@okuyan_bir_insan
|
Yıllar önce ilkokuldayken, konumuz aile ve aile bağlarıydı. İlkokul öğretmenimiz ailenin anne, baba ve çocuktan oluştuğunu anlatmıştı. Daha sonra anne ve babanın, anne babalarının kim olduğunu, geniş ailenin nasıl oluştuğuyla ilgili bir ton şeyden bahsetmişti. O zamanlar anlamsız gelmişti bu kadar insanın neden ayrı ayrı bir hitaba sahip olduğu, sonradan anlamıştım. Bana neden bu kadar anlamsız geldiğini. Çünkü benim ne bir annem ne de bir babam vardı. Ne de onlarla birlikte gelen kan bağları. Şimdi karşımda duran kişi benim dayım olduğunu söylüyordu. Annemin ağabeyi; belki de her şeye seyirci kalan, kendi öz kardeşinin de, babamın da, hatta o zamanlar dünyada olmayan benim de acı çekmeme sebep olanlar arasında olan o insanlardan biri. “Erhan, ne işin var senin benim evimde?” diye sordu. Haklı bir soruydu, bunun cevabını ben de merak ediyordum. “Yeğenimi görmeye geldim. Duyduğuma göre buradaymış. Ee yeğenim, dayına bir selam verip elimi öpmeyecek misin?” diye sorup, öpmem için elini uzattı. “Neden öpecekmişim elini?” diye sordum. Yolda görsem selam bile vermeyeceğim adam elini öpmemi bekliyordu. Çok beklerdi. “Ne demek neden öpecekmişim elini, dayınım ben senin. Büyüğünüm. Ee tabi; sen nereden bileceksin bunları, öğreten mi vardı sanki?” demesiyle herkes onun üzerine doğru giderken, zor olsa da hepsini zapt edebilmiştim. “Öncelikle o ağzını dürmemi istemiyorsan benimle düzgün konuş.” dedim ve bir adım atarak aradaki mesafeyi kısalttım. “Ayrıca senin benden nasıl haberin oldu. Nereden, nasıl öğrendin beni? Kim söyledi sana?” diye sordum. “Birisinin söylemesine gerek var mı? Tüm Rize senin kim olduğunu, kimin kızı olduğunu biliyor. Benim haberimin olmaması mümkün mü?” diye sordu. Doğruydu, tüm Rize biliyorsa elbet onun da haberi olurdu. “Uzatma da söyle, neden buradasın? Benim gül cemalimi görmek için gelmediğini anlayacak kadar kafam basıyor.” dedim. “Bir sebebi yok, sadece yeğenimi merak ettiğim için geldim. Gördüm ve gidiyorum.” dedi ve gitti. Bunun üzerine kimse bir şey demeden eski hâline geri döndü. Annemi arayıp yaşanan durumu anlattığımda, gelenin ağabeysi olduğunu ve çokta sağlam pabuç olmadığını söylemişti. Dikkatli olmam konusunda da uyarmıştı. Babasının yan çarı bir insan olduğunu söylemişti. Sabah yaşananlar üzerine hem kafamızı dağıtmak, hem de gezimize kaldığımız yerden devam etmek için çarşıya inmiştik. Çarşıdan hem kendim, hem de Yasemin için birkaç bir şey almıştım. Kalabalıktan fırsat bulup yanıma gelen Ateş, “Keşan mı alıyorsun?” diye sordu. Ona cevap vermedim ve yandan bir bakış attıktan sonra tezgâha geri döndüm. “Gülüm,” dedi. “Nazlı’m, yârim.” diyince, dayanamayarak ondan tarafa döndüm. Yüzümde gördüğü hafif tebessümle, “Oh be gönül çiçeğim. Kaç zamandır hasretim sana zaten, hem kaçsak mı bir iki saat ne dersin? Ben seni çok özledim.” dedi. Tam ona cevap vereceğim sırada biri tarafından geri çekildi. Bu Tahir’den başkası değildi. “Yavaş özle enişte, özleyen yerlerin ağrımasın.” dedi ve koluna girerek zorla ilerletmeye çalıştı. “Tek başınıza hiçbir yere gidemezsiniz.” diye söylenmeden de durmadı. Bugün, düne nazaran daha sakin geçmişti ama yine birçok yeri de gezmiştik. Bazı meraklı bakışları görsem de sorun etmedim. İnsanlar duymak istediklerini duyar, konuşmak istediklerini konuşurlardı. Bu sefer akşam yemeğini evde yemek için anlaşmıştık. Bu yüzden de eve erken gitmiştik. Ben ve Cemre, Gülendam ablaya yardım ediyorduk. Hep beraber hazırladığımız sofraya nihayet oturduğumuzda hep beraber güzelce akşam yemeğimizi yemiştik. Çardakta hep beraber çay içip sohbet ederken çalan telefonla dikkatimiz sesin geldiği yöne kaymıştı. Sesin babamdan geldiğini anladığımızda hepimiz konuşmasına dikkat kesilmiştik. “Hayırlı akşamlar Arif, hayırdır akşamın bu saatinde aradın. Bir sıkıntı yoktur inşallah.” diyen babama karşı taraftan bir cevap gelmişti fakat duyabildiğimiz söylenemezdi. “Bilmem