Akşam olanlardan sonra tekrardan yatağıma dönmüş her ne kadar denesemde bir türlü uykuya teslim olamamıştım. Tüm gece boyunca yumuşak yatakta bir oyana bir buyana dönerek birnevi yorganla savaşmış ve en sonunda ona yenilmiştim. Yatağın ucunda öylece oturuyorken doğmrak üzere olan güneşe bakıyordum. Gökyüzündeki o mutlak karanlığın usulca kendini yeni renklere bırakışı... Sarı ve turuncu renklerinin birbirlerini aralıksız kovalaması ve siyaha karışan kırmızılığın hemen altında beliren o açık mavi renk.
Güneşin doğuşunu izlemeyi seviyordum ve bunu en az biz büyücüler kadar sihirli buluyordum. Sihrimizin kaynağı durmaksızın akıp giden zaman ve doğanın kendisi ise güneşin doğuşu da büyüleyici bir sihir olmalıydı. Hatta kim bilir belki de ateş büyücülerinin güçlerini aldığı asıl olay güneşin doğuşu ve batışıydı. Melez bir büyücü olduğum için henüz dünya üzerinde gücümün arttığını hissettiğim o kutsal noktalarla tanışmamıştım.
Büyücüler güçlerini doğadan aldıkları için bazı bölgelerde kendilerini daha aciz veya daha kuvvetlli hissedebilirlerdi, bu oldukça doğaldı çünkü temsil ettiğin elementten beslenirdin. Bir su büyücüsü azgın bir şelalenin yanında en tehlikeli büyücülerden birine kolaylıkla dönüşebilirdi mesela.
Gün ışığıyla birlikte kuşlar ötmeye başladığında oturduğum yerden kalktım ve ses çıkartmamaya dikkat ederek odamın kapısını usulca açtım. Ses çıkartmamaya dikkat ediyordum çünkü bu erken saate George ve İrene halen derin uykunun kollarında olmalılardı. Salona ulaştığımda halen parmak uçlarımda yürüyordum. Dış kapının kolunu kavradığımda onu tam kendime doğru çevirmek üzereydim ki omuzumun üzerinde bir el hissettim. Nabzım hiddetle artarken giriş kapısının yanında duran vazoyu elime almaktan başka çarem yoktu. Ağır vazoyu hızla havaya kaldırdığımda George hiddetle "Yapma!" Diye bağırdı ve saldırımdan kaçmak için keskin bir hamleyle eğildi.
Onu görmenin rahatlığıyla vazoyu aldığım yere geri bıraktım. Çok güzel bir el emeğiydi ve muhtelemen İrene'ye gelen bir hediyeydi -şifacı olduğu için iyileştirdiği insanlardan bolca hediye alıyordu- Parçalara ayrıldığını görürse çok üzülür ve bana çok kızardı. "Bana sinsice yaklaşma!" Diye bağırdım. George hızlıca ağzımı kaba elleriyle kapattığında sus diye fısıldıyordu. Kaşlarım çatıldı. Neden bu saate uyanıktı ki bu adam? Biri mi ölmüştü?
"Nereye gidiyorsun bu saate?"
"Biraz yürüyüş yapacaktım." Kollarını göğsünde bağlayıp kaşlarını kaldırıdığında daha fazla açıklama istediğini anladım ve derin bir nefes verdim. "Rüyamda annem ve babamı gördüm." Önce yüzü yumuşadı ve sonra kollarını serbest bıraktı. Onların kırmızı çizgim olduğunu ve bu konuda ne kadar hassas olduğumu biliyordu. Konu onlar olduğunda asla sözümün üzerine söz söylemezdi.
"Nasıllardı?" Diye sordu bu kez. Sesi yumuşamıştı.
Nasıl olduklarını düşününce avuçlarımın acıdığını hissettim. Ne zaman üzgün hissedersem avuçlarımın yandığını hissederdim ve genelde sonrasında ağlardım. Akmayı bekleyen gözyaşları görüşümü bulanıklaştırdığında ağlamamam gerekiyordu. "Her zamanki gibi." Dedim yanağımda akmasına engel olamadığım bir gözyaşını hızla yok ederken. "Ben yanlarına gelene kadar mutlulardı. Annem kahkahalar atıyordu." Dudaklarımı ısırdım. "Ben yanlarına gidince babamı en son nasıl gördüysem öyle gördüm. Ölmüştü. Hançer tam göğsünün ortasındaydı ve siyah saçları üzerindeki küller yüzünden yer yer beyazdı." Derin bir nefes aldım ve gözlerimdeki yaşları tamamen sildim. Ona gördüğüm o garip gözlerden söz etmeyecektim. Her bir rüyanın bir anlamı olduğunu düşünürdü ve ona söylediğim an muhtelemen endişeden deliye dönecekti.
