@okur.yazarkelebek
|
Olabildiğince uzun tutmaya çalıştığım bir bölüm oldu ama iki arada bilgisayarımla ilgili bir arıza çıktı, üzerine yazılı haftası başlayınca bölüm gecikti maalesef :,) Arkadaşlar bölümlere genel olarak çok az yorum geliyor lütfen biraz dikkat edin ve bol bol yorum yapın. Yeni sınır: 15 okunma 10 oy 5 yorum Oylar verildiyse haydi başlayalımmm
BÖLÜM 7
Böyle düşündüğüm için kendime kızarak Ata Can’a döndüm. “Gidelim hadi. Seni eve bırakırım.” “Yok öyle bir şey.” Kolunu omzuma attı. “Canın sıkkın. Hem annenler de hala şehir dışında değil mi? Erkek erkeğe takılalım biraz.” Ata Can, yalnızlıktan hazzetmediğimi bilen sayılan insanlardan biriydi. Hatta tek kişi bile olabilirdi. Başımla onaylayıp siyah Audi’me bindiğimizde Ata Can hala telefonuyla ilgileniyordu. Motoru çalıştırırken bile hala benden yana dönüp bakmamıştı. En son boğazımı temizleyip, “Hayırdır?” diye sordum. Başını kaldırdı. “Ne?” Gözlerimle telefonunu işaret ettim. “Kiminle mesajlaşıyorsun bu kadar?” “Kimse,” dedi hızla ekranı kendine doğru çekerek. Evet, yalan söyleme kabiliyeti sıfırdı. “Ver şunu.” Uzandığımda kısıtlı alanda boğuşmaya başlamıştık. Klasik atışmalarımızdan biriydi bu, birbirimize bulaşmadan rahat duramıyorduk. “Kimse dedim sana.” “O yüzden mi benden saklıyorsun?” Nihayet başarıya ulaştığımda geri almasına fırsat vermeden ekrandaki ismi okudum. Gamze. “Bu mu?” dedim alayla. “Gizlemeye çalışmadan farklı bir anlam çıkarmalı mıyım?” “Göstermedim çünkü yanlış anlayacağını biliyordum,” diye homurdandı telefonu elimden kaparak. “Nasıl bir anlam çıkarmam gerekiyor sen söyle o zaman,” dedim gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken. Biraz eğlenmekten zarar gelmezdi. “Hiçbir şey!” diye yükseldi. “Yalnızca iyi olduğundan emin olmak istedim. Zaten…” Duraksayınca devam etmesi için üsteledim. “Zaten?” “Zaten engelledi,” dedi en son huysuz huysuz. “Numarasına ona sormadan ulaştığım için.” “Ah…” Aniden kendimi kötü hissetmiştim. Sonuçta ben Nil’in numarasını istediğim için Gamze’nin numarasını bulmak zorunda kalmıştı. Omuz silkti. “Sorun değil.” Ancak kırıldığı her halinden belli oluyordu. Sanırım ikimizin de erkek erkeğe o bir geceye ihtiyacı vardı. Aramızdaki rahatsız edici sessizlik uzamaya başlayınca radyoyu açtım. Rag’n Bones’un Human şarkısı kulaklarımıza dolarken odaklandığım tek şey sözleri oldu. Aptal ya da kör olduğumu söylüyorsunuz. Gariptir ki şarkının büyük çoğunluğu benim iç sesime denkti, belki de evrenin bir mesajıydı bu. Nil’e yardım etmeye çalışıyordum fakat yollarım tek tek tıkanıyordu. Başka yollar vardı da ben bunları göremeyecek kadar kör müydüm? Ben de sadece bir insandım, Nil de öyle. Yapabileceklerim sınırlıydı ve onun yardıma dahi izin vermemesi, tüm suçları üzerime yükleyip durması zihnimi karman çorman ediyordu. Kaza konusunda haklıydı, evet benim suçumdu ancak adı üstünde aynı zamanda bir kazaydı. Nil, Ata Can’a kızmamıştı hiçbir zaman o topu attığı için. Çünkü kaza olduğunun farkındaydı. Sesli dile getirmemişti