@okuyan_bir_insan
|
Çokta kısa bir süre sayılmayan zaman diliminde havaalanına vardığımızda son kontroller yapıldıktan sonra nihayet uçağa binmek için gidiyorduk. Uçak kazaları videolarına merak salmış ve her boş vaktinde o videoları izleyen biri olarak şu an aklıma hiç olmayacak şeyler geliyordu. En sonunda bindiğimiz uçakta yanımda babam vardı. Babamın yanında koridor ve daha sonra tekrar ikili koltuk ve yine koridordan sonra son ikili koltuk bulunuyordu. Ne yazık ki burada Ateş’le ayrı düşmüştük ve babamın bunu kasıtlı yaptığına emindim. “Ateş’le yan yana oturamamamızın seninle bir bağlantısı olabilir mi?” diye sorduğumda, “Olabilir.” dedi. Ona bakmaya devam ederken net bir cevap almadan durmayacağımı anlamış olacak ki, “Ben babayım bence şu an bizimle geldiği için ne kadar şanslı olduğunu bilse yeter. Şansını fazla zorlamasın.” dedi. “Sizdeki bu kıskançlık baya klinik vakalık biliyorsun değil mi?” diye sorduğumda cevabı çok netti. “Ben babayım.” Bu lafının üstüne söyleyecek bir şey bulamadığımda bu durumu kabullendim ve çantamdaki müzik çaları çıkarıp kulaklıklarımı takarak müzik dinlemeye başladım. Neredeyse iki saat sürecek olan bu yolculukta çok şey düşünmeye fırsatım vardı. Ne yazık ki bu düşüncelerde pek iç açıcı değildi. Doğduğum memleketimde büyümeme izin vermemişlerdi. Beni ait olduğum topraklardan koparmış, yirmi dört yıllık hayatımda söylenen yalanlar ve karartılan hayatlar yüzünden ilk defa kendi şehrime gidiyordum. Biraz uyuklayarak, biraz müzik dinleyerek ve çokça sohbet ederek geçen bu iki saatte nihayet Rize’ye varmıştık, varmıştık ama yolculuk burada bitmemişti. Daha önce bir başka Karadeniz’li arkadaşımdan öğrendiğime göre mezarlıklar evlerinin yakınlarında bulunuyordu. Ben ise birileriyle tanışmadan önce bazı yüzleşmeler yapmak istiyordum. Annemle babamın eskiden aynı ilçede yaşadıklarını biliyordum. Bu yüzden Rize’den Hemşin’e geçmeden önce babama, “Sizinkilerle tanışmadan önce gitmek istediğim bir yer var. Gerçi benim gitmek istediğim yerle asıl gideceğimiz yerin aynı yer olduğunu düşünüyorum.” dedim. O sırada ise bizi almaları için babamın önceden ayarladığı araba gelmişti. “Nereye gitmek istiyorsun kızım?” diye soran babama cevabım netti.