"Bu kadar mı?" Diye sordu bana sarılmak için kollarını açarken. Ona karşı koymadım. Sarılmaya ihtiyacım vardı. Güçlü kolları beni sararken kollarımı onun bedenine sardım. Derin okyanus kokuyordu ve en az okyanus kadar da cesurdu. Onun kadar derin ve onun kadar gizemiydi fakat içinde tıpkı okyanustaki canlılar kadar çeşitli hisler barındırıyordu. Hayır anlamında kafamı salladığımda bunu hissetmiş olacak ki yavaşça benden ayrıldı.
"Başka ne oldu?"
"Annemi de gördüm."
"Bunu zaten söyledin Bea."
"Ama bu sefer o da ölmüştü."
Gördüğüm tüm rüyayı detaylarıyla ona anlattıktan sonra bana defarca kez soru sormuştu. En sonunda tüm soruları bittiğinde yüzüne ciddi bir ifade takındı. "Bu bir şeyi ifade ediyor olabilir." Dedi düşünceli bir tavırla. Bir eli uzun saçlarını okşuyordu. "Yarın İrene Asten'e gidecek. Orada tedavisi yarım kalan yaşlı bir kadına bakacağını söyledi. Asten'in büyücüleri çok bilgedir, hatta aralarında kahin olmuş bir kadın bile var." Gözlerini bana doğru çevirdiğinde söyleyeceği şeyden korkuyordum. Oraya gitmemi istememliydi. "Onunla git ve kahin olan o kadına gördüğün rüyanı anlat." Kalbimin sıkıştığını hissettim. "Hayır." Dedim hızlıca. "Oraya gitmeyeceğim. Deneyimli büyücüler benim yarı insan olduğumu hemen anlayacak ve beni yargılayacaklar. Bana sanki ben bir katilmişim gibi bakacaklar ve hakkımda dedikodu yapacaklar."
"Beatrix."
"Daha da kötüsü ne biliyormusun? İrene'nin yanımda olması. Onların korkunç bakışları benden sonra ona dönecek. Benim yüzümden dedikoduların hedefi olacak ve belki de köye dönemecek." Hangi ara ağlamaya başladığımı George'un parmakları yanağımdaki yaşlardan birini silene kadar fark etmemiştim. "Öyle bir şey olmayacak." Dedi elini yanağımdan çekmeden.
"Nasıl bir şey olmayacak?"
İrene'yi dağılmış saçlarla ve üzerindeki geceliğin bir askısı omuzundan aşağıya düşmüş bir şekilde gördüğümde pişmanlıkla dudağımı ısırdım. Yorgun olmalıydı ve şimdi de benim yüzümden uykusundan uyanmıştı. Göz altları şişmiş ve biraz morarmıştı. "İyi misin?" Diye sordu düşmüş omuz askısını düzeltirken.
"Rüyasında annesi ve babasını görmüş." George ellerini yüzümden uzaklaştırdı. "Onu konuşuyorduk."
"Hmm." Dedi İrene bana doğrıu yaklaşırken. "Kötü bir rüyaydı sanırsam." Bir eliyle saçlarımı okşadı. Evet anlamında kafamı aşağıya yukarıya salladım. "Peki bu saatte burada ne yapıyorsun Bea?" Uykusuzluktan sulanmış gözlerini kısarak camdan dışarıya baktı. "Hava daha tam olarak aydınlanmamış bile."
"Dışarıya çıkacaktım." Dedim kapıyı açarak. "Biraz at süreceğim." İrene kollarınnı iki yana açarak güzelce esnediğinde gelen esneme dürtümü bastıramadım ve ağzımı elimle kapatarak bende esnedim. "Bekle o zaman." Yavaşça Georga'a doğru döndü. "Sen git yat." Dedi yanağına bir öpücük kondururken. "Biz Beatrix ile anne kız dolaşacağız."
