Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm

@okuyan_bir_insan

Nihayet o gün gelmişti. Bugün dükkânın açıldığı gündü. Fakat içimde anlamsız başka bir duygu vardı. Heyecan.. Bugün, açılıştan sonra Ateş’le konuşacaktık. Aslında hissettiğim bu heyecan kesinlikle anlamsız değildi. İçimdeki bu hissin ne olduğunu biliyordum. Aşk kadar tutkulu ya da sevda kadar güçlü bir şey değildi. Hoşlandığımın farkındaydım. Hatta belki de hoşlantıdan birkaç tık fazlası da olabilirdi. ‘Kandırma kendini baya baya seviyorsun sen bu adamı’ diyen derinlerdeki sesle bir kabulleniş daha yaşandı. Baya baya seviyordum ben bu adamı.

Yasemin’le yaptığımız aperatif kahvaltıdan sonra hızlı bir şekilde hazırlanıp evden çıkmıştık. “Heyecan var mı?” diye sordu, Yasemin.

“Var. Olmaz olur mu? Var tabii.” dedim.

“Ne için heyecan var peki. Açılış için mi? Yoksa.” dedi ve lafını kendi böldü.

“Allah aşkına beni daha çok heyecanlandırma ya. Zaten aklım başımda değil.” dedim. İsyan eder gibi. İçimdeki bu heyecanın açılışla alakası yoktu. Açıkçası bu da beni daha fazla heyecanlandırıyordu. Yani kısacası minik bir yürüyen paniktim.

“Yapma heyecan yapma. Adam seni seviyor, sen adamı seviyorsun.” dedi. Derin bir nefes aldıktan sonra ise lafına devam etti. “Biliyorum, korkuların çekincelerin var ve sen bunları çözmeden bir adım atmıyorsun ki bu yaptığın bence iyi bir şey. İçinde bir şeyleri halletmeden bir şeylere başlamaman doğru karardı.” dedi ve tekrar büyük bir nefes aldı ve son kez lafına devam etti.

“Bugün, açılıştan sonra git ne konuşacaksan konuş ve aklındaki sorulara cevap bul. Daha sonra da anı yaşa. Korkmadan, çekinmeden, kaçmadan ne yaşamak istiyorsan yaşa Nazlı. Yaşanacak on tane hayatımız yok neticede. İçini rahatlatınca akışına bırak gitsin.” dedi.

Haklıydı. Yaşayacak on tane hayatımız yoktu. Bir şeylerden kaçarken zaman gidiyordu. Dükkânın önüne geldiğimizde Akın ve Çağatay ’la karşılaşmıştık.

“Kızlar. Hazır mısınız bakalım?” diye sordu Çağatay.

“Hazırız tabii.” dedik ikimizde.

Dükkânı açtığım gibi hızla içeri girdik. Son hazırlıklar için etrafa göz attım. Görünürde her şey hazırdı. Kapıdan sesler geldiğinde o tarafa baktım. Gelenler Handan teyze, Ateş ve Asena’ydı.

“Nazlı kızım. Her şey hazır mı?” diye sordu, Handan teyze.

“Hazır Handan teyze, bir eksik yok. Birazdan gelirler, açılışı o zaman yaparız.” dedim.

Ateş yanıma geldiğinde, “Nasılsın?” diye sordu.

“Heyecanlı.” dedim direkt.

“Ne kadar heyecanlı?” diye sordu bu sefer de.

“Çok heyecanlı.” dedim ve ekledim. “Çünkü sadece açılış için heyecanlı değilim.” dediğimde gözlerinin parladığına şahit oldum.

“Hatırlıyorsun.” dedi kısık bir sesle.

Elim ayağım buz kesti. İçimde ise bir volkan alevlendi. Neydi bu şimdi? Kısık sesle konuşması ben de neden böyle bir etki yaratmıştı şimdi? ‘Mesafe’ dedim hemen. Aramızda olmayan mesafeden dolayı böyle hissettim.

Kendini kandırma.’ dedi derinlerdeki ses. ‘Mesafeden dolayı değil.’

“Sen de hatırlıyorsun.” dedim. “Unutmamışsın.”

“Seninle ilgili bir şeyleri unutmam mümkün değil. Sen ve sana dair her şey aklıma, bir daha çıkmamak üzere kazınıyor ve ben bundan oldukça memnunum.” dedi.

Ben ona öylece bakarken kapının önü kalabalıklaşmaya başlamıştı. Daha fazla dikkat çekmemek için bir adım geri attım.

“Açılıştan sonra bir yere kaybolma. Sana kendimi anlatacağım.” dedim.