**********
‘Her Canlı Ölümü Tadacaktır.’ Şu an önünde bulunduğum kapının önünde tam olarak bu yazıyordu. Evet, babamdan beni annemin babasının mezarının oluğu yere götürmesini istemiştim. Hiç görmediğim ve bilse bile benden nefret edecek olan dedemi arkamda bırakabilmek için bugün onu ilk ve son kez hayatıma dâhil edecek, buradan çıktıktan sonra bir daha onu anmayacaktım. Mezarlığın kapısından girdiğimde çarpılmamak için sağ tarafta bulunan çeşmede abdest aldım. Cemre’den aldığım şalı da abdest aldıktan sonra başıma gelişi güzel sarmıştım. Hemen köşede duran boş ibriği de görünce yarısından fazla su doldurdum ve babamın tarif ettiği kadarıyla mezarı bulmaya çalıştım. Benimle kimsenin gelmesini istememiştim. Bu yalnız yaşanması gereken bir yüzleşmeydi. İki dakika gibi bir zamanda mezarlığı buldum. ‘Cavit Yılmaz’ “Merhaba Cavit Bey, siz şimdi beni tanımazsınız. Ben kendimi tanıtayım, Nazlı Çiçek Demir. Yani kısacası sizin torununuz oluyorum.” dedim sanki kanlı canlı karşımdaymış gibi. Mezarının üstündeki otları yoldum, ağaçlardan düşen kozalakları attım. Elimdeki su dolu olan ibriği mezara döktüm. “Kimin kızı olduğumu söylememe gerek var mı? Belki de yok ama ben yine de söyleyeyim, malum siz beni duysanız bile sizin sesiniz bana gelmiyor. Ben yıllar önce ayırdığınız kızınız ve Agah Arslanoğlu’nun kızıyım.” ve derin bir sessizlik. “Senin yüzünden yıllarca annemden babamdan ayrı kaldım. Senin yüzünden annesiz babasız büyüdüm. Bu insanlar sen ve senin gibiler yüzünden bambaşka hayatlar yaşamak zorunda kaldı. Umarım Rabbim oralarda belanı veriyordur, çünkü benim tek isteğim şu an bu.” dedim ve ibrikteki su bitti. “Ne kazandın şimdi, eline ne geçti. Sen toprak oldun, annem senin yüzünden hiç istemediği bir hayat yaşadı. Ne geçti eline sen böyle yapınca; kaç kişinin ahı var üzerinde Cavit Yılmaz, kaç kişinin kanına girdin. Hakkım var mı bilmem ama varsa bile zehir zıkkım olsun sana öte dünya da da iki elim yakanda. Az önce abdest aldım ya, sakın sana dua okuyacağımı falan sanma. Sırf senin yüzünden çarpılmayayım diye aldım o abdesti, seninle bir alakası yok yani.” dedim ve oradan ayrılmadan önce son kez, “Umarım orada cayır cayır yanıyorsundur dedeciğim. Artık bir sonraki yüzleşme ahrette olur.” dedim ve mezarlıktan ayrıldım. Arabaya bindiğimde, “Hadi gidelim.” dedim. Babam ve Ateş aynı anda, “Sen iyi misin?” diye sorunca bu hâlleri tebessüm etmeme sebep oldu. “İyiyim, sadece yapmam gerekiyordu ve yaptım. Artık hiçbir şekilde hayatıma dâhil olmaması için yüzleşmeliydim.” dedim. Bu lafımın üstüne bir şey demediler. Yaklaşık yarım saat süren yolculuk, kocaman bir taş konak evinde son buldu. Arabadan önce babam, sonra Tahir, ikizler ve ben indim. Benim arkamdan da diğerleri indiğinde karşımdaki topluluk göz ürküten cinstendi. “Hoş geldiniz beyim.” dedi yabancı bir adam. “Yol yorgunusunuzdur, geçin içeri. Çocuklar eşyaları getirirler.” dediğinde her ne kadar öyle şey olmaz desek de içeri çoktan giriş yapmıştık. Taş konağın bahçesi oldukça büyüktü ve herkes olduğunu