@okur.yazarkelebek
|
Yeni bölümümüzle herkese selammm
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayınnn
Yeni sınır;
10 okuma 5 oy
10 yorum
Bu bölüm bütün Türk kadınlarına ithaf edilmiştir.
Hepimizin başı sağolsun...
Bölüm 6
NİL’İN AĞZINDAN
Az önce muhtemelen hayatım boyunca yaşayabileceğim en garip yüzleşmeyi yaşamıştım. Dürüst olmak gerekirse kavga etmeyi bekliyordum, söylediğim onca lafın ardından benim bile fark etmediğim yaramı görüp sarmasını söylemesini değil.
İtiraf etmek istemesem de bahaneleri gayet mantıklıydı. Özrü samimi gibiydi fakat bu artık doğru düzgün çalışmaya beynimin bana oynadığı bir oyun da olabilirdi.
Öylece çekip gitmişti. İnadımı görmüş ve gitmişti. Tekrar yüzüme dahi bakmamıştı. Alınmış mıydı? Kalbini mi kırmıştım?
Gücenmiş olması haklı olduğum gerçeğini değiştirmezdi. Hatta söylediklerimden etkilenmesi onun da bunu bildiğini gösterirdi.
Atalay ile konuşmalarımı not almayacaktım. Zaten çok normal şeyleri bile aklımda tutmakta zorlanırken zihnimin gereksiz bir tartışma ile meşgul olması gerek yoktu. Bu yüzden birkaç dakika sonra hatırlayamayacağımı bildiğim son on dakikaya saha fazla kafa yorma gereği görmeden vişne suyuna bulanmış üstümü çıkardım. Yanımda kıyafetlerim olmadığı için abimin çantasından gri bir eşofman ve aynı renk bir kazak aldım. Eş zamanlı olarak abim odaya girdi, hakkını vermeliydim ki gerçekten tam 15 dakika sonra geri gelmişti.
Tek kaşını havaya kaldırdı. “Onlar benim giysilerim mi?”
Omuz silktim. “Eh, artık değil.”
“Dua et hastanedeyiz,” diye söylendi. “Yoksa döverdim.”
Yapardı.
“Ayrıca,” dedi burun kemerini sıkarak. “Yataktan kalkmaman gerekiyordu.”
“Zaten lavaboya gidecektim,” diye savunmaya geçtim. “Ayrıca demir kafatasıma girdi, bacağıma değil.”
“İyi,” dedi nefes verip. “Ben de bu pisliği temizlemek için görevli çağırayım.”
“Senin kıskançlığının sebep olduğu pislik,” diye sessizce söylendim. Sorsam söylemeyeceğini biliyordum ama Koray’a bir şey yaptığına o kadar emindim ki…
“Hey! Bunu duydum. Ayrıca onun hakkında konuşacağız.”
Şaka yapıyor olmalıydı.
“Atalay gelince bizi yalnız bıraktın, Koray’a neden takıldın? Halbuki takılman gereken kişi Atalay’ken?”
“Ne demek bu?”
“Kavga ettiğim kişi Atalay’dı,” diye açıkladım. “Koray onunla tanıştığımdan beri bana sadece yardım etti.”
Parmakları yumruk haline gelince pot kırdığımı anladım.
Abimin ağzının içinde, “Yalancı pislik…” diye mırıldandı. “Sen gir lavaboya, ben geleceğim birazdan.”
“Pişman olacağın bir şey yapma,” dedim ciddiyetle.
Göz kırptı, amacının aksine bu hiç güven vermiyordu.
İç çekip lavaboya gitmek için odadan çıktım. Dün hemşireler bana lavabonun yerini söylemişti, bu şekilde muhtemel bir kaybolma olayından kurtulmuştum.
Uykum vardı, saatlerdir uyanık kalmanın etkisi vücudumda kendini yavaş yavaş göstermeye başlıyordu. Sürekli hastalığımı düşünmekten bile yorulmuştum. Belki de aylar sürecek bir tedavi sürecini bu şekilde nasıl geçirecektim ben?
Yaram henüz iyileşmediği için haftaya başlayacaktım. Koca bir hafta boyunca uyumaya bile korkacaktım. Süreç içerisinde ise sahip olduğum şeyleri tek tek kaybedecektim. Amigo kaptanlığımı çoktan kaybetmiştim. Sırada ne vardı?