Sonrası çok hızlı bir şekilde gelişti. Kendimi bir anda İrene ile ahırla atları eyerlerken bulmuştum. Taş evin hemen yanında George ve İrene'nin atları için bir ahır yapılmıştı. Akademideki ahır kadar büyük değildi fakat iki at için yeterli kapasitesi vardı. Hatta çoğu zaman burada sadece İrene'nin atı olurdu çünkü George haftanın beş günü akademideydi.
İrene'nin atına eyer takarken, onun George'un atını eyerlediğini gördüğüm. Bu sabah akademide ders vardı ve George'un atına ihtiyacı olacaktı. Geziden çabuk dönmeyi istemediğimden ona tek bir at ile gidebileceğimizi ve benim onun arkasına binebileceğimi söyledim. İrene usulca gülümsedi ve eyerin kemerlerini bağlamaya devam etti.
"Buna gerek yok." Dedi son kemeri sıkarken. Atın kafasını okşadı. "Sen uzaklaştırma alınca o da izin almış. Akedemiye seninle birlikte dönecek yani." Eyere bağlayacağım kemeri yere düşürdüm ve bu yerdeki tozları havaya kaldırarak küçük bir toz bulutu oluşturdu. İzin alması için hiç bir sebebi yoktu. Bunu neden yapmıştı?
"Bunu neden yaptı?" Diye sordum yere düşürdüğüm deri kemeri alarak. Hızla eyeri atın sırtına geçirdim. Ben kemeri iliklerken İrene çoktan adın üzerine çıkmış bana bakıyordu. Son iliği de ilikledikten sonra ona doğru döndüm ve tekrardan, "Neden?" diye sordum. "Neden izin aldı ki?"
"Çünkü." Dedi harfleri uzatarak. "Ailecek vakit geçirelim istemiş."
Ailecek vakit geçirelim istemiş.
Bizim bir ailemiz var Beatrix.
Üstelik uslu bir çocuk bile değiliz.
"Beatrix binmeyecek misin?" Ona doğru baktım. Gözlerim dolmuştu fakat bu tamamen mutluluktandı. Derin bir nefes aldım. "Bineceğim."
Beatrix ile atları ahırdan çıkartmış ve doğrudan ormana girmiştik. Atlarımızla yavaşça ormanın derinliklerine doğru ilerlerken havanın soğukluğu tenimi ürpertiyordu. Güneş tamamen doğmuştu fakat henüz ortalığı ısıtacak kadar canlı değildi. "Özür dilerim." Dedim atımın eyerlerine asılırken. "Gürültüm yüzünden bu saatte uyandın."
"Hayır ben zaten bu saate uyanacaktım."
Ona yan bir bakış attığımda kısa bir süre dudaklarını dişledi. "Of tamam sırf kendini daha iyi hissetmen için yalan söyledim." Atın eyerlerini usulca sola doğru çekti ve atı bir taşa takılmaktan kurtardı. "Ama uyandığıma pişman değilim Beatrix. Sabah yürüyüşlerinden büyük keyif duyarım ve şuan bunu seninle yaptığım için çok daha mutluyum." Ağaçlar daha da sıklaşmaya başladığı için eyerleri biraz serbest bırakarak atların hızını düşürdük. Orman gittikçe daha da derinleşiyordu ve bunun İrene'ye yaptığı etkiyi çok net görebiliyordum. Ağaçların sıklığı arttıkça uykusundan eser kalmamıştı. Morarmış göz kapakları iyileşmiş ve sırtı dikleşmişti. Yüzü ışıl ışıl parlıyordu.
"İyi geliyor ha?" Diye sordum gülümserken. "Ormanın içerisinde bitkilerle ve toprakla iç içe olmak ve onların enerjisini doğrudan almak." Onaylarcasına kafasını salladı ve derin bir nefes çekti. "Çok iyi hissettiriyor." Dedi ve hemen sonra pişman olmuş gibi kafasını eğdi. "Ben. Üzgünüm."