belki lakin en büyük öfkesinin düşerken onu tutmamamdan kaynaklandığını biliyordum. Aptallık etmişim, yalnızca takımının önünde rezil olmasını istemiştim. Şu ansa bir takımı bile yoktu. Affettirmek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Artık geçmişi değiştiremezdim. Nil’den tek isteğim bana bir şans vermesiydi. Gerçi baklava getirmem aramızda yeni bir kavganın kıvılcımını çakmak için yeterli olurken bu pek de mümkün görünmüyordu. Direksiyonu ev yoluna değil mahalle bakkalının bulunduğu sokağa kırdım. İsmail abi aile dostumuzdu, babamın senelerce iş seyahatleri yüzünden yapamadığı babalığı hep o yapmıştı. Çevrede büyük marketler varken İsmail abinin bakkalının üzerine tanımazdım. “İn,” dedim Ata Can’ın kolunu dürterek. “İçecekler ve cips olmadan tadı çıkmaz.” Elimize geçen her paketi poşete doldururken açıkçası ne aldığımıza zerre dikkat etmiyorduk. Yarısını bile bitiremeyeceğimize emindim ama abartmaya bayılıyorduk. Sayamayacağımız kadar çok poşetin eşliğinde eve giriş yapmayı sonunda başarmıştık. Ata Can zaten evimde kalmaya alışık olduğu için utanmadan kendini L koltuğun üzerine atınca yaylar acıyla inledi. Sessizce söylenip abur cubur paketlerini alçak sehpaya boca ettim. Boş paketleri kenara fırlatırken Ata Can, “Kumanda nerede?” diye sordu rahat bir tavırla. Cevap verecektim ki sözcüklerime hâkim olabilmek için alt dudağımı ısırdım. Boşluğuma gelmişti. En son beraber takıldığımızda resmen kumanda için boğuşmuştuk ve kavgamız kırık bir lambayla sonuçlanmıştı. Bakışlarımız aynı anda oturma odasıyla birleşik olan mutfak tezgahından bize göz kırpan kumandayı görünce, “Hayır,” dedim çabucak. “Benim evim, benim kurallarım. Kumanda da benim.” Ata Can hızla atıldığında tişörtünden çekip önüne geçtim. Kumandayı elime aldım, tekrar saldırmasından korkarak avuç içimde sıktım. Yüzümde muzaffer bir gülümseme oluşmuştu. “Of ama ya,” diye küçük bir çocuk gibi mızmızlanmaya başladı. “Hep sen seçiyorsun, illa lamba mı kırmam gerek?” “Sakın,” dedim tehditkâr bir tonla. Beni takmayıp lambaların birine adımlamaya başlayınca, “Tamam!” diye pes ettim. “Ortak seçelim.” Herkes, arkadaşını herhangi bir konuda ikna edebilmek için zaafını bulmaya çalışırdı. Ve benim zaafım şaka gibi evimdeki zararsız, masum lambalardı. Çocuk ciddi ciddi lambalar aracılığıyla kontrolümü ele geçirmişti. “Bu akşam şampiyona maçı var.” Burun kıvırdım. “Futboldan nefret ettiğimi biliyorsun.” “Basketbol maçı?” “Geçen hafta maç izlerken heyecandan lambayı kırdın.” Kaşlarımı çattım. “Şimdi fark ettim, oğlum sen neden ne zaman evime gelsen lambalarımdan birini kırıyorsun?” Bu gidişle lambalara karşı bir çeşit alerjisi olduğunu düşünmeye başlayacaktım. “Değerli lambalarını çevreme koyma o zaman.” Anlaşılan beyefendiye özel o her geldiğinde lambaları toplayıp bir odaya kilitlemem gerekiyordu. Konunun gereksiz uzamaya başladığını anlayınca, “Bilim kurguya ne dersin?” diye önerdim. Bilim kurgu müptelasıydım, Netflix’teki tüm filmleri ve dizileri izlemiştim. “Kabul,” dedi