Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm | Diyarın Gözyaşları

@okur.yazarkelebek

Herkese selamm

Bölüme başlamadan önce yıldızı parlatmayı ve bol bol yorum yapmayı unutmayın lütfen. Okudukça çok keyif alıyorum <3

Bir de karakter çeşitliliğinin fazlalığından dolayı küçük bir liste bırakıyorum sizlere...

ATEŞ KRALLIĞI => Varisi: Blaze // Kardeşi: Flame

SU KRALLIĞI => Varisi: Brook (bu bölüm tanışacaksınız) // Arkadaşı: Altha // Altha'nın Ablası: Albertine // Muhafızı: River (Gene Albertine hariç bunlarla da bu bölüm tanışacaksınız)

TOPRAK KRALLIĞI: Varisi: Domain // Muhafızı: Mil

HAVA KRALLIĞI: Hava Varisi kalanlarını söylemiyorum ;)

O halde artık sizi bölüme ışınlıyorumm

*

Her krallığın kendine ait 3 adet yapıtaşı vardır.

Bunların üçü de hayati öneme sahiptir,

hepsi de başka amaçlar için kullanılır.

Bu taşlardan biri yüzyıllar önce ezilip toz haline getirilmiş,

varislere damgalanmıştır.

Bir varisin ölümü, o taşın da yok olmasına sebep olur.

Yeni bir varis, bir tören aracılığıyla kendini damgalar.

(Varisler Tarihçesi, bölüm 1, eski baskı)

*

Bölüm 3: Diyarın Gözyaşları

Bölüm Müzikleri: Me and The Devil -Soap&Skin // Salvatation -Lorenzo Ferrara // Skyfall -Adele

Edeline’ın kızı, yeni varis adayı Brook, son birkaç saattir elleri arasında çoktan buruşmuş mektuba bakıyordu.

Gecenin bir yarısı uykusundan uyandırıldığında kötü bir şeyler olduğunu sezmişti, büyükannesinin öldüğünü öğrenince ise bir süre hissizce durmuştu.

Haberi zaten bekliyordu. Uzun zamandır kronik rahatsızlıklarıyla başa çıkıyordu, ömrünün son yıllarını düzenli olarak aldığı şifalı otlara borçluydu.

Şifacılardan biri, o saatin ilacını vermek üzere gittiğinde onu uyandıramamıştı.

Uykusunda ölmüştü.

Bedeninin bir tepki, herhangi bir tepki, vermesi için zorlamıştı ama uzunca bir süre öylece elindeki kâğıt parçasını izlemişti.

Kraliçe Hillary iyi bir hükümdardı, bunun yanı sıra iyi de bir büyükanneydi. Kaybı kalbinde büyük bir boşluk oluşturmuştu.

Haberi aldıktan kısa süre sonra yağmur bastırmıştı. Damlalar pencereyi döverken bak, demişti iç sesi. Diyar bile ağlıyor kaybı için.

İşte o zaman ağlamaya başlamıştı. Önce ilk gözyaşı akmış, çenesine doğru aldığı yol bitmeden bir diğeri onu izlemişti. Ardından başlayan krizle saatlerce ağlamış, kendisini zar zor sakinleştirebilmişti.

Sakinleşmesinin ise tek bir sebebi vardı, bugün katılması gereken iki tören vardı.

Cenaze ve taç giyme töreni.

Varis olacak olmak içinde kıpırtılar uyandırsa da cenaze fikri tüm heyecanına gölge düşürüyordu.

Çöktüğü sandalyeden kalktı. Öğlen olmak üzereydi, artık hazırlanmaya başlamalıydı.

Hizmetlilerin ona kısa süre önce bıraktığı elbiseyi üzerine geçirdi. Simsiyah, kabarık bir elbiseydi. Askısızdı, kumaşı boynunu ve ensesini kapatıyordu. Korse dar değildi, sanki akciğerlerine daha çok ağlayabilmesi için yer açılmıştı. Çıplak kalan kollarını isa dantel eldivenler süslüyordu. Arkasını döndüğünde ve belinde göz kırpan fiyongu görünce iç çekti. Fazla gösterişliydi, fazla canlıydı ancak bir sarayda; soyluların yaşadığı bir ortamda sade elbise bulmayı bekleyemezdi.

Sonradan akacağını bildiği için makyaj yapmadı. Aynaya bir kez daha bakmadan odadan çıktığında onu Muhafız River karşıladı.

“Leydim,” diye selamladı nöbet yerinden ayrılıp.

Brook aniden gelen bir farkındalıkla duraksadı. Leydim. Bu geceden sonra her gün gördüğü River da dahil olmak üzere herkes için varisim, olacaktı.

Ya da en azından o öyle sanıyordu

Muhafızının koluna girip rastgele konular hakkında konuşarak dikkatini dağıttı. Cenaze salonunun kapılarından içeriye girinceyse tek başında kaldı.

İçeridekilere göz gezdirdi. Toprak Kralı, Kraliçesi ve Varisi. Bazı soylular. Kendi ailesi.

Tıpkı tahmin ettiği gibi Ateş Krallığı katılmamıştı. Eh, ne kadar az kalabalık olursa bu işkence o kadar kısa sürerdi.