İtiraf etmek istemesem de korkuyordum. Hastalığımdan, geleceğin getirebileceklerinden…
Korkuyordum, hem de deliler gibi.
ATALAY’IN AĞZINDAN
Bugün, ömrümde hiç olmadığı kadar yanlış anlaşılmış ve ilk defa kendimi ifade edecek kelimeleri bulamamıştım. Hala beni suçluyordu, özür dilemek pek sık yaptığım bir eylem değildi ve resmen onunla alay ettiğimi düşünmüştü.
Şu iki gün içerisinde Nil hakkında öğrendiğim tek bir şey varsa o da inatçı bir kişiliği olduğuydu. Bu konuda birbirimize benziyorduk; ikimiz de dediğim dedik insanlardık ve kararımızdan çabuk dönmüyorduk. Ona nasıl ulaşabileceğimi bilmiyordum, bu da yardım etmemi imkansız hale getiriyordu.
Fakat o inatçıysa, ben de öyleydim. Pes etmeyecektim, gerekirse zorla yardım edecektim.
Arabama doğru ilerlerken bir elin aniden omzumu kavramasıyla bedenim geriye doğru savruldu.
“Sendin,” diye hırladı sesin sahibi. “Yalan söyledin, öyle değil mi?”
Kahretsin, bu Nil’İn abisiydi.
“Hayır,” dedim aceleyle. “Topu gerçekten ben atmadım.”
Son 48 saat içerisinde yediğim ikinci yumruk yüzünden ağzıma dolan kanı tükürdüm. Bir kızın en yakın arkadaşı için attığı darbe farklıydı, bir abinin kız kardeşini savunmak için attığı darbe ise bambaşkaydı. BU yumruk, kulaklarımı çınlatmaya yetmişti.
Sabahleyin sağ gözüme de darbe alıp pandaya dönmek istemediğimden bahsediyordum, şu ansa çenemin dağıldığına emindim. İşte bu yüzden dileklerinizin detaylı olması önemliydi.
Ancak hak ettiğimi bildiğim için ses çıkarmadım.
“Bu kaza nelere yol açtı, biliyor musun?” dedi yakamdan tutarken. “Yanında olabilmek için işten kovuldum ben, izin alamadım ve kovuldum. Henüz Nil bile bilmiyor bunu.”
Duyduklarımın etkisiyle donakaldım. Madem abisi buraya gelebilmek için bu kadar zahmete girmişti, ailesi hangi cehennemdeydi?
Acaba ölmüşler miydi?
Böylesine hassas bir soruyu abisine soramazdım, hele bu şartlar altında asla olmazdı. Zaten artık benim kim olduğumu bildiği için sorsam dahi söylemezdi.
Ben yanıt vermeyince, “Bir daha,” diye öfkeyle soludu. “Kız kardeşimle konuşmayacaksın. Ne telefondan ne yüz yüze. Yanına bile yaklaşmayacaksın.”
Ardından beni sertçe bırakıp hastaneye girdi, vurduğu yer sızlıyordu ve son sözleri Nil’e yardım etme planımı suya düşürmüştü. Aynı ortamda bulunamayacaksam nasıl telafi edecektim?
Mesaj da risk taşıyordu. Sonuçta bugünkü mesajıma abisi -hala ismini bilmiyordum- bakmıştı. Bir daha görmeyeceğinin garantisi yoktu. Ne yapacaktım, mektup mu gönderecektim? Öyle bir çaresiz durumun içine batmıştım.
Torpido gözünden peçeteliği çıkarıp kanayan noktaya bastırdım. Saat öğleye geliyordu, takımla buluşmak ve antrenman yapmak zorundaydım.
Hastane ve okul arasındaki yarım saatlik yolun ardından kampüse girdiğimde tanıdık bir yüz görmem ile arabamdan indim. Gamze, siyah bir bisikletin kilidini çözmeye uğraşıyordu. Nil’in yanına gideceğini tahmin ederek adımlarımı oraya doğru yönlendirdim.
“Atalay?” Beni görünce doğruldu. “Yüzüne ne oldu?”