düşündüğüm kalabalık buradaydı. “Artık tanışma vakti geldi.” dedi babam ve kalabalığa yaklaştık. Karşımda birbirine benzeyen üç adam vardı. “En büyük amcan, Mehmet Ali.” diye karşımdaki adamı tanıttı. Bana tebessümle bakan adamın uzattığı elini öptüm. “Hoş geldin yeğenim.” dedi ve kenara çekildi. “İkinci amcan, Salih.” diye diğerini tanıttığında o da Mehmet Ali amca gibi gülümsüyordu. “Hoş geldin, sonunda olman gereken yerdesin ha.” dedi ve elini öpmeme izin vermeden elimi sıktı ve omzumu pat patladı. “O kadar yaşlı değilim.” dedi ve ağabeysinin yanına geçti. “Ve son amcan, Ömer.” diğerlerinin aksine yüzünde bir tebessüm yoktu ama herhangi bir öfke ya da memnuniyetsizlikte görmemiştim. “Merhaba,” dedi ve elini uzattı. “Sen gelmeden önce haberin geldi. Fotoğraflarda olduğu kadar varmışsın, ikisine de benziyorsun.” dedi ve diğerlerinin yanına gitti. Bu dediğini anlamdırmaya çalışmadım. Ne dediğini anlayabiliyordum ama şu an ki ortamı bozmak istemiyordum. Bu sefer karşımda genç bir topluluk vardı. Babam tam bu genç kalabalığı da tanıtacakken içlerinden biri, “Dur emice, biz kendimizi tanıtırız.”dedi ve oldukça hevesli duran bu kişi karşıma geçti. “Emicemin kızı, ben Kemal. Duyduğuma göre aynı yaştaymışız. Hoş geldin, sefa verdin. Valla burada kafa dengi birini bulmak çok zor bili-” derken ensesine yediği şamarla susmak zorunda kalmıştı. Biri tarafından geriye çekildiğinde, az önce ensesine vuran kişi karşıma geçti ve tanışmak için elini uzattı. “Ben Ahmet, ha bu faydasızın ağabeysi ve en büyük amcanın oğluyum. Ayrıca bu ailenin en büyük torunu benim. Yani seninde bir yerde ağabeyin oluyorum.” dedi ve çapkınca göz kırpıp gitti. Nasıl başarıyorlar bu göz kırpma işini? Karşıma genç bir kız geldiğinde, “Ben de Nehir, az önce tanıştığın iki kazuletin kardeşiyim. Memnun oldum.” dedi ve babasının yanına gitti. Sırayla diğer kuzenlerle de tanıştım. Mehmet Ali amca ailenin ilk çocuğuymuş, bu yüzden Ahmet benden büyükmüş. Sonra sırada babam, Salih amca ve en sonda da Ömer amca vardı. Salih amcanın iki oğlu varmış. İsmail ve Yusuf; büyük olan İsmail yirmi bir, diğeri ise daha yeni on sekiz olmuş. Ömer amcanın da iki oğlu varmış. Bu aile üyelerinin en küçüğü onun çocuklarıymış. Hasan ve Haşim; Hasan on beş, Haşim on üç yaşındaymış. Öğrendiğime göre de son torun babamın babası yani dedemle adaşmış. Ahmet, “Bu arkandaki ekip kim peki?” diye sorduğunda tanıtma sırası bendeydi. “Tanıştırayım,” dedim. “Akın ve Çağatay.” dediğimde ellerini kaldırmışlardı. “Üniversiteden arkadaşlarım. Aynı zamanda manevi ağabeylerim. Bu günümde beni yalnız bırakmak istemedikleri için bana eşlik ettiler hepsi sağ olsunlar.” dedim ve sıradaki ikiliyi gösterdim. “Kadir ve Tolga, mahalleden arkadaşlarım. Kadir’ de benim için en az Akın ve Çağatay gibi ağabeyimdir.” dedim. “Son olarak Ateş,” dediğimde Ateş’ten yanıma gelmesini istedim. “Benim sevgilim.” dediğimde herkes şaşkınlık ve hayretle bana bakıyordu. “Sanırım buralarda böyle söylemek pek hoş karşılanmıyor ama temiz bir başlangıç yapmak istedim. Bu