tekrar koltuğa kurularak. “Seç bakalım, beğendirebilecek misin bana.” Netflix profilime giriş yapıp filmi açtım. “Çirkinler. Yeni çıktı, güzel filmdir.” “Çoktan izledin yani.” “İkinciye izleyebilirim.” Zaten bir filmi sevmişsem en az 3 kez izlerdim, ana fikrin bu şekilde daha rahat kavranılabileceğine inanıyordum. “İyi, başlat o halde.” Çirkinler, kitaptan uyarlama bir filmdi. Irk ayrımlarından dolayı savaşların başladığı, buna engel olmak için de estetik ameliyatının zorunlu tutulduğu bir gelecekte geçiyordu. Çocuklar 16 yaşına basana kadar bir yurtta yetiştiriliyordu, ardından estetik ameliyatına alınıyorlardı. Herkes çok güzel görününce ortada sınıf farklılığı kalmıyordu, en azından kurguya göre. Ameliyata girmiş olanlara Güzeller, yurttakilere Çirkinler, deniyordu. Güzellere dahil olunca her gece partileyebiliyordunuz. Çirkinler ise okula gidiyordu, onların da kendi aralarında eğlence anlayışı vardı. Dümdüz üniversite mantığı bulunuyordu. Çirkinler kendi aralarında birbirine isimlerle değil lakaplarla sesleniyorlardı. Bana kız karakterin isminin Şaşı, en yakın arkadaşının isminin Burun, olması gibi. Lakaplar kusurlarından geliyordu. "Bir dakika kızım Burun ismi birinden mesaj mı geldi?" "Birazdan neden lakaplara sahip olduklarını göreceksin." Sustu. En azından birkaç saniyeliğine. "Burun neden ameliyata girecek?" "Çünkü 16 yaşına girdi," dedim sabırla. "Kızın 16 yaşına girmesine henüz 3 ay var." "Tamam ama ameliyata ne gerek var? Adam zaten çok yakışıklı." Bu konuda haklıydı, filmin aldığı en büyük eleştiri oyuncuların hali hazırda çok güzel ya çok yakışıklı olmasından kaynaklanıyordu. Lakin ben öyle düşünmüyordum. Bence oyuncuların sadece küçücük kusurlara sahip olması toplumun algısını çok iyi yansıtıyordu. Sonuçta bize tek bir kusur bile görsek hemen yargılamıyor muyduk? Cips paketlerinden birini açarken gözüme katı sabun paketi ilişti. Bunun burada ne işi vardı? Keşke müsriflik yapmayıp ne aldığımıza biraz dikkat etseydik. Baharatlı cipsi ağzıma tıkarken Ata Can, "Atalay," dedi gözlerini ekrandan ayırmayarak. "Biraz sessiz olur musun?" Bunu söyleyen Ata Can mıydı? Filmin yaklaşık yarım saati sessizlikle geçti. Duman vardı bir de. Ameliyata girmek istemeyen insanların kaçtığı yer. Ve de onların lideri. “Kalıbımı basarım lider ana erkek karakterdir.” “Ata Can,” dedim kötü bir taklidini yaparak. “Biraz sessiz olur musun?” Yüzüme patlamış mısır tanesi fırlatınca ağzımla yakaladım. Havalı hareketime karşı genişçe gülümserken içeceklere uzandım. Tekrar filme döndüğümüzde Ata Can’ın gene araya girmesi çok uzun sürmedi. “Bu kızın beyni yok mu?” Sinirle kafasına yastık fırlatıp, “Sus artık!” diye patladım. “Allah aşkına bir filmin sonunu görelim, sonra konuş.” O homurdanırken kapı çaldı. “Hadi ama!” diye söylendim. Nihayet Ata Can konuşmayı kesmişken mi bölünmek zorundaydım? "Kapıya bak," dedi Ata Can dikkatini filmden ayırmazken. Dakikalardır seçimimden şikâyet ediyordu ama filmi sevmişti, sadece ifade ediş biçimi biraz... garipti. "Sen