Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. Bölüm

@okuyan_bir_insan

“Sen kimi tanıyorsun lan!!” ve her şey bir anda olup bitti.

Ateş’in bunu söylemesiyle sarı güle yumruk atması bir oldu. Her şey o kadar ani ve hızlı gelişmişti ki, gözüm kısa bir anlığına bile olsa Ateş’in bir hışımla oturduğu sandalyeden kalkarken düşürdüğü sandalyeye kaymıştı.

Attığı yumruklar yetersiz gelmiş olacak ki bir de kafa atmıştı. Ortam bir anda ana baba gününe dönerken babam da bir yandan Arif denilen adamla laf dalaşına giriyordu. Tahir ve Emre, Ateş’in daha fazla gaza gelmesi için tezahürat yaparken, Tolga ve Kadir hiç istifini bozmadan, misafirler için yapılan kurabiyelerden yiyordu. Pasta kurabiye bekleyen misafirlere yumruk ve kafa yedirme şoku normal bir zaman diliminde buna çatlayana kadar gülebilirim belki ama şu an işler rayından çıkmak üzereydi.

“Yeter!” diye dayanamayıp en sonunda bağırdığımda dikkatler bana dönmüştü. Ateş’in sesimi duyunca verdiği bu kısa es sayesinde sarı gülün üstenden zor da olsa almıştım. Yerden güç bela kalkan Tayfun’a, “Kaç yaşındasın sen!” diye bağırdım. “Bu zaman kadar nasıl hayatta kaldın, aptal!!” bağırmaktan sesim çatlamış, öfkemden ötürü gözümde şimşekler çakarken az da olsa kendime gelmeye çalışıyordum. Peki, başarabiliyor muydum? Cevap zaten belliydi.

Dayanamayıp ben de bir yumruk attığımda, “Sen her beğendiğin kızın evine ananı babanı alıp tanışmaya mı geliyorsun dingil!? Hiç araştırıp soruşturmuyor musun kim bu kız yavuklusu, sevdalısı var mı diye, geri zekâlı!?”

“Cevap ver!! Nerden aldın bu aklı nerden!?”

Tamam, şu an için hepimizin aklına aynı şeyin geldiğine eminim. O zamanlar teyzenin bu kadar içten nasıl söylediğini anlamasam da şimdi anlıyordum.

“Sen benim oğlum gibisini öp de başına koy. Bulmuş da bunuyor.”

Geldiğinden beri ilk defa bir şey söyleyen teyzeye nasıl başardığımızı bilmesem de “Bir sus be!” diye hep beraber söylenince susmuştu.

“Erhan amca.” diye yırtık don misali araya giren sarı güle anlamaz gözlerle bakarken, “Senin kim olduğunu öğrendikten sonra Erhan amcaya yani dayına gittim sordum. O da ‘ al aileni git konuş ’ diyince-” derken lafını yarıda kestim.

“O öyle diyince sen de onun aklına uydun topladın herkesi buraya geldin öyle mi?!”

Sesim gittikçe yükseliyor, boğazım acıyordu. “Aptal!” diye yükseldim tekrar. Tam yine saldıracakken bu sefer belimde kollar hissettim.

“Ben ona dövmen için bile olsa dokunmana izin verir miyim Nazlı’m. Zaten az önce boşluğuma geldi bir şey yapamadım, yerinde dur gülüm.” dedi Ateş.

Eminim ki şu an bulunduğumuz pozisyon normal zamanda Ateş’in bir yerlerinden kan akmasına sebep olurdu ama durum farklıydı. Gergin ve hassas, oldukça da sinirli.

“Çıkın gidin evimden Arif.” diyen babamın lafının üstüne ise daha fazla kimse bir şey demeden çıkıp gitmişlerdi.

Ortamda sessizlik oluşurken herkes yerine oturmuştu. Daha fazla sessizlik daha fazla gerginlik demekti ve bu gerginliği bölen ses Cemre’den geldi.