ki, hanıma sormam lazım.”dedi ve kulağından telefonu çekip, “Hanım, yarın akşama akşam yemeğinden sonra Arif’ler çay içmeye gelmek istiyorlar. Senin için bir sakıncası var mı?” diye sordu. Aranılan koca modeli diyen iç sesimin ensesine bir sille çaktıktan sonra muhabbeti dinlemeye kaldığım yerden devam ettim. “Sakıncası yok. Gelen misafir geri çevrilmez. Buyursun gelsinler.” diyen Gülendam abladan onay alan babam, telefondaki kişi her kimse davetini kabul ettiğini söyleyip telefonu kapattı. “Bu işte bir bit yeniği var.” diyen Tahir’e göz kırptığımda. “Neden. Sıkıntılı tipler mi?” diye sordum. “Arif Hanoğlu, yani Arif amca babamın çok samimi olmasa da arkadaşı. Bir zamanlar ortak iş yaptılar. Öyle çok sık bir araya gelip yüz göz olmayız. Bir anda böyle arayıp gelmek istemesi şaşırttı beni biraz.”diyen Tahir’le ortam kısa bir an sessizleşmişti. “Üstelik tam da senin geldiğin bir dönemde kendilerini davet ettirmeleri de ne bileyim.” dedi ve birkaç defa sesli nefesler alıp, “Kokuyu siz de alıyor musunuz?” diye sordu. Beyler anlamasa da ben Cemre’nin bu lafının ardından ne söyleyeceğini anladığım için ne kokusu diye sorma zahmetinde bile bulunmamıştım ki benim sormama gerek bile kalmadan Tolga, “Ne kokusu?” diye sordu. Cevap ise hiç gecikmedi. “Bok kokusu.” dedi ve işaret parmağını masaya sürtüp, “Aha da şuraya yazıyorum. Yarın büyük eğlence var.” dedi. Daha fazla bu muhabbetin üstünde durmayarak masadaki boşalan çay bardaklarını aldım. Hepsini tepsiye yerleştirdikten sonra, “Yeter bu kadar muhabbet. Yarın misafir var erken kalkacağız. Bu kadar çay içtiğiniz yeter, uykunuz kaçacak.” dedim. Elimde tepsiyle beraber mutfağa girdiğimde el çabukluğuyla bardakları yıkadım. O sırada da herkes içeri girip selamlaşarak odalarına çekiliyordu. Cemre diğer çay bardaklarını tezgâha bıraktıktan sonra tam yıkayacakken, “Sen yorulma kızım. Hem benim biraz işim var mutfakta, gerisini ben hallederim.” diyen Gülendam ablaya, “Peki madem. Kolay gelsin, herkese iyi akşamlar.” dedim ve odama çıktım. Odaya girdikten sonra pijamalarımı giyip işlerimi hallettikten sonra yatağa geçip uzandım. Her şey çok ani ve hızlı bir biçimde gelişmişti. Evim ve dükkânım değişti. Hayatıma biri, çok sevdiğim ve hep seveceğim biri girdi. Annem ortaya çıktı ve ardından babam. Kardeşlerim olduğunu öğrendim. Bundan sonra da birçok şeyin olacağına eminim. Yattığım yerden odaya göz gezdirdiğimde dün üç kardeş olarak yattığımız yere gözüm kaydı. Onlarda hissettiler mi, benimle aynı fikirdeler mi? Bilmiyorum ama ben dün akşam biraz daha yakınlaştığımızı hissettim. Sonra baskın yer gibi uyandırılmamızdan dolayı ne onların akıllarına geldiği ne de benim üzerinde doğru düzgün düşünemediğim rüyam aklıma geldi. Dün gece gördüğüm rüya. Güzel yeşilliklerin ve aynı zamanda masmavi denizin olduğu bir yerdeydik. Ateş ve ben. Buraya kadar her şey normaldi. Benim kanımı kaynatan, düşündükçe ağzımın kulaklarıma varmasına sağlayan şey ise benim karnı burnunda olmamdı. Önümüzdeki deniz manzarasına bakarken Ateş’in bir eli sıkıca belimi kavramış, diğer eli ise karnımın üstünde okşuyordu. Mutluyduk. Çok mutluyduk. Ben gördüğüm rüyanın etkisine dalmışken telefonumun çaldığını son anda duymuş ve hızlıca açmıştım. Kimin aradığına bile bakamadan açtığım için alo bile demeden hemen ekrandaki isme baktım. Arayan kişi Ateş’ti. Kalp kalbe karşıymış gerçekten. “Nazlı’m.” diyen Ateş’e, “Canım.” diye karşılık verdim. “Yârim, uyandırdım mı yoksa?” diye sordu. “Yok uyandırmadın, ben geç duydum telefon sesini. Sen neden aradın beni?” “Özledim.” dedi ve derin bir iç çekti. “Çok özledim hem de.” Ben de özlemiştim. Bir insan sevdiği yanındayken bile özler miydi? Özlermiş. Seven sevdiğine her zaman özlem duyarmış. Yeni anlıyordum. “Ben de özledim sevgilim.” dedim. Onun da bilmeye hakkı vardı sonuçta. “Yanlış yaptık.” demesiyle ne demek istediğini anlamamıştım. “O ne demek, neyi yanlış yaptık?” diye