bak." Kalkmaya çok üşenmiştim. Kapı zili 3. kez çalarken, "Ev senin evin, kapı senin kapın," diye inat etti. "Sen kalk." En son iç çekip yerimden ayaklandım, kapı kırılmak istercesine dövülürken içimden söyleniyordum. Kapı deliğinden kim olduğuna bakınca gözlerim şaşkınlıkla açıldı. "Nil?" Ayakta zar zor duruyordu, ayrıca gecenin bu saatinde burada ne işi vardı? Bir dakika... ellerinde kan mı vardı? Dudaklarından tek bir cümle döküldü. "Yardım et." Ardından yere yığıldı, vücudunu son anda yakaladım. "Ata Can!" “Ne oldu?” Halimi görünce birkaç küfür savurup, “Kan mı o?” diye sordu korkuyla. “Hayır Ata Can, kız gelirken yemek yedi herhalde ketçap bulaşmıştır,” dedim parlayarak. Ben yarasının nerede olduğunu çözmeye çalışırken bariz şeyleri sormayı derhal bırakmalıydı. Nil’i sarsmaya çalıştım. “Nil, beni duyuyor musun?” Yardım et. Kendinden geçmeden önce sadece bunu söyleyebilmişti. Ve ben ne yapmam gerektiğini bilmeden şu an vakit kaybediyordum. “Ata Can,” dedim onu donmuş halinden çıkarmak için. “Gamze’yi ara.” Belki Gamze’de Akay’ın numarası vardı, belki abisi buraya gelir ve her şey çözülürdü… “Beni engelledi, unuttun mu?” “O zaman benim telefonumdan ara, lanet olası!” diye kükredim. Sonra çok pişman olacağımı biliyordum ama kontrolümü kaybetmiş durumdaydım. “Senin telefonunu bana ver.” Ata Can telefonunu fırlatırcasına bana verince hızla 112’yi tuşladım. Yapabildiğim en soğukkanlı şekilde durumu ve konumu aktardıktan sonra Ata Can’a döndüm. “Akay’a haber verdiniz mi?” “Numarasını şimdi attı. Ben de aramak üzereydi-” Kendi telefonumu sözünü bitirmesini beklemeden elinden alıp Akay’ı aradım. “Kimsiniz?” 2. çalışta sakin sesi kulaklarıma dolunca sinirle parmaklarımı saçlarımın arasına daldırdım. Ben endişeden kendimi kaybetmişken o nasıl sakin olabilirdi? “Ben Atalay, kardeşin burada.” Devam etmeme fırsat vermedi. “Biliyorum.” Avuç içlerim terlemeye başlamıştı. “Ne demek biliyorum? Nil yaralı! Nasıl bu kadar sakin olabilirsin?” Yutkunduğunu hissettim. Daha doğrusu olayın ciddiyetini nihayet kavramaya başladığını. “Hastaneden çıktığını biliyordum yalnızca, neresinden yaralı?” Kollarım arasındaki bedene bakarken gözlerim delicesine vücudunun üzerinde dolaştı. “Bilmiyorum. Çok fazla kan var. Ben…” Ellerim titremeye başlamıştı, konuşmakta zorlanıyordum. Neler oluyordu? “Konum at, geliyorum.” Ardından telefon yüzüme kapandı. Bir süre önce kaybettiğim tüm serinkanlılığım yüzünden elim ayağım birbirine dolaşmış haldeydi. Dışarıda olduğunu bildiğini söylemişti, bu kız daha yeni yaralanmamış mıydı? Hem de özellikle benim evime geldiğini? Nasıl izin verebilirdi hastaneden çıkmasına? Ve dahası, yarası nereden geliyordu ve nasıl olmuştu? Yanlış bir hareketimle incitmekten korkarak kanın kaynağını bulmaya çalışıyordum. Açık kahve saçlarını usulca yüzünden çektiğimde diğerlerine nispeten taze kan parmak uçlarıma değdi. Başı. Başı kanıyordu. Hem de başında herhangi bir yer değil. Daha önce benim yüzümden demir parçasının saplandığı yer.
|
0% |