“Yalnız enişte, iyi paket ettin adamı. Helal olsun. Temiz bir çalışma oldu.”

Cemre’nin bu lafının üstüne kısa süren sessizlik İlk önce Tolga’nın, daha sonra herkesin gülmesiyle bölündü.

“Resmen ablama görücü geldi. Şaka gibi.” diyen Emre ile de ortamda muhabbet dönmeye başlamıştı.

“Buradan gitmeden önce şu Erhan denen adama görünmek farz oldu. Bakalım derdi neymiş.” dememle herkes düşünceli bir hâle girmişti.

“Tek başına olmaz kızım. O herifin hiç kimseye acıması yok. Bir şey yapacaksan bile tek başına yapamazsın.” diyen babamla derin bir nefes aldım.

“Canını sıkma baba. Tabi ki de tek başıma hareket etmem. Her ne kadar Erhan kişisi dayım olsa da tanımam etmem sonuçta. Sen canını sıkma, var benim aklımda bir şeyler.”

Biraz daha sohbet ettikten sonra saatinde geç olmasıyla uyumak için odalara geçmiştik. Herkes birbirine iyi geceler dedikten sonra kendi odasına çekilirken benim aklım Ateş’te idi. Tam onun yanına gitmek için ayaklanacakken telefondan gelen görüntülü arama ile bu isteğimi ertelemek zorunda kalmıştım.

Arayan Çağdaş ve Onur’du. Aramayı cevapladığımda, “Sonunda yüzünü görebildik abla.” dediler aynı anda. Benim ise aklımdan başka şeyler geçmekteydi.

“Siz şu an aynı evde değil misiniz? Neden kendi telefonlarınızdan beni arıyorsunuz?” diye sordum. Saat şu an için geç sayılabilecek bir zamandı ve ben de bir abla olarak onları merak ediyordum.

“Ya biz on dakika önce tek telefondan seni aramaya çalıştık. Çalıştık da ağabeyim sağ olsun telefonu kim tutacak kavgası yaptığımız için yarım saatimiz hiç oldu. Şimdi sen diyeceksin on dakika önce beni aramaya çalıştıysanız geri kalan yirmi dakika ne yaptınız diye. Kavga ettik biraz. Ama bak biraz diyorum.”

Onur’un yaptığı bu açıklamayla bütün sinirim uçup gitmiş, kendimi kahkaha atarken bulmuştum. Oldukça komik bir çocuktu.

“Özledik ablam, ne zaman döneceksiniz?” diye soran Çağdaş’la ona baktım.

“Ben de özledim hepinizi. Çok kalacağımızı sanmıyorum, iş güç var neticede. Tarih veremem ama dönmemiz yakındır diye düşünüyorum.” dedim.

“Bir an önce dön de bu sefer seni biz kaçıralım abla. Yani artık kıskanmaya başlıyorum bak ha.” diyen Onur’ telefondan bir öpücük attım.

“Ben bunun gerçeğini istiyorum ama şimdilik idare edeceğiz artık.” diye küçük çaplı isyanlarına da devam etti.

“Hele bir döneyim de yaparız bir şeyler tamam mı aslanlarım?” diye sordum. İkisinin yüzünde gördüğüm bu tebessüm benim için yeter de artardı bile.

“Abla,” diye bu bakışmayı bölen Çağdaş’tı.

“Biz annemden bir şeyler duyduk. Dayım, oradayken karşına çıkmış. Sen iyi misin? Bir şey yapmadı değil mi sana?” diye sordu.

Çok şey yaptı ablacığım ama şu an söylemem doğru olmaz. Yani sanırım… Çağdaş’ın dayısının konusunu açmasını fırsat bilerek, “Bana yardım etmeniz lazım beyler.” dedim.

**********

 

Saat gece yarısına yaklaşırken ben de Çağdaş ve Onur’la konuşmayı sonlandırmıştım. Herkesin odalarında olmasını fırsat bilerek sessizce odadan çıktım ve Ateş’in yanına girmek için sessizce ilerlemeye başladım.