Onun bu hali beni gülümsetti. Hem bir ateş büyücüsü olduğumdan dolayı hem de melez bir büyücü olduğumdan ben şuan onun bu hissettiği yenilenmeyi hissetmiyordum ve muhtelemen asla da hissedemeyecektim. Çünkü ateşin kaynağı net değildi. Teorik olarak tek bildiğimiz büyük bir ateş kaynağına yakın olmamız gerektiğiydi ve benim çevremde bunu yapabilecek bir şey yoktu. Bunu sadece başkentte yani Avalon'da yapabilirdim -orada denizin ortasından yükselen bir yanardağı vardı- ve melez olduğumdan güçlenene kadar başkente girmem yasaktı.
"Sorun değil." İrene'nin atı aniden duraksadığında düşmemek için atın boynuna sarılmam gerekmişti ve benim bu hareketim onu daha da korkuttuğundan beni sırtından atmıştı. Hızlıca toprak zeminle buluştuğumda kafamı vurmaktan son anda kurtulmuştum. "Hey!" Diyerek haykırdım atın arkasından bakarken. Fakat beni dinlemiyordu. Atın en son baktığı yöne doğru döndüm ve ayağa kalkmaya çalıştım fakat gördüğüm şeyle tekrardan dengemi kaybetmem bir oldu.
"Beatrix!" İrene hızlıca attan atlayarak bana doğru diz çökmüştü. Kollarını vücudumun rasgele yerlerinde gezdirerek yara olup olmadığını yokluyordu. "İyi misin?" Diye sorduğunda ona sadece gördüğüm noktayı göstermekten başka bir şey yapamadım. Orman yanıyordu. Cayır cayır yanıyordu ve yangın çok büyüktü. Bizden uzakta bir tepedeydi ve neredeyse bütün tepeyi kaplamıştı. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. İçimde daha önce hissetmediğim bir güç uyandı. Alevler o kadar büyüktü ki onlardan güç alıyordum fakat yeterli değildi. Güneşe çıktığımda aldığım miktardan çok az daha fazlaydı ama yine de mükemmel hissettiriyordu.
"Aman tanrım!" İrene ormana doğru bakarak haykırmıştı. "Arkasında bir köy var. Burası yanamaz!" Ağaçtan destek alarak ayağa kalktım ve İrene'ye baktım. Bu yangın bana güç verdiği gibi onun gücünü kesiyor olmalydı ki dizlerinin üzerine düşmüştü. "İrene!" Hızlıca onu düştüğü yerden kaldırdım ve Eira'nın sırtına binmesinde yardımcı oldum. "Uzaklaş buradan bu yangın sana zarar veriyor."
"Seni bırakmam."
"İrene git ve yardım çağır. Alevler bana zarar veremez." İrene gitmeden önce boynuma sıkıca sarıldı ve hızla Eira'nın dizginlerini çekti. At hızlıca ormanın derinliklerinde kaybolurken yüzümü yanan dağa doğru çevirdim. Kocamandı ve eğer durdurulmazsa çok daha büyük bir hasara neden olabilirdi. Bulunduğum alana küçük kıvılcımlar süzülüyor çoğu yere düşmeden sönüyordu. Ellerimi dağa doğru uzattığımda sanki alevler tutabileceğim kadar yakınımdaymış gibi hissediyordum fakat değildi. Sadece aramızda bizi birbirimize bağlayan sihirli bir köprü vardı.
Onu söndürmelisin dedi içimden bir ses.
Söndürmemelisin diye yanıtladı öbürü.
Henüz yeterince güçlü değilsin.
Parmaklarımı aşağıya doğru bükerek alevleri dizginlemeye çalıştım fakat bu hareketim sadece alevlerin titremesine neden oldu. Her hücrem yanıyordu. Parmaklarım titrerken alevlerin hakimi olmaya çalışmaya devam ettim fakat yine de başarılı olamıyordum. Tam oldu derken yangın rastgele bir yerden patlak veriyordu. Gözlerimin karardığında dizlerimin üzerie düştüm. Aldığım nefes ciğerlerime yetmiyordu. Tenim ter ve toprakla harmanlanmıştı.
"Yeterince yakın değilsin." Yabancının sesi arkamdan geliyordu. Nefesimi düzene sokmaya çalışırken ona yüzümü dönemedim. Mecalim yoktu.
"Yaklaşırsan söndürebilirsin."
"Sen kimsin?" Nefeslerimin arasından zorlukla çıkarabildiğim ilk cümle bu olmuştu.
