.” Dedi George yalvarır gibi. “Ne yalan mı? Sürekli kızın üstüne geliyorlardı. Hem iyi olmuş Ruthen’leri hiç sevmem eminim daha fazlasını hak etmiştir.” Çantamı bana uzattı. “Odana yerleş tatlım, istersen sana yardımcı olabilirim.” “Hayır, teşekkür ederim.” Önce kapıyı usulca arkamdan kapattım ve ardından odamda tek başımaydım. Taştan duvarların yarattığı serinlik tenimi karıncalaştırıyor camdan içeriye sızan ince güneş ışınları gözümü alıyordu. Uzun zamandır bu odayı görmemiştim fakat bıraktığım gibi kalmıştı. Masanın üzerinde bıraktığım kalemlerim bile aynı şekilde duruyordu. Dağınıktı ama bana aitti. Eşyalarıma dokunulmasından haz etmediğimden İrene odama zorunda olmadıkça girmez ve eşyalarıma dokunmazdı fakat ara sıra reddedeceğimi bile bile nazil olmak için yardım lazım mı diye sorardı ve bende onu sürekli kibarca reddederdim. “Tıpkı bu sabah olduğu gibi…” Diye mırıldandım dudaklarımı hafifçe kıpırdatarak ve çantamı yatağımın üzerine bıraktım. Yumuşak yatak hafifçe içe doğru çökerken çantanın fermuarını açtım ve içindeki eşyaları dolaba yerleştirmek için eline aldım. Dolabın kapağını açtığımda bir sürü boş askıyla karşılaştım. Bu kadar askım yoktu ve onları dolduracak kadar elbisemde yoktu fakat bunun üzerinde çok düşünmeye gerek yoktu. Tüm elbiseleri tek tek askılara taktıktan sonra boşta kalan çantayı ikiye katladım ve dolabın gözlerinden birine koydum. Uzun boy aynasına gözlerim takıldığında halen üzerimde zırhımın olduğunu fark ettim. Göğsümdeki hançerin sapı güneşin vurmasıyla ışıldıyordu. Acaba eve bu kirli kıyafetlerle girdiğim için İrene kızmış mıydı? Hayır diye yanıtladı içimden bir ses aniden. Anneler kızlarına kızmaz. O gün hiçbir şey yapmadan hemen yatıp uyudum. Yatağın akademideki yatağımdan daha rahat oluşu tüm bu derdin tasanın arasında hiç zorlanmadan bunu yapmaya elverişliydi. Genelde akşamdan önce uyumazdım çünkü bu bana gece saatlerinde uyanmalar ve tüm uykularıma veda etmek şeklinde geri dönerdi. Yani çoğu zaman fakat buna engel olamamıştım. Derin uyku beni ele geçirmeye başladığında karanlığın arasında bir çift göz gördüm. Mora çalan ve alev alev bakan bir çift yabancı göz doğrudan bana bakıyordu. Gözlerinin kenarı hafifçe yukarıya doğru kıvrılmıştı ve bakışlarında mutlak bir duygu vardı. Ürküyor muydu? Ama neyden ürküyordu, yoksa tereddüt müydü bu? Gözler usulca kısıldığında kulaklarımı kanatacak kadar güçlü olan bir kükreme sesi zihnimin içinde çalkalandı. Aslında bunun bir kükreme olup olmadığından bile emin değildim zira daha önce hayatımda hiç bu denli bir ses duymamıştım. Bu denli canlı ve bu denli korkunç bir ses. Ardından çok uzun süredir duymadığım bir ses tırmaladı kulaklarımı. Zarif bir kadın kahkahasıydı bu. Bu annemdi. Etrafdaki siyahlık yavaşça açılıp bir sis gibi ortadan kaybolduğunda görebilmiştim onu. Evimizin bahçesindedi ve yanında uzun boylu ve odukça yapılı olan bir adam vardı. Adamın arkası dönüktü ama saçlarının biçimi ve kendinden emin duruşundan onun babam olduğunu anlamak zor değildi. "Anne." Kısık ses dudaklarımın arasından çıktığınde onlara doğru bir adım attım fakat her hareketim terddüt doluydu ve bu beni bitiriyordu. Onları sonunda yeniden görebilecekken neden bu kadar ürküyordum? Değişmiş olabileceklerinden mi yoksa beni kabul etmeyeceklerinden mi korkuyordum bilmiyordum. Belki de bensiz daha mutlulardı. Bir damla, gözpınarlarımın arasından yanağımın üzerine doğru yavaşça yuvarlandı ve