İç çektim. “Nil’in abisinden dayak yedim.”
Dürüst yanıtım karşısında dudakları seğirdi. “Akay’dan mı?”
Demek isimsiz abimizin adı Akay’dı. Gamze doğrudan ismiyle hitap ettiğine göre aralarında samimi bir ilişki vardı.
“İsmi her ne ise,” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Rezil olmuş hissediyordum. “Boş ver onu. Hastaneye mi gidiyorsun?”
Başıyla onayladı.
“Nil kaptanın değiştirildiğini ve yeni kaptanın bahar olduğunu biliyor,” dedim çabucak. “Nasıl bilmiyorum ama bir şekilde aklında tutmuş. Sadece… bu konuda hassas ol, tamam mı? Yerine geçen kişiyi duyunca resmen gözleri doldu. Siz kızlar bu dayanışma işimi nasıl yapıyorsunuz bilmiyorum fakat ona destek ol. Lütfen.”
Madem benim Nil’le konuşmam veya yanına gitmem yasaktı, ben de arkadaşını tembihlerdim.
“Şey, pekala,” dedi birkaç saniyelik sessizliğin ardından kendini toparladıktan sonra. Benden böyle düşünmemi beklemediği barizdi. Dürüst olmak gerekirse ben de kendimden beklemezdim.
“Bahar’ın kaptan olarak seçildiğini Nil’e sen mi söyledin?”
“Sordu,” diyerek yeterli bir açıklama bulmaya çalıştım. “Nil sorusuna cevap istediğinde hayır, demek zor oluyor.”
“Bilirim,” dedi bana ilk defa gülümseyip. “O halde sonra görüşürüz, olur mu? Nil’i neşelendirmek için küçük bir etkinlik düzenleyeceğiz, biraz yardıma ihtiyacımız var.”
Bunu bana mı sormuştu?
Bir dakika, yoksa Gamze’nin gözüne mi girmeye başlamıştım?
Surat ifademi görmüş olacak ki, “Havalanma hemen,” diye gözlerini devirdi. “Senden hala nefret ediyorum. Ama fikir Ata Can’a ait olduğu için bana söz hakkı düşmüyor.”
Tamam, bu daha mantıklıydı.
“Anlaştık,” dedim. “Bana tahammül edemiyorsan detayları Ata Can’dan alırım.”
Kısacık bir an için gülecek gibi oldu. “Bu çok daha iyi olur.”
Bugün ikinci kez spor salonuna giriş yaptığımda hızla soyunma odasında formamı giyip sahaya geçtim.
“Hadi gençler,” dedim takımımı süzerken. “Maçlara az kaldı. Yoğun bir antrenman istiyorum.” *
(2 saat sonra)
“Lanet olsun, Atalay!”
Takımdaki çocuklardan birinin ettiği sövmeye karşılık sadece gülümsedim. Son 45 dakikadır duyduğum yüzüncü lanet olabilirdi, eğer tüm beddualar tutarsa epey trajik bir şekilde ölecektim.
“Yapmayın ama,” diye bağırdım topu boydan boya sürerken. “2 saat mi? Ciddi misiniz? Şimdiden yoruldunuz mu?”
“Kaptan,” dedi Ata Can bitkinlikle. “Biraz mola mı versek? En azından su içsek?”
“Peki,” diyerek diğerlerine döndüm. Sürekli sızlanmalarını dinlemek yerine küçük bir ara daha mantıklı olacaktı.
“Sadece 10 dakika, millet. Sonra devam edeceğiz.”
Zafer çığlıkları eşliğinde soluklanabilmek için tribünlere geçtim. Tişörtüm terden sırılsıklamdı, duş almak çevremdekilerin iyiliği için zaruri ihtiyaç haline gelmişti.
Çantamdan telefonumu çıkardığımda gördüğüm bildirim ile kalbim şaşlkınlıkla tekledi.
*Nil kişisinden 2 yeni mesaj*
Abisinden olabilir miydi? Daha bugün Nil’le iletişime geçmemem konusunda uyarılmışken onun bana yazması, hele bir değil iki mesaj yazmasının başka açıklaması olamazdı. Nil
Atalay, Gamze ile hiç görüştün mü?
Aramalarıma ya da mesajlarıma yanıt vermiyor.