Burası babamın evi seni odaya alamam diyip ertesi gün çocuğun odasına giden bana ne denir sorarım size

a) Tükürdüğünü yalamak,

b) Büyük konuşmak,

c) Hepsi.

Cevap veriyorum, c şıkkı hepsi. Sınavlarda da zaten testlerde başarılı olan ben deniz Nazlı’dan, nokta atışı bir cevap diye buna denir.

Sessizce girişteki ecza dolabından gerekli ilk yardım çantasını aldıktan sonra hızlı ama yavaş adımlarla Ateş’in odasına bir anda girdim. Bu ani girişi onun kadar ben de beklemiyordum. Panik yapmıştım.

“Nazlı?” diye sorgulayan ve çokta emin olamayan Ateş’in sesiyle içimden hızlıca üçe kadar sayıp girdiğim gibi bir anda arkamı dönmemle üstsüz bir şekilde duran Ateş’le karşılaşmam bir oldu. Artık daha fazla derin nefesler almaya ihtiyacım vardı.

İzlediğim dizi-filmlerde, okuduğum kitaplarda bir erkeği üstsüz gören kızların neden eblek eblek baktığını merak etmiş, anlayamamış ve anlamsız bir şekilde sinir olmuştum. Artık anlıyordum. Anlamayı da geçmiş hak veriyordum. Haklısınız sevgili hem cinslerim çok haklısınız.

Baklavalar kaça ayrılırdı, isimleri neydi? Bunlar kaç köşeliydi? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi? Tamam, orada dur bir dakika.

İnsan, sevdiği insanı görünce nutku tutuluyor, yer sanki ayağının altından kayıyormuş gibi oluyormuş. Onu gördüğün her hâli insanın çarpılmasına neden oluyormuş.

“Ateş?” dedim ben de.

“Ne yapıyorsun burada yavrum sen?” dedi ve elinde tuttuğu t-shirtü başından geçirerek giydi. Gitti bizim manzara, diyen iç sesime sağlı sollu dalıp susturdum. Adam bizim iyiliğimizi düşünmüş, kalpten gitmeyelim diye üstünü değiştirmiş, iç sesin patavatsızlığına bak.

Boşta kalan elimle, elinden tutup yatağın kıyısına oturttum.

“Neden bu kapı kilitlenmiyor bakayım?” diye sorarken bir yandan da ilk yardım çantasını açıyordum.

“Bu sorunun cevabı şu an tam karşımda. Ama sen de görmek istersen banyodaki aynayı kullanabilirsin gülüm.” dedi ve önüme düşen saçımı kulağımın arkasından enseme attı.

Bu sözü gülmeme neden olsa da çabucak toparlanarak ellerini dizlerime koymasını sağladım. Akşam ki hengâmeden dolayı ilgilenememiştim ama şu an akşamın tüm izleri gözlerimin önündeydi. Sarı güle savurduğu birkaç yumruk, adamın tepinmesinden dolayı parkeye denk gelmişti. Eklem yerleri kızarık, parmaklarının hemen üstündeki deriler soyulup tahriş olmuştu.

Burnumun ucunda hissettiğim huylanma ve ardından gelen mis gibi deniz kokusuyla anladım ki duş almıştı. “Canın çok acıyor mu?” diye sordum. İlk yardım çantasından çıkardığım şişeyle önce yaralarını temizledim. Daha sonra pansuman yapmak için başka bir pamuğa batikon sürdüm ve yaralara pansuman yaptım.

“Canım yandı ama ellerim yüzünden değil?” demesiyle sardığım ellerini tekrar dizlerim üstüne bıraktım ve yüzünü avuçlarımın arasına alıp, “Neren acıyor bir tanem? Söyle tek tek öperek iyileştireyim.” dedim.

“Ben bu akşam kendimi tanıyamadım Nazlı’m. O insanlar öylece ev görmeye gelir gibi seni görmek için geldiklerini söyleyince, ben ne yapacağımı şaşırdım.” dedi.