Geçen yarım saatin ardından mahallelinin büyük bir çoğunluğu gelmişti ve tabii Orhan babamda. Akın cebinden kırmızı kalın bir kurdele çıkardı ve açık kapının önünde bir ucundan Çağatay, diğer ucundan kendisi tuttu. Bu hareketine gülümserken o göz kırpmakla yetinmişti. Çağatay ise cebinden makas çıkararak bana uzatmıştı. Hatta uzatırken üstüne ‘tü tü’ bile yapmıştı. Herkes onun bu hareketine gülerken ben elinden makası almıştım.

“Niye gülüyorsunuz ya ne var batıl inançlarım olamaz mı?” diye sormuştu. Kimse onun bu sözüne bir şey demezken ben konuşma yapmak için birkaç boğaz temizleme sesiyle dikkatleri üstüme çekmiştim.

“Şu an bir konuşma yapmam gerektiğinin farkındayım.” diyerek söze başladım.

“Ama ben pek konuşmayı beceremem. Sizleri de fazla sıkmadan birkaç bir şey söyleyip serbest bırakacağım.” dedim ve asıl konuşmaya geçtim.

“Ben ve benim gibi olan çocuklar, bir şeyleri başarmak zorunda olarak büyüdük. Çünkü ne her koşulda arkamızda olan bir anne babamız, ne de amaçsız yaşayabileceğimiz bir hayatımız vardı.” dedim. “Bir şeyleri kazanmak zorundaydık. Bu kendi hayatımız olsa bile. Okul okumak zorunluydu, çünkü bir meslek sahibi olmalıydık, kendimize bakmalıydık. Kimseye muhtaç olmadan, ayaklarımızın üstünde durmalıydık. Ben de o çocuklardan biriydim, gerçi hâlâ öyleyim. Bu zamanımda ise yanımda sadece iki kişi vardı. Yasemin ve Orhan babam, tabii daha sonra tanıştığım iki arkadaşımda bu listeye dâhil oldu.” dedim, arkamı döndüm Akın ve Çağatay’la göz göze geldim.

“En zor zamanlarımda, ‘yeter’ diyip her şeyi bırakacağım sırada onlar benim ellerim, gözlerim, tutunacak dalım oldular. Bana, benden daha çok güvenip kendime olan inancımı diri tutmamı sağladılar. İlk dükkânımı açtığımda benim yerime ağladılar, benden çok mutlu oldular. Ben ne babam yerine koyduğum Orhan amcamın, ne de benim anlık duygu değişimlerimin ve eserekli hâllerimin bir şekilde altından kalkan arkadaşlarımın sabrını ve bana olan inançlarının hakkını ödeyemem. Ama artık bu listeye başkaları da dâhil oldu.” dedim ve bu sefer bakışlarımı Handan teyzeye çevirdim.

“Sırf insanlık vazifemi yaptığım için hastaneye götürdüğüm, Handan teyzemin aynı gün bana sofrasında bir tabak ayırdığını hiçbir zaman unutamam. Yana yakıla bir dükkân ararken sorgusuz sualsiz bana kapısını açışını unutamam, beni benden çok düşünmesini, mahalleye taşındığımız gün tüm işini gücünü bırakıp bana yardım eden mahallenin delikanlılarını ve bu süreçte yanımda olan herkesi.” dedim ve derin bir nefes aldım. “Yani kısaca bu yaptığınız iyilikleri asla unutamam ve hepsi için hepinize çok teşekkür ederim.” dedim.

“O zaman daha fazla uzatmadan açılışımızı yapalım.” dedim ve kurdeleyi tutan Akın ve Çağatay ikilisine döndüm. “Hayırlı ve uğurlu olsun.” diyip kurdeleyi kestim.

Açılışın ardından herkes içeri girmişti. İçeri girdiğimde sakin bir müzik açtım ve kısık bir şekilde ortamda çalmasını sağladım.

Yaptığım ikramlıklardan alanlar beğendiklerine dair övgüler söylerken paket yaptırmak isteyenlerde oluyordu. Açılış için özel olarak bugün her şey bedavaydı. İçeride herkes kendi hâlinde takılırken eski müşterilerimde gelmişti. Mahallenin gençleri duvara çaktırdığım kara tahtayı çok sevmiş, düşündüğüm gibi kendilerince bir şeyler karalamışlardı. Birden yanımda biten Tolga ve diğerlerine baktım.

“Hayırlı olsun bizim kız. Allah bereketini versin.” dedi.

“Bizim kız mı?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Tabii bizim kız. Hem mahalledensin hem esnafsın. Yani tam olarak bizim kızsın artık.” dedi. Ben onun bu dediğine gülerken Ateş derin nefesler alıyordu.