kadro da eksik olanlar da var tabii ama şimdilik bu kadar.” dedim. “Neyin neyin?” diye sordu Ahmet. “Sevgilim.” dedim. Herkes kızarıp bozarırken bir anda bir ses duyuldu, “Bu kızın burada ne işi var!?” diye, elinde yürümek için destek aldığı bastonuyla karşıma yabancı bir adam dikildi. İçimden bir ses yabancı olmadığını söylüyordu. İçimdeki bu sesin doğruluğunu babamın, ‘baba’ demesiyle doğrulanmıştı. “Sana bu kızın burada ne işi var diye sordum?!” dedi bir kez daha. Ben ona, o benimle babam arasında gözlerini dikmiş bakıyordu. “Ne oldu? Rahatsız mı oldunuz?” diye sordum. “Memleketime gelirken sizden izin mi almalıydım Haşim Bey?” Herkes susmuş ve bizi izliyordu. Burada istenmeyeceğimi elbette biliyordum, benim buraya gelmekteki amacım ise kimler benimle iyi kimler benimle kötü olacak onu görmekti. “Burada kızgın olması gereken biri varsa o da benim!” dedim gür ve kendimden emin bir şekilde. “Yıllar sonra bulduğum babamla, yirmi dört yıl önce doğduğum memleketime gelmek istemem gayet doğal değil mi?” dedim. “Sen benim hiçbir şeyim değilsin!” dedi, söyleyecek bir şey bulamadığı için. “Bak ortak bir payda da buluşuyoruz işte, siz de benim hiçbir şeyim değilsiniz. Yıllar önce annem ve babamın ayrılmasına sebep olan, anasız babasız büyümeme neden olan bir insan benim de hiçbir şeyim olamaz.” dedim. Bunları söylerken bir an olsun sesim titrememiş ya da göz temasını kaçırmamıştım. Bizim bu soğuk savaşımız devam ederken, “Baba,” diyen bir kadın bu bakışmamızın bölünmesine neden oldu. Sesin geldiği yere baktığımda kadını hemen tanımıştım. Bu o kadındı; kardeşlerimin annesi, babamın karısı, benim üvey annem. “Yoldan geldiniz, acıkmışsınızdır. Sofra hazır, buyurun geçin.” dediğinde tekrar Haşim Beyin sesi duyuldu. “Gülendam! Sen bir de o soysuzun torununa hizmet mi edeceksin!? Kendine gel!” diye bağırdı. “Bence bana soysuz derken iki kere düşünün Haşim Efendi. Sonuçta ben sadece toprak olmuş adamın torunu değilim öyle değil mi?” dediğimde kızarıp bozaran yüzüyle onu sinir ettiğimi anlamıştım. “Ben soysuz dediğin adamın torununa değil, evlatlarımın ablasına ve misafirlerimize hizmet edeceğim baba.” diyen kadınla herkes tekrardan susmuştu. Önden amcalar ve çocukları geçerken arkada biz kalmıştık. Tahir, Emre ve Cemre annelerinin yanına geçerken babama, “Burada kalmayacağız değil mi?” diye sordum. “İstenmediğim evde kalmak istemiyorum.” “Tabii ki kalmayacağız kızım, amcanlar ve kuzenlerin burada olduğu için topluca tanıştırayım diye geldik buraya. Yemek yedikten sonra evimize geçeriz.” dedi ve “Hadi herkes içeriye.” dedikten sonra bahçeden içeriye geçtik. İçeri girdiğimizde geniş bir avluyla karşılaştık avlunun ortasında geniş bir yemek masası ve masada envai çeşit yemek vardı. Bir an bunlar nasıl bitecek diye düşünsem de kalabalığı hatırlayarak bu düşünceyi başımdan def etmiştim. “Uuu ha bu kiz ne güzel kizdur, maşallah maşallah.” diyen biri önümü kesti ve elini uzattı. Kadının uzattığı elini öptüğüm an beni kendine çekip sıkıca sarıldı. “Pardon ama siz kimsiniz?” diye