Mesajlar 1 saat öncesine aitti. Gamze’yle iki saat önce, antrenmandan hemen önce konuşmuştum. Demek bu süre zarfında ortadan kaybolmuştu. Siz
2 saat kadar önce gördüm
Hastaneye gelmedi mi?
Nil: Çevrim içi
Nil: yazıyor… Nil
Hayır.
Ve hala mesajlarıma dönmedi.
Telefonu kapalı. Siz
Yapabileceğim bir şey var mı? Nil
Haber vermen yeterliydi. Teşekkürler.
Nil: Çevrim dışı
Değildi.
Haber vermem yeterli falan değildi.
Bu, kız en az 1 saattir kayıp demekti. Okuldan hastaneye arabayla sadece 30 dakikadan ibaretti. Gamze bisikletiyle gitmişti; trafiğe takılamayacağını göz önünde bulundurursak çoktan varmış, hatta geri dönmüş olması gerekiyordu.
“Hey!” diye seslendim. “Vazgeçtim, çocuklar. Antrenmanı bitirelim.”
Diğerleriyle birlikte çıkan Ata Can’ı görünce, “Sen kalıyorsun,” dedim kolundan yakalayarak. İnleyerek bana döndüğünde ağzının içinde muhtemelen küfür yuvarlıyordu.
“Gamze kayıp,” dedim doğrudan konuya giriş yaparak.
Bakışlarına endişe pırıltıları yerleşti. “Ne demek kayıp?”
“Dümdüz kayıp işte.” Nil’le olan mesajlaşmalarımızı gösterdim.
Ata Can hızla telefonunu çıkarıp birkaç tuşu tuşladı, kulağına götürdüğünde, “Oğlum,” dedim tek kaş
ımı kaldırarak. “Gamze’nin numarasının sende ne işi var?”
"Senin için Nil'in numarasını nasıl buldum sanıyorsun? Gamze'nin telefonunu gizlice alıp Nil'in numarasını kendime gönderdim. Gamze'ninki de kaldı öyle."
"Umarım onun telefonundan kendi numaranı silmişsindir."
Kaşlarını çattı. "Bunu neden yapayım ki? Hem kendimi kaydettim bile."
Ya sabır, dercesine nefes verdim. "Hani mesajlaşmalara girerse senin telefonunu aldığını görecek ya kız? Hatta mesaj attığını? Bir de yetmemiş kendini kaydetmişsin. Bari bilinmeyen numara da gözükseydi."
"Bir şeyleri yanlış yaptığımı biliyordum," dedi elini alnına çarparak.
Şaşırmamıştım, bu çocuk yaptığı işi tam halletse dünya üzerinden varlığı silinecekti sanki...
"Sesli mesaja düşüyor," diye mırıldandı Ata Can birkaç saniyenin ardından. "Belki sadece şarjı bitmiştir?" Daha çok böyle ümit ediyormuş gibi çıkmıştı sesi.
"Bana hastaneye gideceğini söyledi ama Nil'in dediğine göre gitmemiş," dedim başımı iki yana sallayarak.
Ata Can konuşmak üzere dudaklarını aralarken telefonum yeni bir bildirimin etkisiyle titredi.
*Nil kişisinden 1 yeni mesaj* Nil
Bulduk. Siz
Neredeymiş?
Nil
Telefonu kapalıymış, şimdi açtı.
Şey, o evinde şu an...
Hiç kayıp değilmiş.
Siz
Nasıl yani?
Nil
Hastaneye gelmiş zaten.
Ben... unutmuşum.
"Kahretsin," diye mırıldandım Nil'in numarasını çevirirken. Şu anda hiçbir yasak umrumda değildi.
"Ne oldu?" dedi Ata Can telefonumun ekranını okumaya çalışarak.
"Sanırım Nil, hastalığının kurbanı oldu."
NİL'İN AĞZINDAN
Kendimi daha önce hiç bu kadar rezil ve aşağılanmış hissetmemiştim.
2 gün. Hastalığımdan etkilenmemek için uykumdan bile feda etmiştim ama sadece 2 gün dayanabilmiştim.