Nilüfer kucağında kızıyla geldiğinde bana sarıldı ve “Hayırlı olsun Nazlı. Çok güzel bir konuşmaydı.” dedi. “Helal olsun kız size.” diyerek Yasemin’le benden bahsettiğini anlamamızı sağlamıştı. “Bu arada ne kadar güzel bu poğaça bayıldım.” dedi. Ben onun bu dediğine teşekkür ederken kucağındaki Ela bana gelmek için uzanıyordu.

“Naz. Naz’a gideceğim.” dedi. Henüz iki yaşında olduğu için kelimeleri tam çıkaramıyor ve o bebeksi sesiyle konuşuyordu.

“Alabilir miyim?” diye sordum. Ela’yı kastederek.

“Tabii ki canım benim.” dedi ve küçük Ela’yı kucağıma bıraktı. “Ben de o sırada sigara börekleri bitmeden kapabildiğim kadar kapayım.” dedi ve gitti. Biz onun arkasından gülerken, Ela’nın gözleri benim üzerimdeydi, benim gözlerimde onda.

“Naz güzel.” dedi Ela ve saçlarımı sevdi. Ardından iki elini de yanağıma koydu ve “Ci ci aba.” dedi. Ela’nın bu hareketiyle anlamsız bir şekilde gözlerim dolmuştu. Yıllardır kaçındığım duygular su yüzüne çıkıyordu.

“Sen de çok güzelsin.” dedim, ben de onun saçlarını severken. “Ci ci Ela, güzel Ela.” dedim. O ise minicik ellerini ağzına götürerek kapattı ama gülümsemesi ile dükkânı doldurdu. Gözlerim bir anlığına Ateş’e kaydığında hayranlıkla bana baktığını gördüm. Hatta iri ela harelerinin koyulaşıp, parladığını da. Gözleri dolmuştu.

Bakışmamızı bölen Tolga’nın sesiydi. “Kız. İki dakika da ettin muhabbetin içine.” dedi, Ela’ya hitaben ama sesinden bile güldüğü anlaşılıyordu.

“Sen benim kızıma laf mı söylüyorsun it herif?” dedi ve ensesine hafif olduğu belli olacak şekilde vurdu.

Hasan ağabey Ela’yı kucağımdan almak istediğinde Ela huysuzlanarak gitmek istemediğini belli etmişti.

“Kusura bakma bacım. Benim kız seni fazla sevdi de. Sabahtan beri ‘Naz abla Naz abla’ diyip duruyor. Şimdi seni buldu ya zor bırakır artık.” dedi.

“Estağfurullah ağabey o nasıl söz. Kusurluk bir şey yok.” dedim. Ortamın havası değişsin diye;

“Ellerinizdeki ne sizin?” diye sordum.

“Sana, dükkân için hayırlı olsun hediyesi.” dedi Ateş.

“Ne gerek vardı? Çok teşekkür ederim.” dedim.

“Hediyesiz olmazdı.” dedi.

“Yalnız, sizden açmanızı rica etsem olur mu?” diye sordum kucağımdaki Ela’yı göstererek. Boş bir masaya geçtiğimizde herkes ellerindekini masaya koymuştu. Büyük paket olan hediyeyi Ateş tutuyordu ve ilk önce onu açtı. Çıkan hediyeyle şaşkınlığımı gizleme gereği bile duymadım.

“Bu çok güzel.” dedim hayranlıkla. Oldukça hoş bir pikaptı. Tolga ve Kadir diğer hediyeleri açtığında 80’li ve 90’lı yılların meşhur sanatçılarına ait plaklar olduğunu gördüm.

“Siz gerçekten şaka yapıyorsunuz. Bayıldım.” dedim.

O sırada Nilüfer gelmiş ve Ela’yı almıştı. Ben herkesle sarıldığımda en sona Ateş kalmıştı. Onla da sarılırken, “Senin fikrindi değil mi?” diye sordum.

Kısa süreliğine ayrılıp diğer taraftan da sarıldığımda, “Nereden bildin?” diye sordu. Ayrılmadan hemen önce “Sır.” dedim ve bir adım geri atarak ayrılmamızı sağladım.

Açılış boyunca herkesle sohbet etmeye çalışmış beğenip beğenmediklerine dair mahalleliye sormuştum. Herkesten olumlu geri dönüş almıştım. Arkadaşlarımla da sohbet ederken içeri Selçuk girmişti. Anlık olarak kaşlarım çatılmış ve huzursuz olmuştum. Bu huzursuzluğumu gören Ateş, Selçuk’un olduğu yere baktığında anında kaşları çatılmış, dişlerini sıkmaktan çenesi kasılmıştı.