sordum. Sarılma işimiz bittiğinde nefes nefese kalmıştım. Ne güç vardı kadında maşallah. “Ben Yadigâr, ha bu uşakların anasıyım.” dedi eliyle Ahmet’lerin olduğu yeri göstererek. Böylelikle ilk yengeyle tanışmış oldum. Sırasıyla diğer yengelerle de tanışmıştım. En az Yadigâr yenge gibi diğerleri de sıcak yaklaşmıştı. Salih amcanın eşinin adı Nazenin, Ömer amcanın eşinin adı da Meryem’miş. Masaya geçtiğimizde ben de bizimkileri tanıştırmıştım. Kısa sürede herkes anlaşmış ve sohbetler eşliğinde yemek yiyorduk. Masanın ucuna gözüm kaydığında, Haşim’le göz göze geldik. Birden masadan ani bir şekilde kalkıp öksürmesiyle kimse daha ne olduğunu anlayamamıştı. İç güdüsel bir şekilde yanına gittiğimde nefes alamadığını fark ettim. Arkasına geçip heimlich manevrası yaptım. İki kere de boğazına takılan parça çıktığında derin bir nefes aldım. Annesiyle babası hemen Haşim’in yanına geldiklerinde iyi olup olmadığına baktılar. Ben de baktığımda daha iyi olduğunu ama korkmuş olduğunu fark ettim. “İyisin iyisin bir şeyin yok.” dedim ve bu sefer ben göz kırptım. Ömer amca ve Meryem yenge de teşekkür ettikten sonra sohbetli yemeğimiz kaldığı yerden devam etti. Biten yemeğin ardından hemen çay koyulmuş, şimdi ise topluca avluda oturuyorduk. “Ee siz şimdi sevdalu musunuz?” diye bir soru, Yadigâr yengeden gelmişti. “Öyleyiz yenge.” dedim. “Ne zamandur sevdalusunuz?” diye başka bir soru sorduğunda, “O işi ben de anlamadım, bir anda oluverdi.” dememle gülmeye başlamışlardı. “Ee gız başka nasi olacakti. Anlamadan olur ha bu işler.” dedi. Bir yandan onları dinliyorken bir yandan da Gülendam Hanımla konuşmak için fırsat kolluyordum. İçeriye gittiğinde bu durumu fırsat bilip arkasından ben de içeri girdim. “Gülendam Hanım, eğer siz de isterseniz konuşabilir miyiz?” diye sordum. Arkasını bana dönmeden derin bir nefes aldı ve “Konuşalım.” dedi. Mutfağın masasındaki sandalyelere karşılıklı oturduğumuzda, konuşmak isteyen taraf ben olduğum için konuyu da benim açmam gerekiyordu. “Benden rahatsız oluyor musunuz?” diye bodoslama bir giriş yaptım. “Neden senden rahatsız olayım?” diye soruma soruyla karşılık verdi. “Kocanızın sizden önceki bir ilişkisinden dünyaya gelen bir kızım ben. Belki beni görmekten rahat-” derken lafımı böldü. “Annenden doğmayı sen mi seçtin? Babanın kızı olmak senin elinde miydi de ben senden rahatsız olayım? Senin hakkın değil mi doğduğun topraklarda babanın, kardeşlerinin yanında olmak?” dediğinde bir şey diyememiştim. “Neyden ne kadar haberin var bilmiyorum ama ben annenle babanın arasını boz-” derken bu sefer lafı bölünen o, bölen kişi ise bendim. “Ben bilmem gereken her şeyi biliyorum. Babamı tehdit ettiklerini, alel acele babasının karşısına çıktığında sizinle evlendirdiklerini.” dediğimde, “Biliyorsun, biliyorsun da tek taraflı biliyorsun.” dedi. “Babanla annenin sevdasını herkes bilirdi buralarda, ben de bilirdim elbet. Ben babana sevdalı olarak evlenmedim kizum.” Ne zaman yere eğdiğimi fark etmediğim başımı kaldırdım ve Gülendam Hanımla göz göze geldim. “Baban da