Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@okuyan_bir_insan

Bir insan kan pıhtısı olarak anne karnına düşer ilk önce. Daha sonra ömrü varsa eğer anne karnında büyür ve vakti geldiğinde doğardı. İnsanın hayat mücadelesi o zaman başlardı çoğu insana göre, ama benim için öyle değildi. Anne karnına düştüğün ilk an mücadelen başlardı.

Bazı şanslı çocuklar ise bu mücadelede ailesi tarafından destek alırdı. Ben ise aldığım kararı açıkladığımda bir adım atmıştım. Kendi hayatımın gerçeklerine, mücadelemin nasıl başladığına dair birçok şey öğrenecektim, tabii yaşanan bunca şey kötü bir şakadan ibaret değil ise.

Cafede söylediklerimden sonra herkes kararıma saygı duymuş ve yanımda olacaklarını da bizzat söylemişlerdi. Tabii öğrendiğim bazı şeyler de feci hâlde canımı sıkmıştı. Ateş’in tamirhanesinde yaşanılan olayı Yasemin’e anlattığımda benim ortalıktan kaybolduğum o zaman diliminde Yelda’nın, Çağdaş’la beni görüp fotoğrafımızı çektiğini, yakışıksız ithamlarda bulunduğunu ama buna kimsenin inanmadığını söylemişti. Bu kızı yolmak artık farz olmuştu.

Geçen bu bir hafta da alacağım karar etkilenmesin diye hiç kimse bir şey sormamış ya da bir şey söylememişti. Akın ve Çağatay’dan bile isteye Çağdaş ve ailesi hakkında buldukları şeyleri söylememelerini rica etmiştim. Çünkü bana kendisi hakkında yalan söylerse ben bildiğim şeyleri saklayamazdım.

Bir haftanın ardından bugün cafeyi açmıştım. Geçen bu bir haftanın ücretini de Kutay’a vermiştim.

“Abla bir hafta çalışmadım ben, bu parayı alamam.” dediğinde ona baktım. “Geçen bu bir hafta benim duygusal buhranlarım yüzünden çalışamadın. O yüzden bu para senin hakkın. Asıl sen bu parayı almazsan benim içim rahat etmez, tamam mı?”

“Teşekkür ederim abla. Mevzu ne bilmiyorum ama umarım her şey senin için iyi olur. Mutlu olmayı hak eden insanlardansın.” dediğinde, “Evren, duy bunları duy.” dedim.

Saatler ilerlerken benim gözüm ise kapıdaydı. Çağdaş’ı arayıp söylemeyi düşündüm ilk önce, fakat yüz yüze söylemek daha iyi olur gibi geldi sonradan. Duyduğuma göre her gün aynı saatte buraya geliyordu. Dükkânın kapalı olduğunu da görünce, geldiği gibi geri gidiyormuş. Kutay’ın hazırladığı siparişi servis ettikten sonra gözüm kapıya kaydı. Gelmişti, yüzünde şaşkınlıkla mutluluk karışımı duygular vardı.

Tam bana bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki durdu, hiçbir şey söylemeden her zaman oturduğu boş olan yere geçti. Neden böyle yaptığını düşünürken aklıma verdiği söz geldi. Hızlıca onun için tabak hazırladım. Çay bardağına da çayı doldurduktan sonra hazırladıklarımı tepsiye alarak onun masasına yöneldim. Tepsidekileri masaya bırakırken şaşkınca yüzüme baktığını gördüm göz ucuyla.

“Yesene,” dedim. “Dere otlu ve peynirli şeyleri seviyorsun. Bu tarif yeni, eğer aç değilsen tatlı koydum gerçi sever misin emin değilim. Seni tatlı yerken görmemiştim.” dememle yaşaran gözleriyle baktı öylece. Hiçbir şey söylemeden önüne ne koyduysam yedi. Bir ara boşalan çay bardağını tazeledim ve eski yerime oturdum. Yemek boyunca tek kelime etmemişti.

“Çok güzel olmuş, ellerine sağlık abla.” dedi ve durdu. “Sana abla diyebilir miyim? Ben öyle dedim ama rahatsız-” derken sözünü kestim. “Rahatsız olmam, bana istediğin şekilde hitap edebilirsin Çağdaş.” dememle parlayan gözlerine gülüşü de eşlik etti.

“Ben seni tanımak istiyorum ya da sizi. Kaç kişi olduğunuzu da bilmiyorum gerçi ama her şeyi anlayabilmem için bana en başından anlatır mısın? Sen beni nasıl öğrendin ve buldun?” diye sormamla derin bir nefes aldı.