Selçuk içeri girdiğinde gözleri beni bulmuş ve birkaç adımda yanıma gelmişti. “Hayırlı olsun Nazlı.” dedi.

Onun bu hareketine karşı Ateş’ler ve Çağatay’lar da benim yanıma gelmişti. Selçuk’un gözü hepsinde gezindikten sonra ben de durmuştu.

“Hanım.” dedim anında. “Benimle senli benli konuşmanızdan rahatsız oluyorum Selçuk Bey. Bana Nazlı Hanım demelisiniz.” dedim.

“Ben de, bana sürekli ‘Selçuk Bey Selçuk Bey’ demenden rahatsız oluyorum Nazlı, onu ne yapacağız?” diye sordu. Adımı sanki inadına bastıra bastıra söylemişti.

“Eğer ikimizde rahatsız oluyorsak karşılaşmamak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.” dedim.

Yüzünü buruşturarak, “Hayır, bundan daha çok rahatsız oldum.” dedi.

“Siz başlı başına rahatsızlık sebebisiniz zaten.” dedim ben de kendimi tutamayarak.

“O zaman daha çok rahatsız olacaksın Nazlı. Çünkü neticede ben de bu mahallede yaşıyorum öyle değil mi? Malum bekâr bir erkek olarak sabah kahvaltı hazırlayanım olmuyor. Ben de her sabah buradan kendim için kahvaltılık almaya gelebilirim öyle değil mi?” diye sordu. Aslında bu bir soru değildi. Neler yapacağını açık açık söylüyordu.

“Kendine iki yumurta da kıramıyorsan bence buraya adımını bile atma.” dedi Yasemin. Murat hızla Yasemin’in yanına giderek sakin olması hakkında bir şeyler söylüyordu. Ama buradaki hiç kimse şu an sakin değildi.

Selçuk Yasemin’i takmayarak, “Hastanedeyken derdimin ne olduğunu sormuştun hatırlıyor musun?” diye sordu. Bir yanıt beklemeden kendi sorduğu soruya yine kendisi cevap vermişti. “Derdim sensin Nazlı. Kaçak oynamaktan yoruldum. Artık kartlar açık ve net. Derdim sensin.” dedi tekrar.

Yanımdaki Ateş’in yumruk olan elini gördüğümde, yumruk yaptığı elini tuttum.

“Derdinin dermanı ben değilim ama. Çok yanlış yerlerde dolanıyorsun. Yapma.” dedim. Onun gözleri ise Ateş’in elini tuttuğum elime kaymıştı. Gözlerime öyle bir bakmıştı ki ürkmeme sebep olacak cinstendi.

“Çek o gözlerini Nazlı’dan.” dedi Ateş ve hızla önüme geçti. Fakat bu yaptığı işe yaramamıştı. Selçuk ise dediklerimi asla umursamamış ve geldiği gibi gitmişti.

“Yavşağı görüyorsunuz di mi? P*çe bakın. Derdim sensin diyor ya. Ecdadını s*kt*ğiminin p*ştu. Şuna bak şuna.” diyen Ateş’in öfkesini kusmasını bekledim.

“Tamam bak lütfen sakin ol.” dedim. Şu an o kadar öfkeliydi ki beni duymuyordu. En son tam karşısına geçip ellerini tuttum.

“Gidiyoruz.” dedim ve elinden tutarak çekiştirdim.

Onu zor sakinleştirirken yavaş yavaş dağılan insanlardan fırsat bulup dükkânın anahtarlarını Yasemin’e bıraktım.

“Burası sen de biz çıkıyoruz.” dedim ve Ateş’in tuttuğum elini bırakmadan ikimizin de dükkândan çıkmasını sağladım.

Kızgınlığı hâlâ üstündeydi ama merakına yenilerek, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu.

“Günlerdir beklediğin cevabı vermeye.” dedim.

O sırada arabamın yanına gelmiştik. Kapıyı açıp bindiğimde o da hızlıca binip yan koltuğuma oturmuştu.

“Nasıl yani harbiden mi?” diye sordu. Öfkesi anında uçup gitmiş yerini heyecana bırakmıştı.

“Evet. Bugün sana kendimi anlatacağım demiştim ve sen benim sorduğum sorulara verdiğin cevaplara göre bugünden sonra ne olacağımıza karar vermiş olacaksın.” dedim.

“Hiçbir şey anlamadım.” dedi. Onun bu hâline gülüp, “Anlayacaksın.” dedim ve gaza bastım.

 

********

 

Hayat denilen şey oldukça karmaşık, engebeli, yoluna çıkan büyük taşlar ve ayağına batıp canını sıkan küçük çakıl taşlarından ibaretti. Ben ise kendimi hep o küçük çakıl taşları gibi gördüm. Var ama yok, önemsiz ama insanın ayağına batıp can yakan bir küçük çakıl taşı.