sordum. “Kimseyle uyuyamayan ben artık sensiz uyuyamıyorum. Bir kere beraber uyuduktan sonra sensiz uyku uyuyamıyorum.” demesiyle istemsizce bir kıkırtı çıktı ağzımdan. Birazcık ayarlarıyla oynasam zarar gelmezdi değil mi? Ses çıkarmamaya dikkat ederek yerimden kalktım ve odanın kapısını kilitledim. Geri yerime yattığımda, “Demek bensiz uyuyamıyorsun, öyle mi?” dedim. Bunu dememi beklediğini biliyordum. Canım sevgilim üzgünüm ama hayallerini biraz yıkmak zorundayım. Beni o korkunç tekneye bindirmenin acısını elbet çıkartmalıyım. “Evet gönlümün nazı. Sensiz gram gözüme uyku girmiyor.” demesiyle hemen “Tüh,” dedim. Böyle bir tepki vermemi beklemiyor olacak ki sesi gelmedi. “Anlaşılan senin için artık bir uyku arkadaşıyım. Ne de olsa artık bensiz uyuyamıyorsun. Oysa ben çok başka şeyler düşünüyordum. Beraber olduğumuz zaman diliminde, aynı yerde.”dediğimde sesimi kısık tutmaya, aynı zamanda da kahkaha atmamaya çalışıyordum. “Yavrum,” dedi nefes nefese. “Sen neler söylediğinin farkında mısın?” “Gayet farkındayım hayatım. Sen ben ve bir yatak söz konusu olduğunda aklıma uyku yerine çok başka şeyler geliyor. Beraber aynı yatağın içinde aynı anda olsak sen kolaylıkla uyuyabilirsin ama bende uyku namına bir şey kalmaz gibime geliyor.” dedim. Nasıl yaptığım hakkında gram fikrim yok ama sesim öyle bir çıkıyordu ki bir an ben bile etkilenmiştim. Kısık sesle konuşmaktandı. Evet bunların hepsi kısık sesle konuştuğum içindi. “Sen, senin hakkında neler düşündüğümü gerçekte bir bilsen. Senin için nasıl yanıp tutuştuğumu, senin için kavrulduğumu, sıcaklığına nasıl muhtaç olduğumu bir bilsen sevgilim. Her uzvumun senin için nasıl can attığını bir bilsen. Sikerler böyle işi yanına geliyorum. Bizzat her hücremin seni nasıl sayıkladığını göstereceğim.” demesiyle yattığım yerden hışımla doğrulmuştum. Adamı azıcık kudurtalım derken biz yandık. Hem de ne yanmak. “Sevgilim ne yazık ki gelemezsin.” dedim. “O niyeymiş?” “Çünkü burası babamın evi hayatım. Eğer buraya gelirsen, hem de gecenin bu vaktinde pek hoş olacağını sanmıyorum. Hem üzgünüm ama kapıyı ben de açamam sevgilim. Babama karşı mahcup olmak istemem.” dedim. Benim için yeterince makul bir nedendi. Onun içinde öyle olacak ki; “Haklısın.” dedi ve iç çekti. “Bari ben de bir duşa gireyim.” Güç bela kendimi gülmemek için tutup, “Niye bu saatte duş alıyorsun ki hayatım?” diye sordum. O ise hiç beklemediğim bir şey söyledi. “Az önce bizzat sevdiğim kadın tarafından ki bu sen oluyorsun, erekte oldum. Ona neler yapmak istediğimi üstü kapalı bir şekilde anlatırken zihnimde canlandırdığım için soğuk suya ihtiyacım var.” dedi. Bu kadar net bir yanıt kesinlikle beklemiyordum. “İyi geceler sevgilim. Rüyanda beni gör.” dedi ve benden bir yanıt beklemeden telefonu kapattı. Kapattığı da iyi oldu çünkü cevap verebilecek durumda değildim. Bir sıcak olmuştu burası, fazla sıcak. Üstümdeki yorganı bacaklarıma kadar attım. Sonra üşüdüğüm için tekrar üstüme çektim. Akıl alalım derken aklımdan oluyordum. ***********
Uyku ile uyanıklık arasındayken bir anda üzerimde hissettiğim baskıyla “Ahh!” diyip gözlerimi yarım da olsa aralamayı başarmıştım. Üzerimdeki ağırlığın sebebi ise Cemre’nin üstümde oluşuydu. Onun üstünde Emre, Emre’nin üstünde ise Tahir vardı. “Manyak mısınız lan siz!? İnsan böyle mi uyandırılır? Eşoğlu eşekler!!” dedim ve hepsini üstümden atmaya çalıştım. Karabasan sanmıştım. Gerçi öyle olsa daha iyi olurdu galiba. Çünkü şu an resmen altta kalanın canı çıksın oynuyorduk ve ben altta ki o canı çıkan kişiydim! “Aşk olsun abla. Sana özel bir uyandırma şekli bu. Beğenmedin mi gerçekten?” diye yalancı bir hüzünle konuşan Cemre’ye son derece baygın ve bir o kadar da kızgın bakışlarımdan atıp, “Odadan çıkmak için üç saniyeniz var.” dedim. Onlar ise beni ciddiye almış olacaklar ki saymama bile gerek kalmadan odadan çıkmışlardı. Ya da elime aldığım tahta ev terliğinin de ayrı bir kaldırma kuvveti olduğunu