“Söyleyeceklerimi tek başına duymak istediğine emin misin? İstersen arkadaşların varken de anlatabilirim. Benim için sıkıntı yok, yeter ki sen rahat ol.” dedikleri mantıklı gelince başımı salladım. “Tamam, o zaman senin de işin yoksa eğer kal burada dükkânı bir saat erken kapatırım. Murat’ın çay bahçesine geçeriz orada anlatırsın olur mu?” diye sorduğumda, “Olur abla.” demişti.

Bana sadece iki kere abla demesine rağmen ikisinde de içim bir tuhaf olmuş değişik duygular hissetmiştim. Yurttaki çocuklarında ablasıydım elbet ama kan bağım olduğunu söyleyen birisinin abla demesi tuhaf bir histi.

Çağdaş’ın yanından kalkıp işlerin başına koyulduğumda bir haftadır kapalı olan dükkânın acısı şimdi çıkıyordu. Kalabalıkla baş edemediğim sırada öylesine uğrayan Kadir’i salmamış, böylece bana yardımcı olmasını sağlamıştım.

Geçen saatlerin ardından kısa bir boşluk bulduğum anda Tolga’nın açtığı sohbet grubuna Murat’ın çay bahçesinde toplanmamız gerektiğine dair kısa bir yazı yazmıştım. Saat geldiğinde ise dükkânı kapatmış, şimdi ise Kadir, Çağdaş ve ben konuşacağımız yere gidiyorduk.

Çay bahçesine girdiğimizde herkes buradaydı. Hızlı bir merhabalaşma sonrası Çağdaş kendini tanıttı. Diğerleri de kendini tanıtınca masaya oturduk ve yapılan çay servisinin ardından Çağdaş anlatmaya başladı.

“Senin varlığını bir bir buçuk ay öncesine kadar bilmiyorduk.” dedi. Yanımda oturan Ateş sıkı sıkıya elimi tutuyordu. “Seni öğrenmeden iki gün önce babamı ve dedemi trafik kazasında kaybettik.”

Elim ayağım buz kesmişti. Ben şimdi hiç tanımadığım babamı ve dedemi kaybetmiş miydim?

“Ne düşündüğünü biliyorum ama babalarımız bir değil, biz anne tarafından kardeşiz.” dediğinde bir şok daha yaşamıştım. “En iyisi mektubu okuman, böyle anlatınca fazla karmaşık oluyor.”

Ceketinin iç cebinden çıkardığı mektubu bana uzattığında birkaç saniye mektup elinde kaldı. Derin bir nefes aldığımda Ateş, elimi destek olmak istercesine sıkmıştı. Boşta olan elimle Çağdaş’ın elindeki mektubu aldım. Ateş’in elini de bırakıp sakince mektubu açtım.

 

Sedef, canım arkadaşım…

 

Mektup böyle başlıyordu. “Sedef kim?” diye sordum mektuptan gözümü ayırmazken. “Annemiz.” demesiyle ona baktım. Yıllarca bu hayata beni kimin getirdiğini merak ederek büyümüştüm. Annemin babamım adının ne olduğunu, kime benzediğimi ve kim olduğumu…

Annemin adı Sedef’ti. Öğrendiğim bu gerçek boğazımdaki düğümlere bir yenisini daha ekledi. Mektuba devam ettiğimde okuyacaklarımdan korktum ama bunu bilmeye hakkım vardı.

 

Aldığım haberlere göre baban da, kocan olacak o adam da ölmüşler. Bunun için üzüldüğümü söyleyemeyeceğim. Yıllarca acı çekmene sebep olan, sevdiğin adamdan ve en önemlisi seni kızından ayıran o iki şerefsizden kurtulduğun için çok mutluyum arkadaşım. Sırf kızın yaşasın diye yıllarca kızına hasret kaldın Sedef. Sağ mı? Yoksa öldü mü? Diye özleminden soramadın bile, ben de sana söyleyemedim. Biliyordum çünkü yaşadığını söylersem dayanamaz gelirdin, kızını bir kez görseydin eğer ayrılamazdın ondan. Seni de o günahsızı da öldürürlerdi. Ben ne senin ne de o hiçbir suçu olmayan sabinin günahına giremezdim.