 

Yazardan

Yıl 2013

 

Hayat hiçbir zaman kolay olmazdı çoğu insanlar için. Bazıları bu dünyaya ağzında gümüş kaşıkla doğarken, bazılarının kaşığı bile olmazdı. Hayata bir sıfır başlamak, bazı insanların kaderinde vardı. Bugün olduğu gibi bundan sonraki birçok zamanda da bunu anlayacak ve bu durumda olduğu için kendisini dünyaya getiren sözde anne babasını süslü kelimelerle anacaktı.

“İyi misin?” diye sordu Yasemin yerdeki kızı kaldırmaya çalışırken. O sırada Nazlı ise kızın dağılan eşyalarını toplamaktaydı.

“İyiyim.” dedi yabancı kız. “Bir anda çıktılar karşıma anlamadım.” dedi. Okulundan çıkan kız yolları karıştırmış ve en olmayacak yere düşmüştü.

“Tamam, sakin ol. Polisi arayalım.” dedi Nazlı. “Çantan burada, bak bakalım eksik bir şey var mı? Polise söylersin şikâyetçi olurken.” dedi ve çantayı sahibine uzattı.

Yabancı kız çantasını kontrol ederken “Kızım!” diye bir ses yükseldi.

Yasemin ve Nazlı arkalarında yükselen sesin ne olduğunu anlayamadan birden geriye doğru savruldular ve son anda düşmekten kurtuldular.

“Kızım.” dedi aynı ses ve yabancı kıza sıkıca sarıldı.

Bu görüntüye daha fazla katlanmak istemeyen Nazlı, başını yan çevirerek karşısındaki manzarayı görüş açısından çıkardı.

“Hanımefendi!” diye yükseldi Yasemin. “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Ne hakla bizi itersiniz?” diye sordu.

“Şuna bak şuna. Hem suçlu hem güçlü. Utanmıyor musunuz siz birini köşelerde sıkıştırmaya. Pis hırsızlar. Anneniz babanız yok mu sizin? Nasıl yetiştirmişler sizi?” dedi büyük bir öfkeyle. Yavrusunun canı yanan bir anne, mantıklı bir anne olamazdı.

“Anlamadım.” dedi Nazlı. “Biz mi sizin kızınızı sıkıştırdık? Parasını mı aldık?” diye sordu.

“Yaptıklarınızı mı anlattıracaksın bir de bana? Hem bana değil polise anlatın. Şimdi arıyorum polisi.” dedi ve cebindeki telefonu çıkardı.

Yasemin hayretler içerisinde kalıp bir şey diyemezken Nazlı, “Arayın tabii.” dedi. “Kızınızın asıl kapkaççılardan nasıl kurtulduğunu anlatırız. Belki de yetişmeseydik kızınıza neler olabileceğini anlatırız? Hatta belki de ömür boyu yaşayacağı travmadan nasıl kurtardığımızı anlatırız. Çağırın tabii polisi çağırın.” dedi.

Kadın hiçbir şey anlamazken kızın her şeyi annesine anlatmasıyla yanlış anlaşılma çözülmüş, şimdi mahcubiyet sırası kadına geçmişti.

“Ben-” diyen kadının sesi artık cılız ve mahcuptu.

“Sen ne?” dedi Nazlı. “Siz ne!? Alnımızda mı yazıyor lan bizim kimsesiz olduğumuz? Bu yüzden mi bu kadar hor görülmemiz? Hiç mi aklınıza gelmedi ya yardım edebileceğimiz? Hiç mi düşünmediniz?” dedi isyan edercesine.

“Ben özür dilerim.” dedi kadın.

“Dileme!” diye tekrar yükseldi Nazlı. “Yapıp yapıp özür dilemeyin. Biz de insanız ya, bizim de bir canımız var. Ne yazık ki var işte.” dedi ve Yasemin’in kolundan tuttuğu gibi oradan hızla ayrıldılar.

 

******

 

Yol boyunca bir daha konuşmamıştık. Ben söyleyeceğim şeyleri kafamda düşünürken Ateş’te muhtemelen benim ne söyleyeceğimi düşünüyordu. Dananın kuyruğu kopacaktı. İnşallah danaya yazık olmazdı.

Yetimhanenin önüne geldiğimizde arabayı boş bir yere çektim ve park ettim. Ateş’e bakmadan arabadan indiğimde o da inmişti. Ben de kapıları kilitledikten sonra arabanın arkasından dolanarak yanına gittim.

“Burası neresi?” diye sordu.