Atalay'a bir özür mesajı gönderdikten sonra mesaj uygulamasından çıkıp kameraya girdim. Bana acı vereceğini bile bile tıpkı bir ayna gibi kullanarak yüzümü inceledim.
Ne zaman ağlayacak gibi olsam burnum ve gözlerim hemen kızarırdı. Bu yüzden hep nefret etmiştim ağlamaktan. Bu kızarıklıklar şimdi de belli oluyordu.
Gözlerimin altı mosmordu. Dudaklarım çatlamıştı. Bembeyaz olmuş yüzümle beraber kolayca All Of Us Are Dead (zombileri konu alan bir Netflix dizisi) dizisinde oyuncu olabilirdim.
En beteri ise başımın etrafını boydan boya kaplayan sargı beziydi.
Elimi yaranın bulunmadığı bölgede gezdirdim. Kim bilir ameliyat sırasında saçlarımdan ne kadar parça kaybetmiştim?
Enkaz gibiydim. Hem de bu hale çok kısa süre içerisinde gelmiştim.
Ekranı kapatıp elimle yüzümü sakladım ve tüm dünyadan kısa bir anlığına da olsa kaçabilecekmiş gibi vücudumu top haline getirdim. İlk göz yaşlarının yanağımdan hızla ilerleyip çeneme doğru aldığı yol bitmeden diğerleri onlara katıldı. Omzum hıçkırıklarımla sarsılıyordu.
Gamze'ye bir şey oldu diye endişelenmiştim. Saatin kaç olduğunu fark edince korkmuş ve merak etmiştim. İşin garip yanı abim de çevremde yoktu. Aklımı kaçıracak gibi hissedince Atalay'a mesaj atmaktan başka çare düşünememiştim. Dedikodulardan gözüm korktuğu için bildirimleri kapatmıştım, hala daha gerçeklerle yüzleştiğim de söylenemezdi gerçi.
Ağlarken bile avuçlarıma not aldığım kilit bilgileri okuyordum. Abim gelmişti. Benim için. Koray diye biriyle tanışmıştım. Stajyerdi. İyi bir insandı. Nazikti. Kaptan değildim. Yerimi Bahar almıştı. Anterograd amnezi hastasıydım. Yaşanan şeyi birkaç dakika sonra unutuyordum.
Belli bir noktadan sonra parçaları birleştirebiliyordum ama unuttuğum için çoktan kaosa sebep olmuştum. Hastalığımı unutursam olacakları düşünemiyordum.
Sürekli çalan telefonum yüzünden en son dayanamayıp Atalay'a mesaj attığımdan beri susmayan bildirimlerinin sebebine baktım.
*Gamze kişisinden 5 yeni mesaj, 2 cevapsız çağrı*
*Atalay kişisinden 12 yeni mesaj, 6 cevapsız çağrı*
Telefonumun amigo şarkılarından biri olan zil sesi bana daha fazla acı vermek istiyormuş gibi tekrar ötmeye başladı.
Atalay arıyor...
Sorgulamadan açtım.
"Efendim?" Sesim hırıltılı çıkıyordu.
"Nil? Nihayet açtın!" Hemen kapatmamdan korkarcasına aceleciydi. "İyi misin?"
"İyiyim." Değildim.
"Bana yalan söyleme, sesin kötü çıkıyor." Duraksadı. "Ağladın mı sen?"
"Ne istiyorsun?" dedim sorusunu görmezden gelerek.
"Seni merak ettim, aramalarımı açmayınca kork-"
"Korktun," diye lafını kestim. "Anlıyorum."
Başka ne diyebilirdim ki? Ona karşı içimde sonsuz bir öfke vardı. Birini suçlamaya ihtiyaç duyuyordum. Ancak bu kişi Atalay olamazdı. Ona yaptığını ödetektim. Bir kısmı kaza, bir kısmı onun suçuydu bu halde olmamın. Gardımı indirmeye niyetim yoktu. Lakin diyeceğim hiçbir şey, Atalay'ın görüşünü değiştirmezdi. Ben, endişelendiğine bile inanmıyordum. Ya arkadaşlarıyla iddiaya girmişti ya da dalga geçiyordu. Samimi olmadığına emindim.
"Yanına geliyorum," dediğini duydum hattın diğer ucundan. "Sadece bekle. Yalnız olmak zorunda değilsin."