 

Okuduğum her satırda gözlerim doldukça doluyor hıçkırmamak için kendimi zor tutuyordum. Yazılanlar doğruysa eğer annem benim için benden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Ölen o insanlar benim varlığımı bilselerdi şayet hiç acımadan beni de annemi de öldüreceklermiş.

 

Kızın yaşıyor arkadaşım, yirmi dört yaşında gencecik bir kadın. Hem de aşçı biliyor musun? Gerçi artık ona da başka bir şey diyorlar şimdilerde. Dükkânı var ***’ da herkes çok beğeniyor yaptıklarını. El lezzeti seninkine benziyor. Artık kızından ayrı kalmak zorunda değilsin Sedef, yirmi dört yıllık hasret artık bitti arkadaşım. Çiçek’in adresini aşağıya yazıyorum. Git ve kızını gör.

Çağdaş, “Biz Karadenizli’yiz.” diyince bir şok daha yaşamıştım ve bir gerçeği daha öğrenmiştim. “Bundan yirmi dört yıl önce annemiz ve senin baban birbirlerine düşman ailelerin çocuklarıymış. Neden düşman olduklarını ise bilmiyorum.”

Çağdaş’ın her dediğiyle mümkünmüş gibi biraz daha şaşırıyordum. Şu an hayat hikâyemi kardeşimden dinliyor olmak başlı başına deli saçmasıydı ama durumda tam olarak buydu.

“Detayları bilmiyorum ama annem ve senin baban kaçmışlar. Birkaç ay sonra babanı tuzağa düşürmüşler ve zorla başka birisiyle evlendirmişler.”

Duyduklarımı aklım almıyordu, ben böyle şeyler duyacağımı tahmin bile etmemiştim. Ne yapacağım ya da nasıl bir tepki vereceğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

“Annem başka bir şey söylemedi bize, biz de bu kadarını biliyoruz.” dediğinde takıldığım yer biz olmuştu.

“Biz mi? Biz derken?” diye sorduğumda, “Onur, diğer kardeşin. Yani anne tarafından olan tabii. Yirmi yaşında ve senin yaptıklarına oldukça hayran.”

İki erkek kardeşim vardı ve bu anne tarafından olandı. Aklıma düşen şeyle kalakaldım. Benim bir de baba tarafım vardı. Çağdaş’ın anlattıklarında eksik parçalar vardı ve ben bu eksik parçaları tek bir kişiden öğrenebilirdim.

“Annenle görüşebilir miyim?”

 

********

 

Çay bahçesinde olan konuşmanın üstünden iki gün geçmişti. Şimdi ise Çağdaş’ın konum attığı evin biraz gerisinde Ateş’le beraber arabasında oturuyorduk.

“İstersen, seninle içeri gelebilirim.” dedi. Gelirdi biliyordum fakat bu benim kendi başıma yüzleşmem gereken bir konuydu.

“Kendim gitsem daha iyi olur. Bana bile anlatıp anlatmayacağını bilmiyorum.”

“Tamam,” dedi. “Sen nasıl istersen öyle olsun sevgilim. Ben buradayım, sen gelene kadar da hiçbir yere ayrılmıyorum. Bir şey olursa bir alo demen yeter.” dediğinde başımı sallayarak onaylamıştım. Sıkıca sarıldıktan sonra arabadan inmiş ve eve doğru adımlarımı sert bir biçimde atmıştım.

Kapının önünde duran korumalara, “Sedef Hanım beni bekliyor, adım Nazlı Çiçek. Geldiğimi söyler misiniz?” Çiçek ismimi kendi rızamla ilk defa söylüyordum. Şu an ki durumdan dolayı mı bilmiyordum ama tuhaf hissettirmişti.

İçeriden birisine kulaklığı sayesinde bir şey söylediğinde çok geçmeden koca dış kapı açılmış ve koruma, “Buyurun Çiçek Hanım.” diye bana yolu göstermişti. Kısa bir anlığına Ateş’in olduğu yere baktığımda arabanın kaputuna yaslanmış bir şekilde beni izliyordu. Her an tetikte bekliyordu. Ona gülümseyip içeri girdiğimde büyük bir bahçeyle karşılaştım.

Renk renk, çeşit çeşit çiçekler ekilmişti duvar diplerine. Bahçe oldukça bakımlıydı. Köşede yarısı görünen yarısı görünmeyen bir koltuk salıncaklarından vardı. Yavaş adımlarla evin çelik kapısına yaklaştığımda daha kapıyı çalamadan açıldı. Karşımda gördüğüm Çağdaş gülen gözlerle ve tüm yüzünü kaplayan gülümsemesiyle bana bakıyordu.

