Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm | Tanrıların Nefreti

@okur.yazarkelebek


Yeni bölümümüzle herkese selammm


Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın lütfen <3

 

*


Solaveria’da, soyu belirleyen unsur göz rengidir.


Evlenen bir çiftten doğacak olan çocuk, daha güçlü


olanın göz rengini alır.


(Elementlerin Diyarı Solaveria, sayfa 15)

*

1. Bölüm: Tanrıların Nefreti

Bölüm müziği: Everybody Wants To Rule The World -Hunger Games

Toprak Varisi Domain, elindeki hançeri öldüreceği son muhafızın boynuna sapladığında dinlenmek için kendine sadece birkaç saniye tanıdı.

Ardından bakışlarını sık ağaçların üzerinde gezdirdi. Yağan sağanak görüşünü zorlaştırıyordu, Gökyüzü Tanrıçası Welkin’in iyi bir gece geçirmediği belliydi. Ya da sadece Domain’den hoşlanmıyor, işini zorlaştırmaya çalışıyordu. Söz konusu Toprak Varisi olduğunda ikinci seçenek daha muhtemeldi.

Etrafını çevreleyen cesetleri görünce suratını buruşturdu. Öldürmeye alışkındı ancak cesetler her zaman midesini bulandırıyordu. Ölü bedenler, geçmiş anılarının zihninin kapılarını zorlamasına sebep oluyordu.

İyi bir iş çıkarmıştı, 8 muhafıza karşı tek bir aksayan bacak. Sağ bacağı hafifçe topallıyordu ve bundan dolayı kendine kızmadan edemiyordu.

Muhafızlardan biriyle savaşırken rakibine arkasını dönmek gibi bir aptallık etmişti. Üzerine atlayan adam yüzünden yüzü çamurla buluşunca muhafız kimliğini görebilmek için peçesinin bağlarını görmeye çalışmıştı. Sadece göz rengini görebilmişti, zümrüt yeşili gözleri kimliğini ele verince muhafızın dudakları şaşkınlıkla aralanmıştı. Domain’de bundan yararlanarak hançeriyle son darbeyi yapmıştı. Soğuk metal adamın alnına saplanınca başka bir tepki verecek vakti olmamıştı.

Domain onu suçlamıyordu. En nihayetinde hangi muhafız korumak üzere ant içtiği veliahdın asilerle iş birliği yaptığını öngörebilirdi ki? O tahmin edemezdi.

Tehdit kalmadığına ikna olunca gitmeye hazırlandı. Yağmurun etkisiyle yüzüne yapışmış peçesi, rahatsız edici derecede kaşındırıyordu onu. Ayrıca sırılsıklam olmuş vücudu tir tir titremesine neden oluyordu. Bugün uğraması gereken bir yer daha vardı ve daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu.

Adımlarını hızlandırdı. Siyah botlarının altında ezilen yaprak sesleri yağmur tarafından bastırılıyordu.

Toprak Sarayı’nın yakınlarındaki, görüşeceği kişiyle önceden anlaştığı yere vardığında içinden bir rahatlama geçti.

Domain, asilerden birini görünce yüzünde küçük bir tebessüm oluşsa da karşısındaki peçesinden dolayı bunu göremedi.

“Varisim,” karşısındaki kadın onu saygıyla selamlarken Domain onu inceleme fırsatı buldu. Minyondu, yeşilin açık bir tonundaki gözleri neşeyle parlıyordu.

Toprak Varisi, başını hafifçe eğerek selamına karşılık verdi. Getirdiği şeyi vermek üzere hareketlenmişti ki odaya küçük bir kız girdi.

Kadının suratı pembeleşti. “A-affedin, efendim.” Kekeleyerek konuşuyordu, bu Domain’den çekindiğini gösteriyordu ve bundan hoşlanmamıştı. Soylu-halk sınıf ayrımından hep nefret etmişti.

Toprak Varisi, kadın samimiyetini görebilsin diye peçesini çıkardı. “Sorun değil. Kızın mı?”