Oturacak bir yer ararken yanına Baş Şifacı’nın küçük kızı, yakın arkadaşı Altha yaklaştı. “İyi misin?” diye sordu onu boş bir sandalyeye yönlendirirken. Su yeşili gözleri yorgun bakıyordu. Muhtemelen tüm gece bir şifacı olarak malum olayla uğraşmıştı.

“İyi olacağım,” dedi Brook verebileceği en dürüst yanıtı vererek.

Cenaze başladığında Brook gözlerini kapattı ve büyükannesine son kez veda edebilmek için gözyaşlarının siyah elbisesine akmasına izin verdi.

*

Cenaze bittiğinde ve üzerini tekrar değiştirmek için odasına gittiğinde davetlilerin sayısı giderek artıyordu. Kalabalıktan birkaç dakika da olsa uzaklaşmak onu memnun etmişti.

Bu sefer ki elbise Su Krallığı’nı temsil etme amaçlı masmaviydi. Ne yazık ki siyah elbisenin aksine bununkinin korsesi epey dardı, Brook içindeyken kaburgalarının çatladığını hissedebiliyordu.

Pulluydu, ince askılarına ise inci işlemeleri yapılmıştı. Beyaz topuklu ayakkabılarıyla tökezleyerek yürüyordu, makyajının da gülünç durduğuna dair her şeyine bahse girebilirdi ama hazırdı işte.

Balo kapılarından içeri girdi. Normalde büyük olan salon kalabalıkla boğucu bir hal almıştı. İki yanda uzun ziyafet masalarında küçük porsiyonlarda tatlılar servis ediliyordu. İçecek namına çok bir şey olduğu söylenemezdi, bu tarz resmi etkinliklerde alkol servis edilemezdi.

Asıl mücadele şimdi başlıyor, dedi Brook içinden. Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen tüm bu soyluların arasında.

Son kez içine derin bir nefes çekip salona adımını attı. Asıl tören birkaç dakika içinde başlardı, sadece birkaç dakika dayanması gerekiyordu.

Lakin pek de istediği gibi olmadı.

Yolu uzun boylu biri tarafından kesildi.

Tepeden tırnağa simsiyah giyinmişti, deri kıyafetlerinden yola çıkarak Brook karşısındakinin bir binici olduğunu söyleyebilirdi. Kızıl saçları hafif dağınık duruyordu, bu da ejderha üzerinde henüz uçuş yaptığını gösteriyordu. Hafif esmer bir teni vardı, yüzünün fazlasıyla yakışıklı olduğunu söyleyebilirdi. Alev rengi gözleri mavi gözleriyle kesişince Brook onun kim olduğunu anladı. İçinden bir küfür savurup kenara çekilmeye çalışsa da karşısındaki buna izin vermedi.

Ateş Varisi Blaze, samimi (!) bir tebessüm etti. “Leydim,” dedi tok ve mide bulandırıcı sesiyle. “Kim olduğumu biliyorsunuz sanırım.”

Kibirli pislik.

“Biliyorum.” Başka bir yanıt vermedi, yanına gelenin o olduğana göre belli ki bir şey söyleyecekti.

“Kaybınız için çok üzgünüm. Başınız sağ olsun.”

“Bu kadar üzgünseniz keşke cenazeye de katılımınızı sağlasaydınız,” dedi Brook sesinin sakin çıkması için çabalayarak.

Ateş Varisi dudaklarını büktü. “Ne yazık ki yetişemedik.”

Sizin lanet olasıca ejderhalarınız var, tabii ki de yetişebilirdiniz! diye geçirdi içinden.

Yine de fikrini kendine sakladı.

“Teşekkür ederim,” demeyi tercih etti onun yerine. Sonra tekrardan geçmek için adımını attı. Fakat gene durduruldu.

“Ne kadar üzgün olursanız olun bu sizin geceniz. Rica etsem bir dansınızı çalabilir miyim?” Sol elini davetkâr bir tavırla uzatmıştı.

Büyükannesinin Ateş Krallığı’na olan tüm uyarıları hala kulaklarındaydı. Bu yüzden dansı bırak, onunla konuşmayı olabildiğince kısa kesmek istiyordu.

“Belki başka bir zaman,” dedi uzaklaşmak için arkasına dönerken.

“Israr ediyorum.” Bir eli kolunu kavradığında Brook’un tahammül sınırlarını aşmıştı.

“Kolumu derhal bırakmazsan öyle bir çığlık atarım ki beni taciz etmeye çalıştığını düşünürler.” Fısıltıyla konuşsa da sözleri bıçak gibi keskindi. “Ateş Krallığı saçmalıklarını bırak ve aptalca planlarınıza beni dahil etme. Yoksa yemin ederim seni pişman ederim.”

Kolunu Blaze’in elinden kurtarıp topuğunun üzerinde döndü ve onu o şekilde, afallamış halde bıraktı.

Kalbi kulaklarında atıyordu. Durumu idare etmeyi başarmıştı. Bir varis gibi olmamıştı belki ama idare etmeyi başarmıştı, hiç yoktan iyi sayılırdı.