“Hoş geldin abla, gelsene.” diye içeri davet ettiğinde kapıdan geçerek hol denilen yere geldim. “Montunu alayım mı?”

Montun cebindeki telefonu çıkarıp arka cebime koydum. Montu çıkarıp verdiğimde sağda kalan dolaplı portmantoya astı.

“Sana sarıla bilir miyim?” diye sorduğunda sessiz bir evet cevabı verdim. Başımı salladığımda vakit kaybetmeden sıkıca sarıldı. Ben de ona onun kadar sıkı olmasa da karşılık verdim. “Günlerdir bunun hayalini kuruyorum. İnsanın ablası olması böyle bir duyguymuş meğer.” dedi daha sıkı sarılırken.

“Fırsatçısın ağabey ben de ablama sarılmak istiyorum.” diye yabancı bir ses duyduğumda o yöne doğru baktım. Çağdaş’a tezat saçları uzundu, gözleri ise mavi. Çağdaş kadar olmasa da boyu uzundu ve oldukça yapılı duruyordu.

Benden ayrılan Çağdaş yanıma geçti. Onur olduğunu düşündüğüm kişi ise tam karşıma. “Sen Onur musun?” diye sordum.

“Evet, ben Onur’um. Senin en yakışıklı olan kardeşinim.” dediğinde gülmemi tutamamıştım.

Çağdaş, “Hadi içeri geçelim abla yıllardır seni görmek isteyen biri var.” dedi ve sağımda Onur, solumda Çağdaş olacak şekilde salona girdik. Karşımda gördüğüm kadınla adımlarım kesildi. Bu kadın rüyamda gördüğüm kadındı ve o kadar çok benziyorduk ki, sanki yıllar sonraki halim karşımdaydı. Ben bunca zaman rüyamda karşımdaki kadını mı görmüştüm? Annemi mi? Ona baktığımda üstünde aynı renk kumaş pantolonu ve gömleğiyle, ensesinden yaptığı dağınık topuzuna rağmen oldukça hoş duruyordu.

“Sedef Hanım.” diye seslenmemle salonun içinde attığı voltalar durdu. Birkaç adım atıp ona yaklaştığımda başını hafifçe kaldırdı ve o an göz göze geldik. Gözleri Onur’a tezat daha koyu maviydi. ‘Gözlerimiz babamıza benziyor’ dedi derinlerdeki ses.

“Çiçek,” dedi ve mavi gözleri dalgalandı. “Kızım!!” dedi. Az olan mesafemizi o kapattı ve kollarını bana sıkıca sardı. Yirmi dört yaşındaki bir insan annesine ilk defa sarılır mıydı? Sarılırmış. Ben anneme ilk defa sarılıyordum. Kollarımı onun kadar sıkı olmasa da ben de onun bedenine sardığımda başımı göğsüne yasladı.

“Yavrum, mis kokulum.” dedi sesi titrerken. Bana sarılmaya devam ederken saçlarımı da okşamayı ihmal etmiyordu.

“Ayakta kaldınız, oturun hadi. Mesele uzun, ayakta konuşulacak mevzu değil.” diyen Çağdaş’la ondan tarafa döndük. Beni göğsünden ayırmadan hemen yanımızda kalan koltuğa oturduk.

Uzun uzun yüzümü izledi, yanaklarımı sevdi, saçlarımı okşadı. Avuç içlerimden defalarca öptü, tek tek parmaklarımı sevdi. O, yani Sedef Hanım; annem daha nasıl hitap edeceğimi bile bilmiyordum ona ama o tüm bunları yaparken ne yapma dedim ne de kendimi geri çektim. Yirmi dört yıl önce bıraktığı kızının, bırakmadan önceki halini severken sesimi çıkarmadım.

“Sen bu ellerle mi yaptın o kadar güzel yemekleri?” diye sordu. Çağdaş’ın torba torba aldığı yaptığım yemeklerin kimlerin yediğini böylece anladım.

“Evet.” dedim. Aslında soru bile değildi dediği ama kendimi cevap vermek zorundaymışım gibi hissettim. Buraya neden geldiğimi hatırlayarak, “O mektup,” diye soracaktım ki; “Sana her şeyi anlatacağım.” dedi.

“Ben de babanda Karadeniz’liyiz. Rize’ye bağlı Hemşin ilçesindeniz.” diye söze başladı. Nereli olduğumuz hakkında bu kadar detay vermesi tuhafıma kaçsa da takılmadım.