Kadın başını aşağı yukarı sallayarak onayladı. Domain’e göre kadın anne olabilmek için fazla genç görünüyordu ancak krallığın yaşadığı bu zamanlarda aşkı erken bulabilmiş olması onu sevindirmişti. Bazıları onu da bulamadan ölüyordu.

Domain, sırtındaki çantasından bir torba çıkardı. “Ekmek ve meyve var,” dedi içindekileri çıkararak. “Birkaç hafta sizi idare eder. Vakit bulduğumda tekrar geleceğim.”

“Teşekkür ederim,” diyerek minnetle torbanın üzerine çöktü. “Çok teşekkür ederiz, majesteleri.”

Majesteleri.

O lanet sözcük.

Domain zorlukla gülümsedikten sonra küçük kızın yanına diz çöktü. “İsmin nedir?” diye sordu sevecen bir sesle.

“Rose.” Sesi epey utangaç çıkıyordu. Yabancılara alışık olmadığı belliydi.

“Rose,” diye tekrar etti Domain. “Peki benim kim olduğumu biliyor musun?”

Rose hevesle başını salladı. “Prensessin. Annem senden çok bahsediyor!”

Domain’in yüzünde sıcak bir gülümseme oluştu. “Öyle mi? Peki benim hakkımda neler söylüyor?”

“Bize yardım ediyorsun, bizi onlardan koruyorsun.”

Toprak Varisi’nin kaşları çatıldı. “Onlar, kim oluyor peki?”

“Kral ve kraliçe.”

Annesi gelip kızının ağzını aceleyle kapattı. “Özür dilerim, majesteleri, henüz kimin yanında ne demesi gerektiğini bilmiyor-”

“Haklı,” dedi Domain kadının sözünü keserek. “Aslında tam olarak bunu yapıyorum. Siz de biliyorsunuz.”

Başka bir şey daha söylemeden oradan ayrıldı. Yaptığı şeyin doğru olduğunu bilse de kendi ailesine ihanet etmiş olmanın verdiği azap dayanılmazdı. Vicdanı sızlıyordu fakat savaşta böyle merhametli duygulara yer olmazdı, olamazdı. Bunun farkındaydı.

Toprak Sarayı’na giden ezbere bildiği yolu topallayan adımlarla yürüdü. Gecenin ilerleyen saatleriydi, yağmur son hızıyla devam ediyordu. Eğer elini çabuk tutmazsa devriyedeki bir muhafız grubuna rastlaması muhtemeldi. Dövüşebilirdi ancak bunun için kendini fazla bitkin hissediyordu.

Yine de bu gece iyi geçmişti. Uzun zaman sonra ilk defa bir görevinden kayıpsız ayrılıyordu. Anlaşılan o ki tanrılar ondan nefret etse de Şans Tanrısı Hazard hala onun tarafındaydı. İşini zorlaştırmaya ant içmemiş tek tanrı o olabilirdi.

Krallığından nefret ediyordu, halkı için gerekirse hayatının üzerine kumar oynardı fakat krallık… Yönetilme şekli, mutlak monarşi… Hepsinin ucu ne kadar inkar ederse etsin sonucunda ailesine bağlanıyordu. Kendi ailesine yaptığı isyan geceleri uykusunu kaçırsa da başka çaresi yoktu. Kalbini bırakıp sadece zihniyle hareket etmesi gerektiğini varis olduğunda acı yollardan öğrenmişti.

Annesi Kraliçe Regina ve babası Kral Elrod yaklaşık 25 yıldır tahttaydı. Diktatör yönetimleri seneler önce halkın canına tak etmişti. Artan fakirlik, köylere yapılan baskınlar ve çok daha fazlası bir isyanın yeşermesine sebep olmuştu. Halkı örgütleyen ilk kişi ise Domain olmuştu, bu savaşın sebebi olan iki insanın kızının ta kendisi. Domain kendini bu durumdan ötürü ismini koyamadığı bir vicdan azabının içinde kıvrılsa da içten içe biliyordu ki isyan ateşinin sahibi olsa da kıvılcımı çakan kişi o değildi.

Domain’i gittiği yoldan alıkoyan duyduğu çığlık sesleri oldu. İnsanlar koşturuyordu, Domain’İn burnuna ağır bir yanık kokusu dolmuştu.