Yüzündeki ellerimi elleri arasına alıp önce avuç içlerime sonra da parmak uçlarıma tek tek öpücük kondurdu. Ellerimi iki yanından beline sarmamı sağlayıp bana sımsıkı sarıldı. Her hareketinde kanım kaynıyor, kalbim göğüs kafesimi delmek istercesine çarpıyordu. Akıl mantık işi değildi bu.

“Ben kendimi kaybettim. Herkesin nefesini kesmek istedim. Tamam, ben seni hep kıskanıyordum ama gözümün önünde seni görmeye geldiklerini söyleyince içimden bambaşka biri çıktı.” dedi ve beni daha çok kollarının arasına aldı. Sanki mümkünmüşçesine.

“Biliyorum sevgilim. Çünkü ben de en az seni, senin beni kıskandığın kadar kıskanıyorum.” dedim. Çoğu insana göre kıskanmak bir öz güven problemi gibi görünse de, hatta bazıları için durum bizzat böyle olsa da bizim için kıskanmak ve kıskanılmak bambaşka şeylerdi.

“Bilmez olur muyum?” dedi ve çenemden hafifçe tutup göz göze gelmemizi sağladı. “Ne demiştin sen? Önce topuklarına sıkar sonra gözlerini oyarım mı demiştin? Öyle bir şeydi değil mi?” dedi ve kısık ama benim meftun olmamı sağlayacak bir şekilde gülümsedi.

“Aferin,” dedim başımı tekrar göğsüne yaslarken. “Hanımının dediklerini unutmamışsın. Akilli uşak seni. Hem buralarda gezerken bir şey duydum. Bu memlekette hanımdan korkmayan heriflere gavur derlermiş. Ee sen de gavur olmadığına göre bence hemşerilerimin dediklerine kulak asmanda fayda var.” dedim.

Birkaç saniye ses gelmezken kısık bir kahkaha duymamla hızlıca başımı yasladığım göğsünden kaldırıp kahkahasına baktım.

“Neyse ki hanımcıyım da böyle bir sorunum yok.” dedi. “Öyle mi? gerçekten hanımcı mısın?” diye sordum, sanki hiç bilmiyormuş gibi.

“Öyle tabii.” dedi ve “Sor bakalım iki kere iki kaç eder?” dediğinde anlamasam da sordum. “İki kere iki kaç eder?”

Yüzümde muazzam bir tebessümle, “Sen kaç eder dersen o kadar eder güzelim.” dedi ve beni erime noktasına getirecek bir şekilde göz kırptı.

“Pişt.” dedi ve tebessümü gülümsemeye evrildi. “Bu gece burada kalsana, eğer biraz daha sensiz kalırsam kafamı duvardan duvara vuracağım.” dedi.

“Sen yürek yedin galiba Ateş Efendi. Ya da gerçekten ateşin başına vurmuş belli.” dedim.

“Ateş öyle bir yerlere vuruyor ki Nazlı’m. İlk defa ismimin hakkını bu kadar verdiğimi hissediyorum.”

Derin bir yutkunuş, alıklaşan bakış, gözlerin parlayışı. Nefes al, ver. Al, ver. Al…

Yüzümde hissettiğim hafif bir rüzgârla irkildim. Bir an için nerede olduğumu bile unuttum. Yüzüme sırıtarak bakan Ateş, “Nefesi alınca tekrar nefes alabilmek için arada vermek gerekiyor biliyorsun değil mi gülüm? Yoksa senin için fazla mı nefes kesiciyim?” dedi.

Ani bir şekilde önce yanından sonra da yatağından kalktım ve gözlerimi kısarak baktım.

“Ben gidiyorum. Sen de burada artık bana diye yastığına sarılıp uyursun. Hıh.” dedim ve bir şey söylemesine izin vermeden geldiğim gibi odadan çıktım. Odaya gitmeden önce ilk yardım çantasını yerine koydum.