“Benim babamla babanın babası düşmanlardı. Onların düşmanlığı da babalarından geliyordu. Ama biz tüm bunlara rağmen birbirimizi sevdik.” dedi, gözyaşları içerisinde. Ellerimi bir an olsun bırakmıyor her seferinde daha güçlü tutuyordu.

“Bizim oralarda büyüğünün sözünden çıkamazsın, hele kaçmak öyle bir şey asla mümkün değil kaçarsan seni silerler. Ama biz birbirimize çok âşıktık. Kim bizi silmiş kim arkamızda kalmış önemli değildi. Babamın beni evlendireceğini öğrendiğimde kaçtık.” derin bir nefes alarak sözüne devam etti. Aldığı nefesler yetmiyor gibiydi. Çünkü benim aldığım nefesler bana yetmiyordu. Gerçekler ağır geliyordu.

“Üç ay sonra sana hamile kaldığımı öğrendim. Sen benim ilk yavrumsun, ilk göz ağrım.” dedi ve ellerinden biri yanaklarımdaki yaşları sildi. Ağladığımın farkında bile değildim. “Seni öğrendiğimde baban Rize’den kaçmak için adam arıyordu. İkimizin ailesi de tanınan insanlardı.” Böylelikle nasıl bu evde yaşadıklarını anlamıştım.

“Ama babanın izini bulmuşlar. Babanın babası yani deden haber salmış. Beni bulduklarını, eğer babasının yanına gitmezse beni vuracaklarını söyletmişler, babanda inanmış. Rize’den gitmek için adamla buluşacağı sırada onu kandırmışlar. Babasının yanına gittiğinde onu zorla başka bir kadınla evlendirmişler. Bana da bunların hepsini okuduğun mektubu yazan o zamanlar yanımızda çalışan Emine teyzenin kızı anlattı. Babanın senden hiç haberi olamadı.” dediğinde artık karşılıklı olarak hüngür hüngür ağlıyorduk.

“Sana hamile olduğumu bir tek Nazar biliyordu. En yakın arkadaşım, mektubu yazan kişi. O beni sakladı, doğum yapınca seni ona verdim. O da seni götürdü. Yaşa diye, bensiz de olsa yaşa diye senin ölmendense ben sensiz yaşamaya da diri diri toprağa gömülmeye de razıydım yavrum.” dedi ve beni kolları arasına aldı.

“İki ay sonra kendim eve döndüm. Kimse anlamadı doğum yaptığımı. Zaten ben de oraya ölmeye gitmiştim, sen yoksan benim ölüden farkım yoktu çünkü. Ama düşündüğüm gibi olmadı. Babamın beni evlendirmek istediği adam ölmeme engel oldu ve evlendik. O adamdan bana gelen sadece iki güzel şey var.” dedi ve tüm bu sohbetimizi dinleyen Çağdaş ve Onur’a baktı.

“Ben o adamla hiçbir zaman evlenmek istemedim ama bizim ne isteyip ne istemediğimiz kimsenin umurunda olmadı. Zaten baban da evlendirilmişti. Benim de başka yapacak bir şeyim yoktu. Ölsem de kabul etmem diyecekken seni düşündüm. Bir gün kavuşma ihtimalimizi, hayır diyemedim.” dediğinde bu sefer ben ona sıkıca sarıldım.

Şimdilerde kırk beş yaşında olduğunu Çağdaş’tan öğrenmiştim. O zamanlar daha yirmilerinde gencecik bir kadındı. Sevdiği için kaçmış ve sonucunda onları ayırmışlardı. O da yetmemiş bebeğinden de ayrı düşmüştü ve sırf ileride ya görürsem umuduyla hiç sevmediği bir adamla bir ömür paylaşmıştı. Hayat gerçekten acımasızdı.

“Ben,” dedim ve durdum. Yüzlerimiz oldukça yakındı. “Ben bunca zaman hep terk edildiğimi, istenmediğimi düşündüm. Bu anı defalarca kez kurdum kafamda, hesap soracaktım sana beni neden bıraktın diye ama şimdi sen bunca şey yaşamışken ben senden nasıl hesap soracağım ki. Ben senden nasıl hesap sorabilirim anne.” dedim ve hüngür hüngür ağlamaya devam ettim.