“Lanet olsun,” diye mırıldandı. “Lütfen, lütfen tahmin ettiğim şey olmasın.”

Sağ bacağına yayılan acıyı görmezden gelerek koşmaya başladı. Yüzünü yalayan rüzgârı arkasında bırakarak dumanların yükseldiği yere ulaştı.

Ağzından istemsizce bir küfür kaçtı.

Bu geceyi kayıpsız geçireceğini ümit etmişti. Bir umudu vardı.

Vardı.

Anlaşılan Hazard ona ihanet etmişti.

Yanan evlere bakınca kalbi acıyla tekledi.

“Uzaklaşın!” diye bağırdı boğazını yırtarcasına. Evlere yaklaşırken yerde gördüğü yarısı yanmış cesetler kontrolsüz bir hıçkırık kopmasına neden oldu.

Büyü kanında dolaştı, ellerinde şekillendi. Toprağın ateşe karşı şansı olmazdı fakat aklına yapabileceği başka bir şey gelmiyordu.

Geceydi. İnsanlar evlerinde uyuyordu ve onları yakmaya çalışmışlardı. Acımadan, sebepsizce. Kendi krallığına duyduğu tiksinti midesini bulandırıyordu.

Gerçi midesinin bulanma sebebi havadaki yanık ceset kokusu da olabilirdi.

Yangının sıçramadığı evlerden birine aceleyle girmeye çalıştı. Çalıştı. Kapı açılmıyordu ya sıkışmıştı ya da önünü bir döküntü kapatmıştı.

Domain’n çenesi öfkeyle kasıldı. Çaresiz kalmaktan nefret ediyordu ancak şu an hissedebildiği tek duygu buydu.

Yangın yayılmaya devam ediyordu.

Parmaklarının ucunda büyüyen sarmaşıklarla kapıya asıldı. Yanmayan tek ev buydu. En azından bir kişi kurtarabilmek istiyordu. En azından bir kişi.

Sonunda açabildiği kapının önündeki döküntüleri büyüsüyle devre dışı bıraktı. “Kimse var mı?” diye bağırdığında dumanın boğazını yaktığını hissedebiliyordu.

Öksürdü. Bir ses duyana kadar burada yaşam kalmadığına ikna olmuştu.

Domain, sağ bacağının el verdiği hızla koridordun sonundaki odaya girdi.

2 çocuk. Biri bebek, abisi olduğunu tahmin ettiği kişinin kucağında. Yanlarındaysa bir kadın. Gözleri kapalı, başı duvara yaslı.

Domain’in boğazına bir yumru oturdu. Öldüğünü anlayacak kadar çok ceset görmüştü bu zamana kadar. Onun için çok geç kalmıştı.

İki çocuğunun önüne diz çöktü. “Annem!” diye ağlıyordu feryat ederek. Beni görünce burnunu çekti, “Annem iyi, öyle değil mi?”

Domain, firar etmek isteyen gözyaşlarını gözlerini kırpıştırarak yok etti. “Sizi buradan çıkaracağım,” dedi çocuğun elini sıkarak. Sorusunu yanıtsız bıraktı, ona yalan söylemek istemedi ama gerçeği söyleyen olmaktan da kaçındı.

“Baban nerede?” diye sordu çocuğa öksürüklerinin arasından.

“Yangını söndürmek istedi. Sonra çıkıp gitti.”

Aptal adam kahraman olmak için ailesini bırakmıştı.

“Bak şimdi,” dedi Domain hızlıca. “Şuradaki pencereyi görüyor musun? Kardeşinle oradan atlamanı istiyorum.”

Çocuğun gözleri korkuyla açıldı. “Yaralanmaz mıyız?”

Domain, çocuğa güven verici olduğunu umduğu bir ifadeyle baktı. “İzin vermeyeceğim.”

Çocuk, yüzünde her ne görmüşse başını olumlu anlamda sallayıp kardeşini sımsıkı kavradı. Son kez tereddüt etse de açık camdan atladı.

Domain ellerini öne uzattı, pencerenin altında büyümeye başlayan yumuşak çalılar çocukları güvenli bir şekilde yere indirirken rahatlayarak nefes verdi.