"Yalnız değilim. Abim burada." Ki şu an nerede olduğunu bilmiyorum.
"Gelmek istiyorum."
"Gelme," dedim net bir dille. "Buraya gelmeni istemiyorum."
"Nil," diye tane tane konuştu. "Özür dilerim. Gerçekten. Bırak yardım edeyim. Telafi edeyim." Neredeyse yalvarıyordu.
"Etme." Bunu açıklarken bile yoruluyordum. Kahveye ihtiyacım vardı. Hem de en sertinden.
"Seninle konuşmak istemiyorum. Beni merak etmeni istemiyorum. Yanıma gelmeni istemiyorum. Bana mesaj atmanı ya da aramanı istemiyorum. Yalnızca ben yokmuşum gibi davran, Atalay. Yeterince açık mıyım?"
Onu göremesem bile taş kesildiğini hissedebiliyordum.
Sessizliğini yeterli bir yanıt olarak gördüm.
Ve telefonu yüzüne kapattım.
Ağlamama kaldığım yerden devam ederken telefonumu rastgele bir yere fırlattım. Çığlık atmamak için yastık kılıfını dişlerimin arasına geçirirken tepkilerimin normal olmadığının farkındaydım. Sinir harbi geçiriyor olabilirdim. Atak geçiyor olabilirdim. Ya da tamamen zayıflığımdan kaynaklanıyordu. Zayıftım ve daha 2. günden bu hastalığı kaldıramamıştım.
Ağlıyordum. Ağlıyordum çünkü elimden ancak bu geliyordu. Seneler geçmişti ama ben hala zayıftım.
Ve hala yalnız ağlıyordum.
Buz gibi bir kış günü.
Hava soğuk. Fazla soğuk.
Yollar kapalı olduğu için evime yürüyorum.
Kapıyı çalarken gözlerim doluyor çünkü beni karşılayacak olan felaketi biliyorum.
Lakin yapabildiğim tek şey o felakete kucak açmak oluyor.
Kaçamıyorum.
Savaşamıyorum.
Sadece ağlıyorum.
O şekilde ne kadar durdum en ufak fikrim yok. Birkaç dakika da olabilir, birkaç saat de. Kendi hıçkırıklarım haricinde duyduğum ilk ses kapının açılma ve yere düşen poşet sesi duydum.
"Nil?" Abimdi. "Nil? Ne oldu?" Telaşlı sesi.
Eli çenemi kavrayıp zorla başımı yukarı kaldırdı. "Abiciğim ne oldu, söylesene!"
Geçmişime en çok ve en az tanıklık eden kişiydi abim. Ben ağlarken hep omzunu hazır tutup saçlarımı okşamıştı ama hiçbir zaman tam olarak yardım edememişti. Etmemişti değil, edememişti. Edememişti çünkü ona izin vermemiştim.
Beni göğsüne çekti, o an bakışlarımda ne gördü bilmiyorum ama tıpkı o zamanlar gibi ihtiyacımın aidiyet hissi olduğunu anladı.
Ve ben, kısa süreliğine de olsa o hisse tutundum.
Ne yaşarsam yaşayayım tekrar abimin güvenli kollarına dönmeyecektim.
Savaşmayı öğrenmiştim. Kılıcım yanımdaydı. Artık yalnızca arenaya çıkmalıydım.
-Bölüm Sonu-
Umarım okuması keyifli bir bölüm olmuştur. Duygusal açıdan yazması zor bir bölümdü. Nil'in geçmişiyle ilgili karanlık kısımları artık yavaş yavaş görmeye başlıyoruz. Sanırım yazdığım tüm karakterler arasında mental olarak kendimi en çok benzettiğim karakter Nil oldu.
Peki Atalay'ı sevmeye başladınız mı?
Kitapla alakalı görüşleriniz şu ana kadar nasıl? Nereleri geliştirilebilir, nereleri daha güzel?
Best shipiniz kim? (Sanırım bunu her bölüm sonunda soracağım bdjsb)
Bir sonraki bölüme kadar görüşmek üzere, her türlü konuyla ilgili iletişim/sohbet için Instagram üzerinden @okur.yazarkelebek hesabımdan beni takip edebilirsiniz |
0% |