Yüzümdeki eli donmuş, elimi sıkan eli anlık gevşemişti. “Annem.” dedi ve tekrar kolları arasına aldı beni. “Keşke ayrılmasaydık annem ama zorundaydım. Eğer babam ve o adam seni bilseydi yaşatmazlardı. Özür dilerim annem, özür dilerim yavrum, kızım benim çok özür dilerim annecim.” Bir yandan sıkıca sarılıyor bir yandan da olduğumuz yerde sallanıyorduk.

Kollarının arasından çıktığımda, “Özür dileme anne. Sen özür dilenecek hiçbir şey yapmadın. Ben seni affettim. Tamam mı? Özür dileme.” dedim. Tekrar sarıldığımızda bu sefer gözüm Çağdaş ve Onur’a kaydı. Gözleri kızarık, yüzleri ağlamaktan kaynaklanan ıslaklıkla parlıyordu. “Siz neyi bekliyorsunuz orada sarılmak için? Davetiye mi? Gelsenize buraya.” dememle sarılışımıza onlar da katılmıştı.

Ağlamalı sarılmalı geçen sohbetimizin ardından arada Ateş’e mesaj yazıp her şeyin yolunda olduğunu söylüyordum. Yoksa evi basabilir ve ortalığı birbirine katabilirdi. Çocuklar bir ara ortadan kaybolduğunda bu anı fırsat bildim ve aklımı kemiren o soruyu sordum.

“Benim babamın adı ne?”

Çok tuhaftı. Son zamanlarda yaşadıklarım çok tuhaftı. Annemle yirmi dört yıl sonra tanışmış ve babamın adını soruyor olmam çok saçmaydı.

“Agah, Agah Arslanoğlu.”

Demek babamın adı buydu, Agah. Babamın da zorla evlendirildiğini söylemişti. Yıllar içerisinde onun da çocukları olmuştur muhakkak. Acaba benden haberi var mıydı? Sormadan bilemezdim.

“Onun, yani Agah Bey’in benden haberi var mı?” diye sordum.

“Var, Nazar her şeyi anlatan bir mektupta ona yazmış. Telefonda konuşurken söyledi.” dedi.

“Ne zamandır biliyor peki beni?”

“Bir ay olması lazım. Ne düşündüğünü biliyorum ama korkma. Baban her zaman merhametli biriydi. Bu hikâyede senin hiç suçun yok, o da bunun farkındadır. Gönlünü ferah tut olur mu kızım?” dediğinde başımı sallamakla yetindim.

Artık kalkmam gerektiğinde zor da olsa ayrılmıştık ama biliyordum ki bundan sonraki ayrılıklar geçiciydi. “Dükkâna da gelirsiniz, eve de Yasemin’le tanışınca çok seveceksiniz.” dedim ve oradan ayrıldım.

Ateş beni en son bıraktığım yerde bekliyordu. Ona doğru geldiğimi fark edince bana doğru geldi ve sıkıca bana sarıldı. Kollarımı boynuna dolarken, “Yoruldum.” dedim. Öğrendiğim gerçekler zihnimi de bedenimi de yormuştu.

Arabaya geçtiğimizde, “Saklasan ya beni göğsünde, olur mu?” diye sordum.

“Biraz sabredebilir misin güzelim, önce buradan gidelim.” dediğinde başımı salladım. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından deniz manzaralı bir tepede durduk. Arabanın motorunu kapattığında koltuğunu geri aldı. Ceketini de çıkardığında bacaklarının üstüne iki kere vurdu. “Gel bakalım sevgilim. Sen iste ömrümün sonuna kadar saklarım seni.” Kemerimi çıkartıp sırtım kapıya bakacak şekilde kucağına yan oturdum. İyice yer edindiğimde hemen kulağımın altında kalp atışları vardı. Karşımda ise deniz manzarası.

“Biliyor musun? Sen deniz gibi kokuyorsun. Önceleri bilmiyordum nasıl koktuğunu ama sonra anladım. Mis gibi deniz kokuyorsun, bu yüzden bir oğlumuz olursa adını Deniz koyacağım haberin olsun.” dediğimde başımın altındaki bedeni titredi.

“Deniz,” dedi. “Güzel isim. Ayrıca kokumun adını oğlumuza koyacak kadar bana âşık olduğunu bilmiyordum. Bunu öğrendiğim iyi oldu.” dedi.

“Sana da malzeme çıktı Ateş Bey hadi yine iyisin.”

Bu dediğim onu daha çok güldürürken bu sohbet böyle uzadı gitti. Konu en sonunda annemle ne konuştuğumuza geldi. Çoğunlukla ağlaya ağlaya bazen de sinirlenerek anlattım her şeyi.