orada kendine bir yuva buldu. "Baba." Sesim bu sefer daha yüksekti fakat titriyordu. Bana bakmadılar. "Baba!" Koşmaya başladığımda üzerime nereden geldiğini anlayamadığım elbisemin eteklerine takılıp yere düşmem ve çenemi taş zemine vurmam bir olmuştu. Acı her hücremdeydi ama pes edemezdim. Hızla ayağa kalkıp elbisemin eteklerini topladım. Sıkıca yumruk yaptığım ellerimin arasında sert kumaşı eziyordum. "Anne!" Bana bakmıyordu, neden bana bakmıyordu? Sonunda onların yanına yaklaştığımda bir süre ne yapacağımı bilemedim. Yanlarında öylece dikiliyor ve konuşmalarına kulak misafiri oluyordum. Bir rüzgar babamın yüzüne vurduğunda siyah saçlarını uçurup onun tüm yüz hatlarını ortaya çıkardığında ne kadar iyi göründüğünü fark ettim. Teninde ve gözlerinde renk vardı ve gülümsüyordu. Onun öldüğünü görmeseydim halen hayatta olduğuna inanabieceğim kadar canlı duruyordu. En sonunda ne yapacağıma karar verip onun omuzuna dokunmak için yeltendiğimde parmaklarım onun bedeninin içerisinden geçti. "Baba?" Oradaydı ama ne beni duyuyor ne de görüyordu. Üstelik bedenen de burada yoktu ve sadece bir sis bulutundan ibaretti. Tüm bunlar sahteyse bu görüntü neden bu kadar gerçekti? Anneme doğru döndüğümde gülmeyi kestiğini gördüm. Babamın aksine doğrudan bana bakıyordu ve gözlerinde derin bir keder vardı. Birini kurtaramamış olmamın getirdiği keder ve onunla harmanlanmış çaresizlikle tamda gözlerimin ortasına bakıyor, bakışları zihnime işliyordu. "Anne?" Elimi ona doğru uzattığımda onunda saydam bir varlık olduğunu fark ettim. Öyleyse neden o beni görebiliyordu? "Sen." dedi daha fazla düşünmeme fırsat vermeden. "Seni saklamaya çalışmasaydık ölmeyecektik." Ağzından kanlar gelmeye başladığında korkuya ona doğru atıldım fakat bu hareketlimle onun doğrudan içinden geçmekte başka hiçbir şey yapamamıştım. Tekrardan arkamı döndüğümde gördüklerim ses tellerimi kopartacak kadar güçlü bir çığlık atmama neden olucak kadar yıpratıcıydı. Babam onu en son gördüğüm halindeydi. Göğsüne saplanmış bir hançerle yerde yatıyordu. Her yeri kandı. Annemin sırtına saplanmış ve göğsünü delip geçmiş uzun kılıcın ucu dahil her yer kandı. Dehşet her hücremi ele geçirirken aynı kükremeyi tekrardan işittim. Ağaçların üzerinde duran ve orada olduklarını fark etmediğim çeşitli kuşlar kafamızın üzerinden havalandı. Yer sallandı ve midemin kasıldığını hissettim. Arkamı döndüğümde orada duruyordu. Ağaçların arasından bana bakan bir çift mor göz ve aralıksız gelen hırlama sesleri. Kalbim göğüs kafesimin içerisinde çırpınıyordu. Öyle hızlıydı ki sesini duyabildiğime yemin edebilirdim. "Git." Dediğini duydum annemin. "Git ona çünkü eğer sen ona gitmezsen o senin peşinden gelecek." Hızla yataktan doğrulduğumda elim iç güdüsel olarak yatağın altındaki hançere doğru uzandı. nereye ve kime doğrulttuğumu bilmediğim hançerimi acımasız karanlığa doğru salladığımda kalbim tıpkı rüyamdaki gibi hızla çarpıyordu. Sık nefeslerimin sesi kulağıma çalınırken pencereden dışarıya baktım. Hava birazdan aydınlanmaya başlayacak gibi duruyordu fakat odanın içi halen karalıktı. Birkaç dakikanın ardından gözlerimin karanlığa alışmasıyla etrafdaki nesneleri daha seçebilir hale gelmiştim. Odamın kapısı tam bir şekilde açıktı ve içeriye soğuk havanın girmesine neden oluyordu. Sıkıca tuttuğum hançerimi bırakmadan kapıya doğru ilerledim ve boşta kalan parmaklarım kapının kolunu kavradı. Bu kapıyı açık bıraktığımı hatırlamıyordum |
0% |