söyleyebiliriz. Onlar odadan çıktığında ben de yataktan çıkmıştım. Yatağı toplarken bir an için odaya nasıl girdikleri aklıma düştü. Daha sonra gecenin bir yarısı tuvalete kalktığımda kilidi açtığım aklıma düşünce derin bir nefes aldım. Saate baktığımda henüz erken sayılabilecek bir saatti. Duş almak aklımdan geçiyordu ama bunu daha sonraya ertelemeye karar verdim. Misafirler için hazırlık yaparken muhakkak terlerdim. En iyisi akşam yemeğinden önce duş almaktı. Odayı toparladım, camı açıp içersini havalandırdım. Üstümü değiştirip günlük kıyafetlerimi giydikten kısa bir süre sonra kapı çaldı. “Girebilirsiniz.” dememle kapıda babamı görmeyi beklemiyordum. Babam, “Müsait misin kızım? Müsaade var mı?” diye sordu. “Gel, gelebilirsin tabii müsaidim.” dememle içeri girmişti. Ben yatakta otururken babam da berjerlerden birine oturmuştu. Onun söze girmesini bekliyordum ama sanırım oda benden aynı şeyi bekliyordu. Neyse ki bu kısır döngüyü kırıp, “Nasılsın kızım, rahat edebiliyor musun?” diye sordu. “Evet. Düşündüğümün aksine rahatım yerinde.” dedim. “Mutluyum.” Sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi hemen en sahicisinden bir tebessüm kondurmuştu yüzüne. “Sevindim.” dedi. “Burada mutlu olmana, rahatının yerinde olmasına sevindim.” demesiyle “Söylemek istediğin bir şey mi var baba?” diye sordum. “Ne zamandır fırsat bulup sana aklımdakileri söyleyemedim. Çocuklarda sağ olsun bana fırsat vermediler.” dedi ve gülümsedi. “Sen benim aklımda da, kalbimde de kızımsın Nazlı. Hiçbir şey bu gerçeği değiştiremez ama ben resmiyette de yani kanun önünde de benim kızım olmanı istiyorum.” demesiyle derin bir nefes aldım. Bunun ne demek olduğunu anlayabiliyordum. “Ama senin düşüncen ve isteğin benim için daha önemli. Soyadımı almak ister misin Nazlı?” diye sorarak lafını tamamladı. “Yirmi dört yıllık hayatım boyunca bana ait ve gerçek olan tek şey, adımın Çiçek olmasıydı.” dememle derin bir nefes aldık. Emindim ki şu an aldığımız nefesler ciğerlerimize yetmiyordu. Bazı kelimeler insana nefes aldırmadığı gibi aldığı nefesi de yetersiz kılıyordu. “Onu da belli bir yerden sonra kimsenin demesine izin vermedim zaten. Kimliğimde yazan tek gerçek olan şey Çiçek ismiydi. Ama ben artık daha fazla gerçeğim olsun istiyorum. Bilmediğim isimler anne baba adı olarak kalmasın kimliğimde. Alakam olmayan bir soyadını da istemem. Yani evet baba, soyadını almak isterim. Benden esirgenen ve elimden alınan şeylere yirmi dört yıl sonra da olsa sahip olmak isterim.” Bu lafımdan sonra ayağa kalkmamız ve sarılmamız bir oldu. “Kabul ettiğin için teşekkür ederim babacım. Güzel kızım benim, canım kızım.” diye sarılabileceği en sıkı şekilde sarıldı. İncitmeden, boğmadan ama varlığını esirgemeden korkmadan sıkıca sarıldı. Sarıldık. Biz baba kız birbirimize bir adım daha attık. Babamla yaşanan duygusal sayılabilecek olan konuşmadan sonra beraber salona inmiştik. Hep beraber yapılan kahvaltının ardından Gülendam abla beyleri evden kovmak suretiyle yollamıştı. Arada beni de yollamak istemişti ama ben ona ve Cemre’ye yardım etmek istediğimi söyleyince bir şey diyememişti. Evi güzelce süpürüp silmiştik. Gülendam abla da kamelyanın olduğu yeri süpürüp yıkamıştı. Evi elden geçirdikten sonra akşama çayın yanında yenilebilecek aperatif bir şeyler yapmak için mutfağa girmiştik. “Gülendam abla, müsaade edersen akşam çayının yanına tatlı ve tuzlu kurabiye yapmak istiyorum. Akşam yemeğinden sonra gelecekleri için o kadar büyük şeyler yapmaya gerek yok. Ne dersin? İznin var mı?” diye sordum. Netice ev de mutfakta onundu. “Estağfurullah kızım, o nasıl laf öyle? Geç istediğin gibi kullan. Burası senin de evin, senin de mutfağın. Hem haklısın, öyle çok bir şey yapmaya gerek yok.” dedi. “O zaman ben pasta yapayım ablam da kurabiye yapsın. Çaktırmayın zaten canım tatlı istiyordu. Benim de bahanem oldu, hem ablam da benim yaptığım bir şeyi yesin istiyorum. Bakalım bir şef olarak