“Ben gösteririm sana benimle dalga geçmek ne demekmiş Ateş Efendi.” diye de söylenerek tam merdivenlere yöneliyordum ki merdivenlerin üstünden gelen sesle ne yapacağımı düşünürken aklıma gelen mutfakla adımlarımı o yöne doğru attım.

Lavabo tezgâhının üstündeki dolaptan bardak alıp çok az su doldurdum. Tam içerken de kapıdan duyduğum, “Abla?” sesiyle sanki irkilmiş gibi yapıp arkamı döndüm.

Dünyaya bir daha gelsem sevgilim oyuncu olmak isterim.

Sesin geldiği yöne baktığımda bu kişinin Emre olduğunu görmüştüm. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu.

Manitamızın yanına uğramıştık da. Az kalsın bizi keten pereye getirip sabaha bir ceset ve üç katil zanlısı çıkacaktı. Ama senin akıllı ablan bunu halletti be kardeşim.

“Susadım da su içmek için geldim. Asıl sen ne yapıyorsun bu saatte?” diye sordum. At yalanı … inananı diye bir söz var bildin mi Nazlı? diye soran iç sesime hayali bir dirsek çakmış ve susturmuştum.

“Ben de susadım da su içmek için indim.” dedi. Emre de suyunu içtikten sonra beraber odalarımıza çekilmiştik.

**********

Sabahın erken sayılabilecek saatlerindeydik. Şu an yanımda babam, Tahir, Emre, Akın, Çağatay, Kadir, Tolga ve tabi ki de Ateş vardı. Önümüzde ise kahvaltı salonu diyebileceğimiz Karadeniz manzarası eşliğinde bir işletme duruyordu. Aldığım istihbarata göre ise Erhan buradaydı.

 

Dün Gece Çağdaş, Onur ve Nazlı’nın Görüşmesinden

 

Çok şey yaptı ablacığım ama şu an söylemem doğru olmaz. Yani sanırım… Çağdaş’ın dayısının konusunu açmasını fırsat bilerek, “Bana yardım etmeniz lazım beyler.” dedim.

“Nasıl bir yardım bu abla? Aklında ne var senin?” diye soran Çağdaş’a bu akşam yaşananları detaylı olmayacak bir şekilde anlatmıştım. Yer yer sinirlenmiş, yer yer de Ateş’e övgü dolu sözler ithaf etmişlerdi.

Sevgili sevgilim, sen henüz bilmesen bile kayınbiraderlerinle artık bir tık daha yakınsın.

“Bana dayınız hakkında bildiğiniz ne varsa anlatmanız gerek. Bu adam ne yapar, nerelerde takılır, kaçtığı saklandığı biri var mı? Yani kısacası bütün ipliğini bana dökmeniz gerek.” dedim.

“Abla bence hiç bulaşma ya. Onun ne yapacağı belli olmaz. Annemle dayımda hiç görüşmezler zaten. Hatta bize bile yasak koymuştu görüşmeyelim diye. Ama babamla samimi oldukları için mecburen görüşüyorduk arada.” diyen Onur’la hiçte sevgili olmayan dayımızın ne mal olduğunu biraz daha anlıyordum.

“Bakın beyler, ben bu bilgileri elbet öğrenirim. Ama benim istediğim bizzat sizden bir şeyler öğrenmek. Beni anlıyorsunuz değil mi?” diye sordum.

“Tamam,” dedi Çağdaş pes etmiş bir şekilde. “Ama tek başına bir şey yapmaya kalkarsan valla gönül koyarım bak. Sana ne öğrenmek istiyorsan söylerim ama tek başına işlere kalkışmayacaksın. Bana söz ver.” diye de benden söz aldı.

“Söz.” dedim tek seferde. “İkinize de söz veriyorum.”

 

Şimdiki Zaman

 

“Ben içeri giriyorum siz de Erhan’la beni görebileceğiniz ama bizim sizi göremeyeceğimiz bir yere geçiyorsunuz. Belki tek başıma geldiğimi düşündüğüm için gevşer hata yapar.” dedim, hepsinde gözlerimi gezdirerek.