“Ben her zaman senin yanındayım tamam mı? Her konu da her zaman.”

Biliyordum ve en önemlisi hissediyordum. Ayakta kalmamı sağlayan yegâne şeylerden biri de buydu. Başka konulardan bambaşka şeylerden konuştuk. Güneş batana kadar ne ben Ateş’in göğsünden başımı, ne de Ateş kollarını bedenimden ayırmadı.

 

******

 

Akşam olunca tepeden ayrıldık. Seyyar bir tavuk pilav standı görünce Ateş’e orda durmasını söyledim ve şu an açık ayran eşliğinde bir buçuk tavuk pilav yiyordum. Karşımdaki Ateş’e baktığımda şaşkınlık ve tuhaf bir sırıtmayla bana bakıyor, bir yandan da nefes almadan pilavını yiyordu.

“Niye öyle bakıyorsun?” diye sordum. “İki kaşık alıp, ‘aşkım ben doydum’ diyen kızlardan olmamı beklemiyordun İnşallah.” dediğimde kendini tutamayarak güldü. Ben ona tip bakışlar atmaya devam ederken ayranından büyük bir yudum aldı ve sakinleşmeyi bekledi.

“Yavrum ilk defa beraber yemek yemiyoruz. İştahı açık olan biri olduğunu zaten biliyordum ama pilavla bu kadar aşk yaşayacağını tahmin etmemiştim. Hız kesmeden yiyorsun, hoşuma gitmiyor değil ama yavaş ye boğazında kalacak.”

“Şimdi sen bana çok yiyorsun. Yarım dünya olacaksın mı demek istiyorsun? Ne demek istiyorsun sen?” diye sorduğumda sırıtan ifadesi anında sönmüş, gözlerini birkaç defa kırpıştırmış ve ağzını bir şeyler söylemek için açıp kapamış ama ne söyleyeceğini bilememişti.

Yüzümdeki ifadeyi oldukça sert tutmaya çalışsam da içimden kahkahalar atıyordum. Bu şekilde panik olması çok hoşuma gitmişti.

“Aşkım, öyle şey olur mu hiç kurban olduğum? Sen fıstık gibisin ne demek yarım dünya falan?”

“Ha yarım dünya değilim ama olsam beni sevmeyeceksin artık öyle mi?” diye sorduğumda ağzının içinden bir şeyler mırıldandı. En son kendimi tutamayıp güldüğümde ise bana öylece şaşkın şaşkın bakıyordu.

“Ay bir dakika şimdi gülmekten altıma işeyeceğim.” dedim ve karnımı tutarak iki büklüm bir şekilde güldüm. Jetonu geç düşen sevgilim, “Numaraydı, bu tripler falan doğru mu anlıyorum şu an?” diye sordu.

“Şaka şaka, gül diye.” diyip tekrar kahkaha attığımda olduğu yerden ayaklandı. Ben de ayaklandığımda bana doğru bir adım attı. Ben de bir adım geri attım. Bu hareket birkaç defa tekrarlanınca beni kovalamaya başladı.

“Gel kız buraya, göstereceğim ben sana şimdi şaka yapmayı.” derken bir yandan da beni kovalıyordu. Birden belimde hissettiğim kollarla beni sıkıca tutup birkaç saniyeliğine havaya kaldırdı.

Yanağımda hissettiğim öpücükle, “Ama ağzın yağlı aşkım ya.” diye sitem ettim.

“Aşkın kurban olsun sana.” dedi daha sıkı sarılırken. O an ne etraftaki insanlar umurumuzdaydı ne de başka bir şey.

Yemeğimizi sonunda bitirip kalktığımızda telefonuma baktım. Bugün neler olduğunu herkes merak ediyordu. Tam yarın benim Kafede konuşalım diye gruba mesaj atacakken, grupta 987 mesaj bildirimi görünce, “Oha.” dedim.

“Ne oldu.” diye soran Ateş’e, “Grupta 987 mesaj var.” dedim. “Seni çok merak ettiler. Ben gerekli bilgilendirmeyi yaptım ama senden duymadıkça içleri rahat etmeyecek.”

Onaylar şekilde başımı salladım ve mesajlara hızlıca bir göz gezdirdiğimde genelde benim hakkımdaydı. Ben de yarın sabah herkesi mevzuyu anlatmak için kafeye gelmeleri için davet ettim. kısa sürede eve geldiğimizde vedalaşarak evlere dağıldık.