O da evden çıktığında ve çocukların yara almadığından emin olduğunda arkasını döndü.

Yanmıştı.

Tamamı.

Çocuklar hariç kurtulan olmamıştı.

Büyük bir köyden geriye hayatta kalan 2 kişi kalmıştı.

Acıyla yutkundu. Boğazında takılı kalan hıçkırıklarını görmezden gelerek gözlerini çevrede gezdirdi. Çocukların babasını arıyordu, tüm kalbiyle adamın hayatta olmasını diliyordu.

Hazard merhmet etmeye karar vermiş gibi Domain, o an ağaçların arasında bir hareketlilik gördü.

Çocuklarla karaltının parlayan gözlerinin rengi aynıydı. Toprak Varisi, hızla adamın yanına yaklaşıp kulağına doğru eğildi.

“Karın öldü.”

Adamın kanının donduğunu hissetse de acımasızca devam etti. “Çocuklarını zar zor kurtardım o lanet yangından. Üçünüz hariç hayatta kalan yok.”

Biraz uzaklaşıp gözlerini adama kilitledi. “Bir dahakine kahramanlık yapmak yerine aileni kurtarmayı düşün.”

Daha da fazla vakit kaybetmeden elinden geldiğince hızlı uzaklaşmaya başladı. Güneş doğmak üzereydi, daha da gecikmeden saraya varmalıydı.

Sağ bileği berbat haldeydi. Yürürken sıklıkla tökezliyordu fakat umursamıyordu. Yarasıyla sonra ilgilenebilirdi.

Saraya girip henüz boş olan koridorlardan ilerledi. Kendi süitine vardığında onu karşılayan en yakın dostu Militant’ın endişeyle kısılmış badem rengi gözleri oldu.

“Nerede kaldın?” diye adeta çığlık atarak suratına bir yastık fırlattı. “1 saat demiştin, Domain. Ve 3 saat oldu. 3 lanet saattir senden haber alamıyorum! Eğer bir dakika daha gecikmiş olsaydın seni aramaya çıkacaktım!”

Domain elinde olmadan sırıttı. Bileğini işaret ederek, “Beni öldüremezler ki,” dedi. “Varisim ben, unuttun mu?”

“Dövüştüğün kişi varis olduğunu nereden bilecekti kahrolası?”

“Tamam da ölmüş olsam bunu biliyor olmaz mıydın? Hani varis olduğum için ölürsem büyü zarar görür falan?”

Mil sessizce söylense de Domain ne dediğini anlayamadı.

Tökezleyerek yatağına külçe misali yığılırken Mil kaşlarını çattı. “Yaralanmışsın.”

“Önemli değil,” diye yalan söyledi Domain.

Mil bileğine dokununca acıyla tısladı.

“Evet,” dedi Mil alayla. “Baya önemli değilmiş.”

Buz alıp geri geldi, farklı açılarla yarasına tutarken, “Anlat bakalım,” diye mırıldandı. İlgisiz kalmaya çalışıyordu fakat merak ettiği de ortadaydı. Genelde bu görevlere beraber giderlerdi, Domain’in kendi krallığına ihanet ettiğini bilen tek kişi Mil’di. Militant Toprak Krallığı’nın baş muhafızıydı. Krallığa bağlıydı, bu yüzden Domain ilk zamanlar ihanetini ondan saklamaya çalışmıştı. Ne var ki Mil’in bunu anlaması pek de uzun sürmemişti. Domain’in tahmin ettiği gibi ona kızmıştı, sebebi ise bambaşkaydı. Onu ispiyonlamamıştı. Tam tersi bağlılığının krallığa değil kendisine olduğunu söyleyip yardım etmeyi kabul etmişti.

Mil’in ailesi o küçükken ölmüştü. Babası tıpkı onun gibi baş muhafızdı, annesi ise saray mutfağında aşçı olarak çalışıyordu.

Bir gün ikisi de avluda ölü bulunmuştu. Katil bulunamamıştı, krallıkta uzun süre yas ilan edilmişti. Baş Muhafız Gavin’in efsaneleri yatmadan önce çocuklara hala anlatılırdı, Mil onun yolunu izlemek için elinden gelen her şeyi yapmıştı.