Şu an buradaki hiç kimse hatta bu kimseye ben de dâhil olmak üzere bu görüşmenin yapılmasını istemiyordu ama buna mecburdum. Hiç sevgili olmayan dayıcığım Tayfun’u ve ailesini bana, ‘Karadeniz’e hoş geldin’ hediyesi olarak gönderdiğiniz hiç sanmıyorum.

“Kızım, emin misin? Bak zorunda değilsin bunu yapmaya. Başka şekilde hallederiz bu meseleyi.” diyen babama, “Buraya geleceğimi biliyor.” dedim.

Hep bir ağızdan ‘Nasıl?’ diye sorduklarında ben mi çok akıllıyım yoksa erkek milleti mi çok yüzeysel düşünüyor merak ediyordum.

“Arkadaşlar, sevgili kardeşlerim, babacığım ve sevgili manitam. Sizce o sarı gül, Erhan’ın adını ağzından kaçırdığı için mi söyledi yoksa bilerek mi?” diye sordum. Biraz birbirlerine baktılar, biraz etrafı kestiler derken sonunda hepsinin odağı tekrar ben oldum.

“Seni kışkırtmak için mi böyle bir şey yaptı diyorsun?” diye on puanlık soru Akın’dan gelmişti.

“Ben öyle olduğunu düşünüyorum.” dedim sadece.

“Neden öyle düşünüyorsun peki? Seni kışkırtınca eline ne geçecek ki?” bu soru da Kadir’den gelmişti.

“Belki hata yapmamı istiyor, belki başka bir şey ama öğrenmek için içeriye girmem gerekiyor.”

Hepsi hâlâ tereddütlüydü. Özellikle de babam. Erhan denilen adamı hepimizden daha uzun tanıyordu ve benim için korkmakta da haklıydı. Ben de Erhan denilen adam hakkında hiç iç açıcı şeyler duymamıştım çünkü.

“Ee herkes tamam mı? Bana uyuyorsunuz değil mi?” diye son kez sordum.

“Tamam,” dedi Kadir. “Hepimiz burada o kadar adamız. Senin yanındayız, merak etme.” dedi. Her ne kadar ağabey demesem de hatta bir ağabeyim olmasa bile Kadir’den ağabey sıcaklığı ve güveni hissediyordum.

“Hadi bakalım cümleten kazamız hayrola.” dedim ve önden ben yürümeye başladım.

Mekâna girdiğimde mavi ve beyaz karışımı bir yer karşıladı beni. Tahtadan yapılan sandalyelere eş olarak yine tahtadan masalar vardı. Masaların üstü beyaz masa örtüsüyle örtünmüş, örtüyü de korumak için en üstte de şeffaf ve kalın bir başka masa örtüsü vardı.

Gözlerimle hızlıca içerisini taradığımda aradığım kişi oradaydı. ‘Hedef tanımlandı.’

Sakin adımlarla o tarafa yönelirken bir yandan da telefondan ses kaydını başlatıyordum. Vakti zamanında işime yaramıştı. Sonunda Erhan’ın masasına geldiğimde beni karşısında gördüğü için şaşırmıştı. Sanırım bu kadar çabuk karşısına çıkmamı beklemiyordu.

“Ne haber Erhan, görmeyeli nasılsın? Bakıyorum da meymenetsiz suratından hiçbir şey kaybetmemişsin. Aynı istikrarla devam ediyorsun.”

Resmen apışıp kalmıştı. Bu hâlime, ya da ona karşı takındığım tavrıma anlam veremiyor gibiydi. Şaşkınlığını üstünden atıp, “Senin ne işin var burada?” diye sorgulamayı nihayet akıl edebilmişti.

“Ne demek ne işin var burada? E sen çağırdın ya beni.” dedim. Şaşıran ve şu an ki duruma anlam veremeyen surat ifadesi katıla katıla gülmemi getirse de dudak içimi ısırarak bu isteğime engel olmaya çalışıyordum.