“Burası ben ve bana dair ne varsa her şeyin bulunduğu yer. Büyüdüğüm yetimhane.” dedim. “Sana demiştim. ‘kendimi anlatacağım’ diye. İşte anlatacağım yer burası.”dedim. “Peki sen beni öğrenmeye hazır mısın?”

“Hazırım.” dedi.

Elinden tutup yolun karşısında kalan yurda doğru ilerledik. Kapıdan içeri girdiğimizde bahçe boştu. Ellerimiz hâlâ bir aradayken ben, bizi ağacın altında kalan banka doğru yönlendirdim. Banka oturduğumuzda sağ tarafımızda yurt, tam karşımızda biraz ilerimizde çocuk parkı kalıyordu.

“Ben 3 günlükken beni yurda bırakmışlar.” Uzun uzun anlatacağım, kendime dair ne varsa söyleyeceğim her şeyime terk edilişimle başlamıştım.

“Orhan baba bulmuş beni, o zamanlar burada yeni çalışmaya başlamış. Sarılı olduğum kundağın içinde de bir not bulmuş. ‘adını Çiçek koyun’ diye. Rahatlığa bak.” dedim ve sinirden olduğu bariz olacak bir şekilde güldüm. “Doğurup sokağa attığın çocuğuna isim koymakta fazla lüks.” diye söylendim. “Neyse.” dedim ve lafıma devam ettim. “Orhan babam ileri görüşlü bir insan olacak ki on sekizime geldiğimde isim değiştirmekle, mahkemeyle uğraşmayayım diye Çiçek ismin yanına Nazlı adını da yazdırmış.” dedim.

“Neyse gel zaman git zaman. Bir şekilde büyüyüp kafamızın bir şeylere bastığı vakit sorduğum ilk soru ‘anne baba nerede?’ imiş. Benim gibi bir sürü çocuğun annesi babası var benim yok. Saçmaydı yani çok saçmaydı. Ben de çocuktum onlarda çocuktu, ‘o zaman fark neydi?’ diye sordum kendime. Cevabı olmayan birçok sorunun fitilini böyle ateşliyor insan.” dedim.

Ateş’e baktığımda gözlerini üstümden ayırmadan beni dinliyordu. Belki de duyacaklarından korkuyordu ya da şu an bana üzülmekle meşguldü. Önüme dönüp anlatmaya devam ettim.

“Yaz aylarından nefret ederdim. Tabii bir de kışlardan. Yazın havalar çok sıcak olduğu için yurdun içinde durulmazdı. Mecbur bahçeye çıkmak zorunda kalırdın. Şu karşıdaki park var ya oraya çocuklarını getiren aileler olurdu. Onların sesini duymak istemezdim. Beni sallayacak bir annem ya da kaydıraktan düşmeyeyim diye beni tutacak bir babam yoktu çünkü. Özenirdim, kıskanırdım benim de olsun isterdim. Ama olmazdı.”

“Kışın da yurt çok soğuk olurdu. Isınabilmek için üç kat çorap falan giymek zorunda kalırdın. Sürekli hasta olursun, burnun hep akar hâlin olmadığı için saçını başını toplayamazsın ki zaten normal zamanlarda da toplayamazsın çünkü sana öğretecek bir annen yoktur.” dedim.

“İyileşebilmen için tavuk suyuna çorba içemezsin, çünkü o akşam ne varsa onu yemek zorundasın. Yemezsen aç kalırsın, aç kalırsan daha beter hasta olursun. Falan filan işte.” Aslında anlatacak daha çok şey vardı ama bunlar bile anlatırken yoruyordu insanı. Yaşamak zaten yeterince yormuştu, daha fazla anlatmaya ne gerek vardı.

Ayağa kalktığımda Ateş’te ayaklandı. Ona elimi uzattığımda hiç beklemeden tuttu elimi. İkimiz el ele yurdun arkasında kalan koca ağacın yanına gittik. Birkaç adımda vardığımız ağacın önünde durduğumuzda baştan aşağı ağaca baktım.

“Çocukken daha büyüktü.” dedim.

“Bu o ağaç mı?” diye sordu.

“Öyle.” dedim.

“Tepesinden inilmeyecek kadar varmış di mi?” diye sordum.

“Varmış.” dedi o da.

Ağacın dibindeki turunculu beyazlı kedi yattığı yerden kalkıp ayak ucuma geldi. Olduğu yerde gerinip üstüme tırmanmaya çalıştığında Ateş’in elini bırakıp Garfield’ı kucağıma aldım.

“Sen benim kokumu mu aldın sen hım?” dedim kucağımdaki kediyi severken. Garfield ise gözerini kısıp kısıp göğsüme sokuldu. Ben onu severken, “Senin işine yarayacak bir şey yok ben de beyefendi hiç sırnaşma istersen.” dedim.