benim el lezzetimi beğenecek mi?” dedi, sanki ben burada değilmişim gibi. “Beğenirim beğenirim sen dert etme. Hadi bakalım, o zaman başlayalım.” dememle, Cemre ile mutfaktaki işleri de halletmiştik. Yaklaşık iki saatlik bir süreden sonra hem kurabiyeler hem de pasta hazırdı. Bu yorgunluğun üstüne Gülendam abla üçümüze de yorgunluk kahvesi yapmıştı. Kahveleri içtikten sonra ise mutfağa akşam yemeği yapmak için dönmüş, bizi de salona yollamıştı. Yorgunluğun ve temiz oksijenin verdiği rahatlamayla kapanan gözlerime engel olamamış ve uykuya dalmıştım. Uykumdan ayılmamı sağlayan fısıltılar giderek netleşmeye başlarken duyduğum ilk net kelime, “Abla kardeş ne kadar da güzel görünüyorlar.” diyen bir ses oldu. Bunu söyleyen ise babamdı. “Çok mu yoruldular acaba? Baksana, burada uyuyakalmışlar.” diyen ses ise Emre’ydi. “Neyse artık uyandırmamız gerek. Annem yemeği hazırlamış, hem biraz daha böyle kalırlarsa bir tarafları tutulacak.” Tahir’in de dedikleriyle iyice ayılırken gözlerimi bir an için açmakta zorlandım. Neyse ki çok sürmeden açabildiğimde bir an için nasıl bir konumda olduğumu unuttum. Omzumda hissettiğim ağırlıkla sağ tarafıma baktığımda Cemre olduğunu anladım. O da ayılmaya çalışıyordu. “Günaydın uykucular.” diyen babamla göz göze geldik. “Çok mu yorulmuş benim kızlarım?” diyerek Cemre’yle benim arama girdi. Beni sol omzuna, Cemre’yi ise sağ omzuna yatırdı. “Uyanın artık kızlarım. Akşam yemeği hazır, hadi elinizi yüzünüzü yıkayın. Açılırsınız.” İyi diyordu hoş diyordu ama bunu söylerken bile ondan ayrılmamızı istemezcesine bizi sıkı sıkı kollarıyla sarıyordu. Bu durumu fark eden Cemre, “Baba iyi diyorsun da, bizi de bırakmıyorsun farkındasın değil mi?” dedi ve ardından kıkırdadı. Ben de kendimi tutamayıp kıkırdadığımda babamdan da bir tebessüm gelmişti. “Ben babayım. Çok konuşmayın bakayım.” dedi ve başımızın üstüne birer öpücük bırakarak önce kendisi ayaklandı. Ardından bize göz kırparak salondan uzaklaştı. Karşımda gördüğüm Tahir ve Emre bize öylece bakarken hızlıca ayaklanarak babamın peşinden gittiler ve babamın kollarının altına girmeye çalıştılar. Onların bu hâline sırıtarak baktım. Biz de ayaklanıp kalktık ve elimizi yüzümüzü yıkayıp az da olsa kendimize geldik. Nihayet hep beraber akşam yemeği yerken biz neler yaptığımızı, ardından babamların neler yaptığını dinledik. Ateş’le ufak bakışma kaçamakları yaptık, Tolga her zamanki gibi neşeli hâliyle hepimizi güldürürken, Kadir ağır ağabeyliğini konuşturarak oldukça sessizdi. Akın ve Çağatay benim hakkımda oldukça fazla şeyler bahsetmeye başladığında ise nihayet akşam yemeği bitmişti. Bu sefer sofra toplama işini beylere bıraktığımızda biz de akşam için hazırlanmak için odalara dağılmıştık. Ben tam odama çıkacakken biri tarafından aniden köşeye çekilmiştim. Kısa bir an yüreğim ağzıma gelse de bu kişinin Ateş olduğunu anlamam çokta uzun sürmemişti. Onun deniz kokusunu almam Ateş olduğunu anlamam için yeterliydi. “Aklımı aldın Ateş!” dedim kısık ama oldukça yüksek sayılabilecek bir tonda. “Sen de benim aklımı aldın yavrum, ben bir şey diyor muyum?” dediğinde erimeye başlamıştım bile. Erime eylemini göstermek için ne tereyağı olmaya gerek vardı, ne bir buz parçası olmak gerekliydi. İnsanlarda eriyebilen varlıklarmış. Bunu da Ateş sayesinde öğrenmiştim. Toparlan Nazlı gevşeme kendine gel! Derhal! “Ne oldu? Neden çektin beni kenara be adam. Şimdi yakalanacağız.” dedim. “Merak etme yavrum, sevgilin önlemini aldı.” dedi ve arkamda bir yere baktı. Baktığı yere ben de baktığımda Tolga’yı gördüm. Resmen güvenlik gibi dikmişti adamı oraya. Buna biraz güldüğümde tekrar bakışlarımın hedefi Ateş oldu. “Özledim.” dedi ve kulağıma doğru eğildi. “Ayrıca dün akşamı yazdım bir kenara.” dedi ve kulağımın hemen altına bir öpücük bıraktı. İçimde bir şeyler uçtu, sonra kalbime kondu. Bir an için nefes almayı bile unuttum. Sıcak dudaklarına eşlik eden ama o dudaklardan daha yakıcı