bana sevdalı değildi. Biz, babalarımızın verdiği söze kurban gitmiş iki insandık sadece.” dediğinde yaşaran gözlerime aldırmadan “Nasıl?” diye sordum. “Ben de baban da daha doğmadan önce babalarımız birbirlerine söz vermiş, eğer birimizin kızı birimizin oğlu olursa onları evlendiririz demiş. Tabii kimsenin aklına düşman ailelerinin çocuklarının birbirlerine sevdalı olacağı gelmezdi.” Tutamadığım bir damla gözyaşı yanağım boyunca aktı gitti. “Babanla evlendik ama bu gerçek bir evlilik değildi ilk zamanlar. Buraları bilmezsin, evlendiğin sene hamile kalmazsan kısır derler hemen ardından, olmadık şeyler derler.” dediğinde bir kez daha üzüldüm. Zordu, kadın olmak. Kendi ülken dâhil, dünyanın neresinde olursan ol kadın olmak zordu. “Dost gibiydik biz Agah Bey’le, aynı evi paylaşan iki dost. Sonra dedikodular aldı başını yürüdü, o ara annenin de evlendiği haberi geldi. Alıştık birbirimize, bizimkisi aşkta değildi sevda da. Belki alışkanlık, belki de yoldaşlık. Baban esaslı adam ama o imzalar atıldığı an bir kez olsun anmadı annenin adını. Ne bana ne de zorla da olsa kıyılan nikâha saygısızlık etmedi. Etmedi ama ben bilirim, aklı da kalbi de hâlâ ondadır ama bu kadar yılda da girdi benim kalbime. Üç evlat verdi bana, o kadar yıl. Bir kez olsun kırmadı kalbimi. Ben de sonradan sevdim Agah Bey’i. Şimdi çıkıp gitse annene bir şey diyemem. Canı sağ olsun der geçerim.” Bir kadın için ne ağır kelimelerdi bunlar. Kaç yıllık kocası, evlatlarının babası olan adam başkasına sevdalı sen ona. İki tarafta birbirini sevmemiş başlarda ama kadının kalbi, adamın alçak gönüllülüğüne yenilmiş. “Ben böyle bir şey yaşanmasını istemem. Sizleri öğrendikten sonra bunların yaşanmasından korktum. Buraya gelmeye cesaret edemedim, karşınıza çıkacağım zaman ne diyeceğimi şaşırdım. Ama şunu biliyorum ki, babamı tanıdığım şu kısa zamanda bu son dediğinizi yapmaz. Yuvasını ailesini yıkmaz ki ben de böyle bir şey olsun istemem.” dedim. “Ne olacağını ancak Yaradan bilir ama şunu bil ki seni öğrendiğim andan beri evlatlarımdan farkın yok gözümde. Sen bunu bil yeter olur mu?” Akmakta olan son gözyaşlarımı da silip, “Olur,” dedim. “Teşekkür ederim.”
***********
Çaylar içilmiş, sohbetler edilmiş ve gençler olarak şu an evin arkasındaki bahçede, kütüklere sırasıyla dizilmiş boş şişelerle bakışıyordum. Bu sahne bana bir yerden oldukça tanıdık geliyordu. “Neden buradayız şu an biz?” diye yarım saattir aklımda dolanan soruyu Tolga sormuştu. Ona hak vererek, “Evet Arslanoğlu fertleri neden buradayız biz?” diye destek çıktım Tolga’ya. “Ne kadar Karadeniz’lisin onu test etmeye geldik kuzen.” diyen Ahmet; bir elinde tabanca, diğer elinde de koluna astığı çiftelinin kayışını tutarak geliyordu. “Atış mı yaptıracaksın sen bize, yoksa ben mi şu an yanlış anlıyorum?” diye sordum. Durum her ne kadar bariz olsa da şu an olabildiğince anlamamazlıktan geliyordum. “Aynen ondan yapacağız, ne o yoksa korkaymisun?” Bir numaralı gaza getirme yöntemi buydu. Eğer atış yapmayı bilmiyor olsaydım yine de gaza gelmezdim ama bu