"Bilmek sana fayda getirmez."
Arkamdaki yapraklar hışırdadığında yabancının bana doğru yaklaştığını biliyordum. "Şimdi güçlü olmazsan ne zaman güçlü olacaksın?" Diye sordu bana. Yüzümü en sonunda onun olduğu tarafa çevirdiğimde suratını kapatan bir pelerin giydiğini gördüm. Yeşil renkli pelerin oldukça eskimişti ve zaten gizemli olan havasına daha çok gizem katıyordu. Yanımdaki ağaca tutanarak kalktığımda yabancıya bakmayı kesmemiştim. Onda tanıdık olan bir şey vardı lakin ne olduğunu çözemiyordum.
"Ben-" Dedim yaslandığım ağacın kabuğundan ayrılmadan. "Ben yeterince güçlü değilim."
"Bu bir bahane mi?"
"Ben bir melezim."
"Peki, bu bir bahane mi?"
Tekrardan ona doğru baktığımda sırıttığına yemin edebilirdim. Tutmam için bana elini uzatıyordu. "Sana yardım edeceğim."
Yabancının eline uzandığımda içimden bir şok dalgası geçti. Tepeden tırnağa ürpermeme neden olan bu duyguyu o da hissetmiş olacak ki tutuşu sıkılaştı. Sanki bırakmamı istemiyor gibiydi.
"Sen." Dedim elimi geriye doğru çekmeye çalışarak.
"Sen bir insansın."
"Ve sende benim aradığım o melezsin." Sıkmayı bırakmadığı ellerimi ondan kurtarmaya çalışırken sihrimi hissedemiyordum. Beni hızlıca kendisine doğru çektiğinde pelerinini incelemek için bir fırsat yakalamıştım ve bu fırsat bana ölüme gidiyorsun diye karşılık vermişti çünkü pelerin kirli değildi.
Küle bulanmıştı.
"Seni öldüreceğim." Son gücümü kullanarak yabancının karnına bir tekme savurdum. Bu hareketimle ellerimi bırakan yabancı hızla kendisini toparladı ve tekrardan bana doğru atıldı. Eğilerek hamlesinden kaçtım fakat fazla hızlı olamıyordum. Arkasına geçtiğimde bana bir çelme taktı ve kafamın bir taşa vurduğunu hissettim. Hemen ardından boğazıma soğuk bir demir dayandı.
"Seni öldürmeyeceğim." Dedi yabancı hançeri boğazıma daha da bastırırken. "Sana bir anlaşma teklif ediyorum."
"Nefesini tüketme." Başımı dik tutmaya çalışıyordum ve bu hareketim hançerin boğazımda çizikler bırakmasına neden oluyordu. "Ne söylersen söyle kabul etmeyeceğim."
"Savaş yaklaşıyor." Bana daha da yaklaştı ve kokusunu duydum. Bir insan ölüm gibi kokabilir miydi? Bu adam kokuyordu. "Bir melez olarak insanların yanında yer al." Hayır anlamında kafamı salladığımda hançeri boğazıma küçük bir kesik açtı. Öldürecek kadar derin değildi bu kesik fakat izi kalacaktı. "Bir taraf seçmen gerekecek güzel kızım." Bunu söylerken saçlarımı çekiyordu. "Büyücüler seni ister mi sanıyorsun? İstemeyecekler." Saçlarımı usulca serbest bıraktı. Hançerin karnıma yaptığı baskıyı hissedebiliyordum.
"Anneni öldürdükleri gibi seni de öldürecekler."
O an nereden çıktığı belli olmayan bir ateş topunun üzerimize doğru geldiğini gördüm. Kızıl ateş üzerimdeki insanı vurduğunda onun acıyla hayırarak yere düşmesini seyrettim. Artık üzerimde bir ağırlık yoktu ve boğazıma bir hançer dayalı değildi. Ayağa kalkmalıydım fakat bunu yapabilir miydim bilmiyordum. Anneni öldürdükleri gibi seni de öldürecekler. Diyordu iç sesim. Annemi büyücüler mi öldürmüştü?
Ayağa kalkmayı denediğimde kafamın arkasında beliren keskin acı bilincimi kaybetmeden önce hissettiğim son şeydi.