“Görev başarılı, kalan her şey berbat.”

Yangını ve cesetleri zihninden atmak için başını iki yana salladı. “Senin muhafızlarını bu gece bir köye baskın düzenlediğini biliyor muydun?”

Mil, Domain’in suçlayan bakışlarını görünce, “Tabii ki de hayır!” dedi. “Hiçbir fikrim yok!”

Domain iç çekti. “Sana inanıyorum. Hem fark etmez, her türlü bir kaos oldu zaten.”

Mil, “Kaç kişi hayatta?” diye sordu endişeyle. Kaç kişi öldü değil, kaç kişi hayatta kaldı. Yapılan baskınların ne kadar yıkıcı olduğunu en iyi o biliyordu.

Domain, “İki çocuk,” dedi gözlerini kaçırarak. “Bir de babaları. Anneleri geri kalan köyle beraber öldü.”

“Keşke yanında olabilseydim,” dedi Mil buğulanan gözleriyle. “Gerçekten bilmiyordum.”

“Babam senden de şüpheleniyor.” Domain sıkıntıyla arkasına yaslandı. “Seni bu işlerden uzakta tutmaya çalışıyor. Sana söylediği tüm baskınları en az hasarla hallettik. Dikkat çekiyoruz.”

“Aklıma başka bir şey gelmiyor,” diyerek nefesini dışarıya verdi Mil. “Yakında başka bir hamle yapmamız gerekecek. Belki de kaçmanın zamanı gelmiştir? Ya da saldırmanın?”

“Anne ve babama saldırmayacağım,” diye karşı çıktı Domain. “Her şey olur ama o olmaz.”

“Annen ve baban insanları öldürüyor.”

Domain sessiz kaldı.

Mil, “Gerçeklerden daha ne kadar kaçacaksın?” dedi sinirle.

“Kaçabildiğim kadar.”

“O halde bu zamanlarının tadını çıkar. Çünkü savaş kapıda ve tarafını seçmek zorunda kalacaksın.”

“Ben çoktan tarafımı seçtim,” dedi Domain Mil’in sözünü keserek. “Sen de biliyorsun, uzun zamandır onlara karşı savaşıyorum ben.”

“Onlara karşı savaşıyorsun. Onlarla değil,” diye düzeltti Mil yumuşakça. “Zor olduğunu biliyorum ama ben sana sadece kaçınılmaz olanı göstermeye çalışıyorum.”

“Biliyorum,” dedi Domain homurdanarak.

Onu bu konuşmadan kurtaran çalan kapı oldu. Mil, Domain bileğini zorlamasın diye oturduğu yerden kalktı.

Ulağın getirdiği mektubu kaşlarını çatarak aldı. Zarfı elinde sallayarak, “Açmak ister misin?” diye sordu.

Domain umursamazca omzunu silkti. “Sen açabilirsin. Zarf açacağı masanın üzerinde.”

Mil yazanları okurken bir süre sessiz kaldı. Sonra alt dudağını dişleyerek, “Su Krallığı’ndan,” diye mırıldandı. “Kraliçeleri ölmüş.”

Domain’in tek kaşı havalandı. “Suikast mı?”

“Hayır, uykusunda ölü bulunmuş.”

“O kadın 102 yaşında değil miydi zaten?”

“Evet, ayrıca katılmamız gereken bir cenaze var.”

Domain, başını yastığa gömüp inledi. “Bugün hiç uyuyabilecek miyim ben?”

“Anlaşılan o ki hayır.”

PART 2 (HAVA VARİSİ)

(2 gün önce.)

Hava Varisi, karşısındaki tanıdık konuğuna bakarken gözlerini zorla da olsa ifadesiz tuttu.

Konuğu, kararlı bakışlarla ona bakıyordu. Mimiklerinde tek bir korku zerresi bile yoktu, Hava Varisi’nden korkmayan sayılı kişilerden biriydi.

Bu Hava Varisi’ni rahatsız etmiyordu. Onu hiçbir zaman korkutmaya da çalışmamıştı zaten.