Eve girdiğimde Yasemin beni ayakta bekliyordu. “Neden ayakta dikiliyorsun Yaso, otursana.” diyip salona girdim. Kolumdan çekiştirip kendiyle beraber beni de oturtturunca, “Nasıl geçti?” diye sordu. “Gözlerin şişmiş, ağlamışsın. Lütfen bana güzel geçtiğini söyle.”

Kendime doğru çekip sıkıca sarıldım. “Yarın herkesle beraberken her detayına kadar anlatacağım Yaso ama şunu bil,” dedim ve gözlerinin içine baktım. “Ben hep terk edildiğimi, vazgeçilen kişi olduğumu düşündüm ama durum çok başkaymış. Sandığımdan çok daha karmaşık ama şunu biliyorum ki, bu saatten sonra hiçbir şey eskisiyle aynı olmayacak.”

“Beraber uyuyalım mı, eski günlerdeki gibi?” diye sorduğunda, “Uyuyalım.” dedim. Yarım saatte işlerimi halledip benim odamda koyun koyuna tıpkı eski günlerdeki gibi uyuya kaldık.

 

*********

 

Agah Arslanoğlu, yaklaşık bir buçuk ay önce bilinmeyen birinden mektup gelmiş ve bir kızı olduğunun haberini almıştı. Başta bu mektuba inanmasa da, daha sonra peşine düşmüş ve gerçekleri öğrenmişti. Yirmi dört yıl önce ilk aşkından bir kızı vardı. O zamanlar yaşının küçük olmasından dolayı kimseye söz geçirememiş ve sevdiğinden ayrı düşmüştü.

Yıllar içerisinde hem kendisi, hem de adını bir daha anmamaya tövbe ettiği ilk kalp yarası ayrı ayrı hayatlar kurmuştu. Kader onları bir yazmamıştı. Şimdi bir arabanın içerisinden taş çatlasa elli metre ötesindeki kızına bakıyordu. Kızı mutlu bir şekilde karşısındaki adamla yemek yiyordu. Onun bu hâli hoşuna gitse de yıllar sonra varlığını bildiği kızını bir adamla paylaşmak istemiyor ama bunu istememeye de hakkının olmadığını biliyordu.

“Neler öğrendiniz, anlatın?” diye sordu adamlarına.

“Nazlı Çiçek Demir, 19.04.2000 doğumlu. On sekiz yaşına kadar yetimhane de, on sekiz yaşından sonra devlet yurdunda kalmış. Gastronomi okumuş ve yetimhanede beraber büyüdüğü Yasemin Kılıç’la aynı evde yaşamakta. Karşısındaki adam, Ateş Gündoğdu ise sevgilisi olarak biliniyor. Çocukta bir yamuk yok ağabey, temiz aile çocuğu kendine ait bir araba tamir dükkânı var. Annesi ev hanımı babası emekli asker, bir de üniversiteye giden kardeşi var.” dedi ve anlatmaya devam etti.

“Nazlı’da arkadaşı Yasemin’de mahalleli tarafından sevilen biri. Zaten Nazlı’nın şu an işlettiği dükkânın sahipleri Ateş’in ailesi.”

“Başka bir şey var mı?” diye sordu Agah Bey. Kızıyla ilgili her şeyi bilmek istiyor, karşısına çıktığında pot kırmamak istiyordu.

“Üniversite zamanlarında Akın ve Çağatay diye birileriyle tanışmışlar ve arkadaş olmuşlar. Bir de efendim, annesiyle ve kardeşleriyle tanışmış.” dediğinde bir şey söylemedi. Eğer annesini öğrendiyse kendisini bilmesine de az bir zaman kalmıştı.

“Baba, ablamızla ne zaman tanışacağız?” diye sordu Tahir. En büyük kardeşin kendisi olduğunu biliyordu ta ki mektup gelene kadar.

“Yarın,” dedi Agah Bey. “Yarın ben kızımla, siz de ablanızla tanışacaksınız.”

 

Bir bölümün daha sonuna geldik. Umarım beğenmişsinizdir. Oy vermeyi ve yorum yazmayı unutmayın. Şimdi neden Nazlı'nın anne ve babası ayrı düştü diye soracak olan arkadaşlar olacaktır. Ne yazık ki her hikaye mutlu sonla bitmez. Yazım yanlışı var ise of ola. Kendinie iyi bakın. Hoşça kalın. :))

Loading...
0%