olan nefesi içimdeki ateşi harlamaya yetti. Annesi ve babası kesinlikle çok doğru bir isim koymuşlardı. Çünkü kendisi tam bir ateşti. “Akşam çok güzel olma tamam mı? Biliyorum zor bir şey istiyorum çünkü sen ne yaparsan yap çok güzelsin ama çok çok güzel olma olur mu?” diye sordu. Bu adam az önceki Ateş’le aynıydı. İçimdeki vahşi ve tutkulu beni çıkaran kişiyle şu an gördüğüm, sanki annesinden oyuncak isteyen çocuk bakışları atan kişi aynıydı. Sanırım Ateş’te en sevdiğim şeyler listesine bir güncelleme yapmalıydım. “Abiye giyecek halim yok sevgilim.” dedim ve bir elimi kirli sakallı yanağına koyup okşadım. “Pantolon kazak giyeceğim.” dedim. Bu şekilde biraz daha kalırsak yakalanma pahasına bile olsa ayrılamayacağımı bildiğimden tam önümde olan ve resmen öp beni diye atan şah damarına güçlü bir öpücük bırakıp hızla kollarının arasından sıyrıldım. “Hazırlanmam gerek sevgilim.” dedim ve aynı hızla merdivenleri çıktım. Arkamda mutlu ve sersem bir Ateş bıraktığımın farkındaydım. Odama girdiğimde önce hızlıca akşam için giyeceklerimi çıkarttım. Daha sonra iç çamaşırlarımı ve gündelik kıyafetlerimi de çıkarıp duşa girdim. Yaklaşık yarım saatlik bir duşun ardından kurulanıp üstümü giydim. Saçlarımı hafif nemli kalacak şekilde kuruttum. Banyoda hafif bir makyaj yaptım. Biraz rimel, cilt tonumu eşitleyen bir cc krem sürdüm. Ardından hafif bir allık ve şeftali tonlarında bir rujla makyajımı tamamlamıştım. Odaya geçtiğimde hazırladığım kıyafetlerimi giydim. Bol paça koyu mavi kot pantolon ve siyah örme kazakla üstümde hazırdı. Son olarak saçlarımı son kez tarayıp ensemden hafif yukarıda olacak şekilde bir atkuyruğu yaptığımda artık hazırdım. Biraz parfüm sıktım ve telefonumu da alarak salona indim. Herkes buradaydı ve tüm dikkatler bana kaymıştı. “Arkadaş, bir insan kazak pantolon giydi diye bu kadar güzel olmamalı. Vazgeçtim kimse gelmesin.” diyen Tahir’e herkes gülmüştü. Aslında herkes sayılmazdı, çünkü gülmeyen bir kesim de vardı ki bunu söylememe gerek bile yoktu. Telefonuma gelen bildirim sesiyle dikkatim oraya kaydığında gelen mesajın Ateş’ten olduğunu görmüştüm.
Ateş 🖤 : Güzel olmamanı söylemiştim bebeğim.
Bu mesajı bana kahkahalar attıracak cinstendi ama ne yazık ki ortam müsait değildi.
Siz: Aşkım maalesef yapabileceğim bir şey yok. Çıplakta çıkamayacağıma göre maalesef katlanacaksın. Hem sen bana âşık olduğun için ne giysem yakıştırıyorsun.
Ateş 🖤 : NAZLI!! Delirtme beni, valla tutar öperim seni. Deli deli konuşma. Bu kadar güzel olmak zorunda değildin. 🙁🙁
Ateş 🖤 : Allah’ım aklıma mukayyit ol. Bu geceyi atlatmamda yardım et bana.
Bu hâli çok hoşuma gidiyordu. İçimden çok kez gülerken onun son mesajını kalp atarak yanıtlamıştım ve tam o esnada kapı çalmıştı. Telefonumu kapatıp cebime koyduğumda hepimiz ayaklandık. Önden babam ve Gülendam abla gittiler ve arkalarından biz de kapıdaki yerimizi aldık. Babam kapıyı açtı ve gelen misafirleri içeriye davet etti. İçeriye babamın yaşlarında bir adam girdi. “Hoş geldiniz Arif.” dedi ve kısa bir selamlaşma yaşandı. Adının Arif olduğunu öğrendiğim adam Gülendam ablaya da bir baş selamı vererek içeriye girdi. Aynı şey adamın arkasından giren yaşça büyük duran kadın için de geçerliydi. Kadın ve Gülendam abla da kısaca sarıldığında daha sonra fark ettiğim ve muhtemelen çocukları olan iki kişi de içeri girdi. Ben kadın ve adamın elini öperken, babamlarda gençlerle selamlaşıyordu. En son oldukça uzun boylu olan adam sıkmam için elini uzattı. “Ben Tayfun.” dedi. Uzun boylu, kumraldan çok sarıya kaçan saçları ve mavi gözleriyle tam bir Karadeniz çocuğuydu. Uzattığı elini sıkmadan “Nazlı.” dedim. “Ve sanırım sen benim kim olduğumu biliyorsun.” Kıvrılan dudak kenarıyla “Doğru, kim olduğunu biliyorum.” dedi ve içeriye geçti. Ardından ona çok benzeyen bir kız karşıma geçti ve “Ben Meltem, memnun oldum.” dedi ve elini uzattı. Uzattığı elini sıkarken, “Nazlı.” dedim sadece. Eli bende ama gözü