ortamı bozmamak için ve surat ifadelerini görmek istediğimden, “Kim? Ben mi korkuyorum?” diye sordum ve Ateş’e göz kırptım. O da mesajı aldı ve sessizce bekledi. “Sen tabii.” dedi Kemal. “Korkmasan neden kaçasın ki?” dediğinde, “Kaçtığımı kim söyledi?” diye sordum. “O zaman seç.” dedi Ahmet. “Tabanca mı çifte mi?” dediğinde güneş gözlüklerimin üstünden başımı hafif eğmiş bir şekilde baktım ve “Bunlarla inanılmaz suçlar işleyip suçu benim üstüme atmak için bana tuzak kurmuyorsunuz değil mi?” diye sordum. Bizimkiler bu dediğime gülerken yeni tanıştığım kuzenlerim de gülmemek için kendilerini zor tutuyordu. “Tabanca.” dedim ve Ahmet bana tabancayı vermesini bekledim. Silahı namlusundan tutarak avuç içime bıraktı. Verdiği tabanca Sarsılmaz on ikili B6C-M tabancaydı. Karşımda ise on adet boş şişe bulunmaktaydı. “Diğer tarafa geçelim, güneş vuruyor gözüme.” dediğimde karşı tarafa geçtik. “Kimseyi vurmam değil mi? Buralarda kimse olmaz, eminsiniz değil mi?” diye sordum. İki dakika eğlenelim derken kimsenin günahına girmek istemem. “Temiz, için rahat olsun. Burası özel mülk kimse olmaz.” diye Ahmet’le tamam anlamında başımı salladım. “On şişe var, o yüzden on metre diyelim mi? Her şişe için bir metre.” dedim ve arada on metre mesafe kalacak şekilde şişelerin karşısına geçtim. Silahın emniyetini açmadan belime koydum ve montumu çıkardım. Ateş’e alması için uzattığımda göz kırpıp, “Göster kendini.” dedi ve montumu aldı. Son olarak gözlüğümü de başımın üstüne taktım. Belimden silahı çıkarıp emniyetini açtım ve etrafı kolaçan ettikten sonra atışlarımı yapmaya başladım. Her mermi sonrası bir cam kırılma sesi geldi ve on atış sonrası karşıda şişe namına bir şey kalmamıştı. Silahın emniyetini tekrar kapattığımda gözlüğümü gözüme geri taktım ve arkamdaki ekibe döndüm. “Nasıl ya?” diye sordu Kemal. “Kız attığını vurdu, valla helal olsun.” diyen de Nehir’di. “TSK’ da mı çalışıyorsun yoksa MİT ajanı mısın? Bu ne?” diyen ise Ahmet’ti. “Söylemesi ayıp üniversite zamanında atıcılık kulübündeydim de. E o zamanlardan kalma bir merak, bir alışkanlık kaldı tabii.” dedim. Diğerleri de atış yaptıktan sonra şehre inip öyle gezmeye karar vermiştik. “Sana bir kez daha hasta olduğumu söylememe gerek var mı bilmiyorum ama yine de söylemek istedim sevgilim. Sana acayip hasta oldum, yeniden.” dedi ve kollarının arasında sarsıla sarsıla küçük kalabalığın arkasından eve doğru yürüdük.
Herkese merhaba. Bu bölüm aslında bu kadar kısa olmayacaktı, yani aklımda başka sahneler de eklemek vardı ama hepinizin bildiği üzere son birkaç gündür gördüğümüz olaylar oldukça üzücü ve can sıkıcı. Aklımdan geçenleri kelimelere döküp yazamıyorum bile. Söylemek istediğim çok şey var ama söylesem bile değişecek hiçbir şey yok. Biraz olsun nefes almak ve kafa dağıtmak için yazdığım bu kitap bile beni düşüncelerimden uzaklaştıramıyor. Umarım canice katledilmediğimiz, ta*ize uğramadığımız ve en önemlisi öldürülmediğimiz gelecek yakındır. Umarım az da olsa keyif alır, kafa dağıtırsınız. İyi okumalar. Hoşça kalın. |
0% |