Bu dediğimi anlamış olacak ki önce yattığı göğsümden doğruldu, sonra da kendini hızla yere attı. Ardından bu hızına tezat oldukça yavaş hareketlerle ağacın dibine geri gitti ve birkaç esnemenin ardından yattı.

“Adı ne?” diye sordu Ateş.

“Garfield.” dedim.

“Peki adının Garfield olmasının bir anlamı var mı?” diye sordu.

“Hareket etmekten nefret eder, yemek yemeye bayılır ve ilginç bir şekilde pazartesilerden nefret ediyor. O gerçekten bir Garfield.” dedim gülerek.

“Öyleymiş gerçektende.” dedi.

Aradan geçen ne uzun ne de kısa sayılabilecek sessizliğin ardından, sessizliği bozan taraf bendim.

“Yurttan ayrıldığım yaşa kadar hep bu ağacın tepesindeydim. Burada kimse olmazdı çünkü, beni kimse görmezdi. Ben de ne var ne yoksa bu ağaca anlatırdım.” dedim.

“Aramızda kalsın çok iyi sır tutar. Bu zamana kadar kimseye söylemedi.” dedim, ortamı yumuşatmak amaçlı ama ne ortam ne de konunun kendisi yumuşamaya pek müsait değildi.

“Neden seni buraya getirdiğime gelecek olursak eğer.” dedim ve ondan tarafa döndüm. Artık yüz yüzeydik.

“Burada insana aşkı, sevgiyi ya da insani olan hiçbir duyguyu öğretmezler. Bir avuç bir şey verirler sana ve ‘bununla yaşamayı öğren’ derler. Sen de yaşamaya çalışırsın. Benim hayatımda daha önce kimse olmadı. Kimseye karşı bir şeyler hissetmedim. Hatta çoğu zaman bu durum yüzünden bana ‘sen kadın mısın’ diye soranlar çok oldu. Bu soruyu ben bile kendime sormuştum.” dedim.

“Ama artık bir şeyler hissettiğim biri var. En ufak bir temasla alev alev yandığımı hissettiğim, nasıl olduğunu merak ettiğim, kıskandığım ve sürekli aklımda olan biri var ve o kişi sensin. Birbirimize karşı bir çekim hissettiğimizin farkındayım. Seni bunca zaman bekletmemin sebebi kendimden emin olmak istememdi. Çünkü bana kimse aşkla ilgili bir şey öğretmemişti. İnsan kendi kendine bir şeylerin farkına varmak zorunda olunca bazı şeyleri geç idrak ediyor.” dedim.

Her cümlemde gözleri parlıyor ve ela hareleri koyulaşıyordu. Kararan gözlerinden dediklerimin hoşuna gittiğini düşünüyordum ama bunu bizzat o söylemeden emin olamazdım.

“Senin için bir heves olmadığımı biliyorum. Ama tam olarak ne olduğumu da bilmiyorum. Benim insani duygularım zayıf. Bir şey ya vardır ya yoktur. Şimdi sana şunu diyorum, beni seviyorsan eğer bunu belli et. Bir sorun varsa açık açık söyle ve eğer bir kez beni sevdiysen ve hep seveceksen hayatıma gir. Beni çok sevdiğine inandığım birisi hayatımdan çıkarsa ne yapacağımı bilemiyorum çünkü.” dedim ve hız kesmeden lafıma devam ettim.

“Yani senden beni seviyorsan eğer sonsuza kadar beni sevmeni tüm sevgini bana vermeni istiyorum. Çünkü ben seni seviyorum. Eğer sevgin geçecek gibiyse tüm bu yaşananları hiç yaşanmamış var sayalım. Çünkü sevgin bitecek ve benden gideceksen ben bunu kaldıramayabilirim. Bir terk edilmeyi daha kaldıramayabilirim.” dememle bana sarılması bir oldu.

Kollarımın altından geçirdiği kollarıyla belimi öyle sıkı sarıyordu ki sanki bir şeyleri bana ispatlamak istiyordu. Sıkıca bana sarılırken ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Ben de kollarımı boynuna sararken boynumda hissettiğim nefesle derin soluklar aldığını fark ettim.

“Seni sevmeyi bırakmak nasıl mümkün olabilir ki?” diye sordu. “Sen benim aldığım her nefesteyken ben seni sevmekten nasıl vazgeçebilirim? Aklın alıyor mu bunu? Benim aklım almıyor.” dedi. Tüm bunları söylerken hâlâ bana sıkıca sarılıyordu.