Ateş’teydi. Kusurlu hareketlerdi. Yanlış sulardaydı, boğulurdu. Hâlâ ellerimiz bir aradayken elini hafif bir şekilde kendime doğru çektiğimde nihayet o oyulası gözleri beni buldu. “Ona bakmanı tavsiye etmem. Bakma da zaten gerek yok. Yaşamayı seviyorsundur, öyle değil mi?” Bu kadar rahat konuşmamın iki sebebi vardı. Birincisi babamlar yaşlı çiftle beraber içeri girmişti. İkincisi ise ben, benim olana değil el sürdürmek; Yabancı gözlerin değmesine bile müsaade etmezdim. Ne demek istediğimi anlamıştı. Ben de onu anlamıştım. Kaşlarını çatarak bana bakarken ben de ondan geri durmuyorum. Kadınların kendi arasındaki özellikler bir. Kadın, kadının bir bakışından bile aklından neler geçtiğini anlar. İçeriden gelen babamın sesiyle ellerimizi ve gözlerimizi birbirimizin üstünden çektiğimizde ona geçmesi için öncelik verdim. Geride Ateş ve ben kaldığımızda, “Bana bak eğer o Meltem midir? Hava mıdır her ne boksa o kızla en ufak bir göz temasın bile olursa sana yemin ederim önce o topuklarına sıkarım, sonra da o gözlerini oyarım.” dedim sinirle. Sinirli değilsin, kıskandın. Farkındayım ama insan kıskandığı için de sinirlenebilir. Yani şu an hem sinirliyim hem de kıskancım. Mükemmel ikili. Hapishane garantili. “Kıskanıldım mı şu an? Evet, evet kıskanıldım. Lütfen bunu sık sık yapalım.” dedi. Son olarak Ateş ve ben de içeri girdiğimizde sandalyelerden birine oturmuştuk. Klasik havadan sudan dönen muhabbetin ardından her misafirlikte olan o kritik ilk beş dakikayı nihayet atlatmıştık. Meltem denen kız Ateş’e, Tayfun denilen sarı gül de bana bakıyordu. Ben Meltem’e; Ateş’e baktığı için bakarken, Ateş’te Tayfun’a bana baktığı için bakıyordu. Tamam, oldukça karışık ve saçma görünebilir ama durum buydu. Yanımıza bir an da Tahir ve ikizler geldiğinde fitili kıvılcımlaştıracak o cümleyi Tahir kurmuştu. “Bu kıl kuyruğun ne işi var lan bizim evimizde.” diyen Tahir’e, “Sıkıntılı bir durum mu var?” diye sordum. “Ya abla biz bu Tayfun puştundan zerre haz etmeyiz. Piçin girmediği günah kalmadı resmen. Karadeniz’in her mahallesinde birilerinin günahına girdi resmen.” dediğinde Ateş mümkünmüşçesine olduğu yerde daha da dikleşmiş, bakışlarını bir an olsun sarı gülden çekmemişti. “Ağabeyim doğru söylüyor abla.” dedi Cemre. “Kaç kızın günahını çekiyor bu zampara. Kardeşinin de ondan farkı yok. Resmen şıpsevdinin teki. Kaç kişinin birbirinden ayrılmasına sebep oldu saysam sabahı sabah ederiz.” dediğinde ışık hızıyla gözlerimin hedefi Meltem oldu. Kulaklarım uğulduyor, damarlarımda akan kanın fokurdama sesleri bangır bangır yankı yapıyordu. Böyle bir durumda iki seçenek vardı. Bir, acilen en yakın hastaneye gidip tansiyonuma baktırmalıydım ki gözlerimden geçen anlık karaltıların bir açıklamasını bulayım. İkinci seçenek ise birazdan burada küçük çaplı bir iç savaş çıkacaktı. Sebebi ise gayet açıktı. Sevgilisini kıskanan kadın, aileler buluşmasında dehşet saçtı. Skandal!!! O sırada en olmayacak zamanda olmayacak kişiden biraz sonra yaşanacakların asıl sebebi olan o cümleler bir bir döküldü. “Demek yıllar sonra bir kızın oldu ha Agah.” dedi, Arif kişisi ve oğluna bir bakış attıktan sonra tekrar babama döndü. “Valla böyle bir şey olacağı aklıma bile gelmezdi ama benim oğlan senin kızı görmüş. Beğenmiş araştırmış. Bana da böyle böyle diyince dedim tanışalım. Hem belki ileride dünür oluruz ha. Yanlış anlaşılma olmasın, bu bir isteme değil. Hem çocuklar kaynaşsın hem biz de kızımızı tanıyalım diye geldik.” dedi. Nefesler tutuldu, sesler kesildi. Sanki bir ara aramızdan bir çalı bile geçer gibi oldu. Ben Ateş’e, Ateş bana baktı. Sonra tekrar gözlerimizin hedefi karşı taraf oldu ve o kaçınılmaz son geldi. Kıvılcımlanan fitil harlanıp ateşlendi. Rahmetliyi nasıl tanırdınız diye sordu kulağıma fısıldayan ses. Tanımazdım ama piç görünümlü biriydi dedim. Ve salonu doldurup camları titreten bir ses yükseldi. “Sen kimi tanıyorsun lan!!” ve her şey bir anda olup bitti.