Belini bir el kavradığında sinirle arkasını döndü. Bağırmak için dudaklarını aralamıştı ki onu tutanın River olduğunu görünce sustu.

“Sakin ol,” dedi River gülümseyerek. Resmi konuşmamıştı, zaten aralarında böyle bir ilişki hiçbir zaman olmamıştı. River en yakın arkadaşlarından biriydi, hep de öyle kalacaktı.

“Kurtarılmaya ihtiyacın var gibiydi,” diyerek bir elini onunkinin üzerine koydu River.

“Evet, lütfen,” dedi Brook inleyerek. “Bu törenin bu kadar sinir bozucu olacağını düşünmemiştim.”

“İlk düşmanını edindin sanırım,” dedi River müziğin eşliğinde dans ederlerken.

“Düsman mı?” Brook yüzünü buruşturdu. “Sence gerçekten böyle bir olay için kin besler mi?”

“Adamı tehdit ettin.”

“Ah,” diye mırıldandı Brook. “O kadar sesli mi konuştum?”

River kıkırdadı. “‘Fısıldama’ olayını biraz daha geliştirmen lazım gibi görünüyor.”

“Kötü mü yaptım? Teklifini kabul mü etmeliydim?” Hakiki bir soruydu bu. Şimdiden bir düşman edinmiş olmak onu rahatsız etmişti.

“Kesinlikle hayır,” dedi River başını iki yana sallayarak. “Belki biraz daha… nazik olabilirdin?”

Brook omuz silkti. “Sözlüğümde yok.”

River korkmuş gibi yaptı. “İlk elden şahidim.”

“Hey.” Brook, River’ın omzundaki eliyle fiske vurdu.

Törene kadar olaysız geçti. Pek çok kişi müstakbel varisin bir muhafızla dans etmesini uygunsuz bulsa da Brook, başka kimseyle muhattap olmamak için her şeye razıydı.

Tören başladığında River’ın yanından ayrıldı. Annesi ve babasının yanına gittiğinde koca salon sessizleşmişti.

Brook’un kalbi kulaklarında atıyordu. Heyecanlıydı, terlemiş elleri titriyordu. Bu gece bütün hayatını değiştirecekti.

Ancak bu, onun sandığı şekilde olmayacaktı.

Annesi ona döndü, kendi damgasını ona geçirebilmek için bileğini havaya kaldırdı. Eski Solaveria dilindeki sözcükler kulaklarına dolarken senelerdir görmeye aşina olduğu mavi damga tozlar halinde havada asılı kaldı.

Brook, kendi bileğini damgalanmak üzere uzatmıştı ki havada bir karaltı geçti.

İnce bir hançer, annesinin başına saplandığında Edeline çığlık atacak vakit dahi bulamadı.

“Anne!” diye bir çığlık koptu Brook’un boğazından. Bacakları yere çarpana kadar artık ayakta olmadığının farkında değildi.

“Anne!” diye bağırdı tekrar. Masmavi elbisesi kırmızıya boyanmıştı. Annesinin kanıyla.

“ANNE!” diye bağırdı son kez boğazını yırtarcasına.

Ölüm’ün soğuk nefesini buraya üflemesini engelleyebilecekmiş gibi bağırdı.

Annesini geri getirebilecekmiş gibi bağırdı.

Ortalık kaos içerisindeydi. Brook, gözyaşlarıyla buğulanmış gözleriyle taze cesede bakarken insanlar salondan dışarı çıkmaya çalışıyordu.

Ansızın omzunda bir el hissetti. İrkilerek arkasını döndü, zümrüt yeşili gözlerinden Toprak Varisi’ni tanıdı.

Onu sarsıyordu, dudakları açılıp kapanıyordu; demek ki ona bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama o su altında gibiydi. Sesleri boğuk boğuk duyuyordu.

Toprak Varisi’nin söyledikleri arasında “Kalk,” kelimesini zar zor seçebildi. “Kalkmak zorundasın, kendini damgalamazsan toz işlevini yitirecek!”

Onu güç bela ayağa kaldırdı.

Ancak bir sorunları vardı.

Tozlar… Tozlar yoktu.

İşin ilginç yanı, Brook hala kanında dolaşan büyüsünü hissedebiliyordu.

Bunun tek bir anlamı olabilirdi.

İki aradaki hengamede biri kendini damgalamış ve ortadan kaybolmuştu.

PART 2 (Hava Varisi)

(2 gün önce)

Adam, Hava Varisi için hayati değere sahip bilgiyi verdiğinde kulakları uğuldamaya başlamıştı.

Bunca zamandır asıl düşmanın bilmediğinin ayırdına varmak ise en çok canını yakan şey olmuştu.

Konuğuna döndü. “Sana yardım edeceğim.”

Ona gereken bilgiyi vermediği için kızgın olsa da yeni bir plan oluşturma vakti gelmişti.

“Edeline’ı, müstakbel kraliçeyi öldürmene ve kendini damgalamana yardım edeceğim.”

-BÖLÜM SONU-

Sorulara geçelimm

-Sizce kendini damgalayan kim?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%