Beni yere bıraktığında elleriyle yüzümü tuttu ve gözlerimin tam içine baktı. “Bu konularda ben de senin gibi acemiyim. Ben de daha önce hiç kimseyi sevmedim. Soruyordum kendime yanında da gönlünde de neden kimse yok diye.” dedi ve aynı şekilde gözlerime bakmaya devam etti.

“Meğer sahibi senmişsin. Yokluğunda bile öyle sahip çıkmışsın ki senin olana, kimse giremedi ait olduğun yere. Şimdi söyle, nasıl vazgeçer seni sevmekten bu gönül. Anahtarlar sen de, kilit sağlam. Sen içindeyken kimse giremez içeri. Sen de çıkamazsın geri. Anahtar sen de olsa bile, bu kalbim hep senin. Hepsi senin. Kaç odacık kaç yer varsa hepsi seninle dolu.” dedi.

“Ben seni severim. Hep severim her gün çok daha fazla severim. Eksiltmem, eskitmem. Çok güzel bakarım sana. Her gün aşkla. Ben senden yana razıyım, yanmaya da kül olmaya da.”

Ve beklenen gerçekleşti. Buğulu gördüğüm yüz artık netleşti, gözümden yanağıma düşen yaş yanaklarım boyunca ince bir yol çizdi.

“Seni seviyorum.” dedim ve boynuna kollarımı sardım.

“Seni çok seviyorum. Nazlı’m.. Yârim. Çok hem de.” dedi ve kollarını belime sardı. Boynumda hissettiğim nefes ve ıslaklıkla onunda ağladığını böylece anlamış oldum.

“Artık birbirimize aidiz. Kalbin kalbim, kalbim kalbin. İyi bakacağız bizim olana. En güzel yere koyacağız.” dediğinde hâlâ boynuyla omzu arasındaydı başım.

Başımı kaldırıp birbirimize sarılı hâldeyken yüz yüze geldik. Ben bir kolumu boynundan çözüp yüzündeki ıslaklığı silerken, o da kollarından birini belimden çözüp yüzümdeki ıslaklığı siliyordu.

“Öyle yapacağız.” dedim. “Seni içimde öyle bir yere koyacağım ki kimsecikler göremeyecek. Sadece sen bileceksin hatta hissedeceksin bendeki yerini. Ama bil diye söylüyorum. Bazen gösteremeyebilirim, en azından öğrenene kadar. O zamana kadar gözlerime bak. Gösteremesem bile gözlerimden anla. ‘Gözler kalbin aynası’ derler. Kalbim senin. Gözlerime bakarsan kendini göreceksin tamam mı?” diye sordum.

“Tamam Nazlı’m. Sen de gözlerime bak ama tamam mı? Gözümde de gönlümde de senden başkasına yer yok.” dedi.

Artık gözlerimizdeki yaşlar dinmiş yerini gülümsemekten kısılmasına bırakmıştı. Çok yakındık. Fazla yakın ve bu sevgili olduğumuz ilk yakın andı.

“Seni öpebilir miyim?” diye sordum. “Sevgiliyiz artık biliyorum ama yine-” derken sözümü kesen Ateş’in dolgun dudakları oldu. Öyle sakin ve öyle içten öpüyordu ki yumuşacıktı. Kısa sürede kendime gelip karşılık verdiğimde ilk öpüşmemiz derinleşti ve yumuşak başlayan saf öpücükler yerini tutkuya bıraktı. Son kez alt dudağımı emip bıraktı.

“Senin olan şeyler için izin almak zorunda değilsin.” dedi. Bu dediği hoşuma gittiği için tebessüm ederken, “O zaman senin de izin almana gerek yok.” dedim. Ateş’in dudaklarında derin bir tebessüm yer alırken boynuma kokulu ve sıcacık bir öpücük bıraktı ve ayaklarımın tekrar yerle buluşmasını sağladı.

Arka bahçeden çıkıp kalktığımız banka tekrar oturduk. Saniyeler önce oturduğumuz bu bankta ne olduğumuz belli değilken şimdi iki sevgili olarak oturuyorduk. Ben ona kendimi anlattım, o beni sabırla dinledi. Yurttan çıktığımızda karşıda kalan parkta salıncakta beni salladı. Kaydırırken düşmeyeyim diye elimden tuttu. Bugün ilk defa çocukluğumun bir yarası sarıldı. İçimdeki Çiçek, şen kahkahalar atarak bu günü dolu dolu yaşadı.

 

3774 kelime. Huh!

Hastaneye gitmeden önce sizi bölümsüz bırakmak istemedim. Artık Ateş ve Nazlı birlikteler. Bence güzel bir başlangıç oldu. Siz ne düşünüyorsunuz. Yazım yanlışları varsa af ola. Yorumlarda buluşalım. Hoşça kalınnnn :))

Loading...
0%