YAZARDAN
Hanımlar tarafından kovulan evin erkekleri bu fırsatı değerlendirerek evin yakınlarında olan bir mekâna gittiler. Agah Bey sert ve ciddi durmaya çalışsa bile içten içe meraklı, Tahir ve Emre birazdan olacaklar için mutlu, Tolga her zamanki gibi dünyadan bir haber bir şekilde neşeli, Kadir ağır ağabey moodunda iken Ateş, birazdan olacaklar konusunda içten içe panikti. Tahir ve Emre’yle bir şekilde başa çıkabilirdi ama büyük bir sıkıntı vardı. O sıkıntının adı ise Agah Arslanoğlu’ydu. Adam kız babasıydı. Üstelik yıllarca varlığından haberi olmamış, kızına doyamamış bir kız babasıydı. Sevdiği kızın babası. Bu manzaraya sesini çıkarmadan izleyen iki kişi vardı. O iki kişi ise Akın ve Çağatay’dan başkası değildi. Bu ikili en arkadan gelirken, “İnşallah sağlam bir yumruk yer bugün Ateş efendi.” diye söylendi Akın. “Ben atamadım, çok içimde kaldı.” dedi ve sırıtmaktan da geri durmadı. “Ee atsaydın, elini kolunu bağlayan mı vardı sanki?” diye kendince mantıklı bir soru sordu Çağatay. “Oğlum,” dedi ve Çağatay’a baktı Akın. “Ben her ne kadar Nazlı’yı kardeşim gibi görsem de neticede aramızda bir kan bağı yok. Daha önce korumak için birilerini yumrukladığımda olanları biliyorsun. Milletin ağzına laf vereceğime hiçbir şey yapmam daha iyi.” dedi. “Sen de haklısın, ne diyeyim şimdi? Doğru söylüyorsun.” dedi ve ikili önde giden küçük kalabalığa bir daha bir şey konuşmadan yetiştiler. Mekâna heybetli bir giriş yapan sekiz erkek en büyük masaya oturacakken Agah Bey Ateş’e, “Sen benimle gel. Seninle konuşacaklarım var.” dedi ve uzak sayılabilecek bir köşeye, iki kişilik masalardan birine oturdu. Çok bekletmeden yanına giden Ateş, Agah Bey’in karşısına oturunca garson siparişleri alıp kısa bir an için gitmiş, iki çay bardağıyla geri döndüğünde ise artık çay eşliğinde sohbet başlamıştı. “Neden Nazlı?” diye ani bir soru gelince afallamıştı Ateş. Bu afallamayı fark eden Agah Bey, “Neden kızım Nazlı’nın hayatındasın? Onu neden seviyorsun?” diye sormuş ve bir cevap beklediğini açık bir şekilde göstermişti. “Ben,” dedi ve derin bir soluk aldı Ateş. “Yirmi sekiz yaşında koca bir adamım sözde. Birçok şeyi görmüş, geçirmiş, hatta deneyimlemişimdir.” dedi ve masada duran çayından bir yudum alarak devam etti lafına. “Doğru da.” dedi. “Beklemeyi, sabretmeyi, güçlü olmayı da. En önemlisi de ne olursa olsun yıkılmadan sağlam durmayı da öğrendim. Babamın mesleğinden dolayı. Babam eski askerdir.” “Ama ben aslında hiçbir şeyi öğrenmediğimi Nazlı sayesinde anladım. Onun o her zaman ne olursa olsun dik duruşunu, çekinmeden korkmadan kendisini ifade etmesini, saklanmadan; kaçak dövüşmeden, dürüstçe davranmayı ben Nazlı sayesinde öğrendim. Taşındıkları ilk gün bana anlattıkları hâlâ aklımda. Ben Nazlı kadar cesur ve yürekli bir insanla daha önce hiç karşılaşmadım.” dedi ve yarıya inen çay bardağını tek yudumda bitirdi. “Ben aşktan ya da sevdadan anlamazdım. Bilmezdim o tür şeyler nedir, adamı nasıl çarpar neler yaptırır? Nazlı’yı görene kadar da bilmiyordum zaten.” dedi ve derin bir nefes aldı. “Bu hayatta var olmam için gerekli bütün ihtiyaçlarım sanki tek bir insanda toplanmış gibi hissettim onu gördüğüm an. O ve ona dair ne varsa sevdim. Hiç olmasını istemediğim yaralarını bile sevdim. Sevilmeyecek gibi biri değil ki. Korkuyorum bazen, neyden korktuğumu bile bilmiyorum ama korkuyorum. Sonra Nazlı’ya bakıyorum, geçiyor. Tüm korkularım, endişelerim tuzla buz oluyor. Onun tek bir tebessümü yetiyor.” dedi. Bir öksürük sesi duyduğunda karşısındaki adama baktı Ateş. Bir an için kiminle konuştuğunu unutmuştu. Sevdiği kızın babasıyla, onu neden sevdiğini konuşuyordu. Yanlış bir şey söylediğini düşündüğü için, “Şey kusura bakmayın. Siz öyle neden sevdiğimi sorunca ben-” dedi ve lafını tamamlayamadan Agah Bey tarafından kesildi. “Ben anlayacağımı anladım. Daha fazlasına gerek yok. Ama sana şunu söyleyeyim, korkma. Ne olursa olsun korkma. Çünkü korktuğun şeyler başına gelir. O yüzden korkma. Ama bu demek değil ki kızımı üzebilir, incitebilirsin. Ondan korkma ama benden kork delikanlı. Eğer kızımı üzecek olursan, işte o zaman kızımı seviyormuş falan dinlemem canım pahasına onu senden korurum. Beni anlıyorsun değil mi?” “Anladım efendim.” dedi gecikmeden Ateş. “Ama siz de şunu bilin, o söylediğiniz hiçbir zaman gerçekleşmeyecek.” |
0% |