Sohbeti konuğu başlattı. “Ne kadar oldu?”

“Theo’nun ölümünden ne kadar zaman geçti?”

Sesi duygusuz çıksa da Hava Varisi, eğer mahkumuna kısa süre önce attığı yumruk yüzünden eklemleri sızlamasaydı parmaklarını kasardı. Tehdit etmek için değil, düşüncelerinin dağılmasını engellemek için. Bunu konuğu da fark etmişti.

“Hala beni sorumlu tutuyorsun.” Konuğu gözlerini kaçırdı, duygularını gizlemekte Hava Varisi kadar başarılı değildi.

“Sen de asıl suçlunun ben olduğunu düşünüyorsun.” Oturduğu deri koltuktan kalktı. “Konu bu değil. Neden geldin?” Gümüş rengi gözlerine şüpheci bir bakış yerleşti, onu baştan aşağı süzdü. “Ne istiyorsun?”

Konuğu derin bir nefes aldı. “Yardıma ihtiyacım var.”

Hava Varisi tek kaşını kaldırdı. “O gün şaka yapmamışsın. Minik lordu korkutmak için blöf yaptığını düşünmüştüm.”

Su Lordu’nun bahsi geçince konuğu gerildi. Seneler önce yediği ihanetin tadı hala dudaklarındaydı. Yine de rahat edebilmek için duruşunu düzeltip, “İntikam peşinde olan bir tek sen değilsin,” demeyi başardı. “Yardım edecek misin?”

“İntikamın başka yolları da var.” Hava Varisi’nin yüzünde bir gülümseme peyda oldu. Samimi bir gülümseme değildi bu; ürkütücü, insanda kaçma isteği uyandıran bir gülümsemeydi. Kötülük, adeta dudaklarının kenarında dans ediyordu. “O elimde. Bodrumdaki zindanların en sonunda.”

Konuğunun elleri artık öfkeyle titriyordu. “Bana söylemedin.”

“Hiç sormadın ki.”

“Saraydan kaçamayacağımı biliyorsun!”

“Şimdi buradasın ama.”

Duraksadı. “Bu… bir zorunluluktu. Gerçekten yardımına ihtiyacım var.”

Hava Varisi, konuyu başka bir yere çekti. İstediği yere. “Onunla konuşabilirsin. Senelerin hesabını sorabilirsin. Kaosu sevdiğimi biliyorsun fakat yapmaya çalıştığın şey senin boyunu aşacak.”

Bozulmuştu. Doğduğu zamandan beri bu ithamları duymaktan sıkılmıştı ancak yine de kuralına göre oynamaya karar verdi. “Bu yüzden yardımına ihtiyacım var.”

Hava Varisi dilini şaklattı. “Asıl konudan kaçıyorsun. Onu görmek istediğini ikimiz de biliyoruz.”

Konuğu, dişlerini sıktı. “Asla. Bir daha hiçbir zaman.”

“Sana yardım ederim. Lakin şartım bu, onunla görüşeceksin. Gerçeklerden kaçmayı bırak.” Bu seferki arkadaşça bir tavsiyeydi. Sıklıkla yapmadığı, geçmişin hatırına konuğuna özel bir jest. Kendisinin de aşamadığı gerçekler vardı ve bunu yeterince rahatsız ediyordu. Gerekirse zorla konuğunun bunu aşmasını sağlayacaktı. Bu çukurdan kendisini kurtaramıyorsa o da değer verdiği sayılı kişilerden birini kurtarırdı.

Konuğu bir süre sessiz kaldı. Çok uzun kalmak zorunda değilsin, diye telkin etmeye çalıştı kendini içinden. Onun yardımına ihtiyacın var.

Ayağa kalktı. “Yolu göster.”


-BÖLÜM SONU-

Bu kadardıı

-Bölümü nasıl buldunuz?

-Sizce cenazede neler olacak?

-Hava Varisi'nin konuğunun Su Lordu'yla nasıl bir geçmişi olabilir?

Yeni bölümü 10.08.2024'te, 3 gün sonra yükleyeceğim. Beklemede kalın ;)

Seviliyorsunuz <3


Loading...
0%