“Nasıl ben çağırdım seni? Yalan konuşup canımı sıkma benim sabah sabah.” diye kızaran yüz ifadesiyle sadede gelmem gerektiğini anladım.

“Sen bana dün hoş geldin hediyesi yolladın ya hani. Bu hediyenin adı da Tayfun ve ailesi. Hani isim veriyorum ki belki hatırlarsın.” diyip göz kırptığımda buraya neden geldiğimi artık anlamıştı.

“O sarı gülü neden benim başıma sardın?” diye sordum. “Bu arada sarı gül derken Tayfun’dan bahsediyorum, biliyorsun.”

“Ne tepki vereceğini merak ettim. Hem sevgili yeğenimi baş göz etmek istedim, ne var bunda?” dedi gevşek bir şekilde.

“Çok şey var be Erhan.” dedim alayvârice. “Mesela ben senin yeğenin değilim. Benim başımı bağlamanın derdi tasası sana düşmedi bunlar ve bunlar gibi daha pek çok nedenim var. Sen hangisini beğenirsin?”

Önümde duran mıhlamadan, ekmek sepetinden küçük bir parça koparıp aldım. “Ne tuhaf değil mi?” diye sordum. Eminim şu an ne yaptığımı sorguluyor ama anlayamadığı içinde ne yapacağını bilemiyordu.

“Hem annem hem de babam Karadenizli ama ben daha kuymak ve mıhlamanın arasında nasıl bir fark olduğunu bile bilmiyorum. Yani bilmiyordum. Babam öğretti.” dedim. “Yirmi dört yıl boyunca kim olduğunu, nereye ait olduğunu bilmeden yaşamak nasıl bir şey biliyor musun?” diye sordum.

O ise şu an için sadece beni dinlemeyi tercih ediyordu.

“Sen şimdi geliyorsun ailemle vakit geçireceğim, memleketimi keşfedeceğim zamandan çalıyorsun. Ayıp ediyorsun, canımı sıkıyorsun.”dedim ve nefeslendim. “Erhan, yanlış sularda yüzüyorsun. Yapma, tavsiye etmem.” dedim ve olduğum yerde daha dik bir konuma geldim.

“Sen beni tehdit mi ediyorsun? Dünkü çocuk beni tehdit mi ediyor? Sen kimsin ki beni tehdit ediyorsun?”

Yüzü sinirden kızarmış, çizgi filmleri aratmayacak şekilde kulaklarından ve burnundan duman çıkmasına çok az bir zaman vardı.

“Yok, ben seni tehdit etmiyorum. Zaten benim tehdit etmeme de gerek kalmamış. Benim yerime onu yapanlar var. Sen daha iyi bilirsin.” diyip göz kırptığımda atan benzi ve büyüyen göz bebekleriyle neyden bahsettiğimi anlamıştı.

“Sen tek başına bana ne yapabilirsin ki? Cesurlukla aptallık arasında ince bir çizgi vardır, bilmem anlatabildim mi?”

Pis pis sırıtmaya başladığında, “Sana tek başıma olduğumu düşündüren şey ne Erhan?” diyip, “Bak bakalım bir etrafına.” dedim.

Etrafta gözlerini gezdirip en son bir yerde sabitlediğinde ben de o tarafa baktım. Bizimkilerle göz göze geldiğimde yüzümdeki sırıtış tebessüme döndü.

“Şu duruşlara şu heybetlere bak be, ne kadar da asil duruyorlar öyle değil mi Erhan? Şimdi bana söyle bakalım, senin benimle derdin ne? Değerli vaktimi değer verdiğim insanlarla geçirmek yerine neden senin gibi biriyle vaktimi harcıyorum ben şu an.”

Soruma cevap vermek yerine hiçbir şey söylemeden kalktı ve öylece karşımda durdu. Ben de ayaklandığımda, “Sen bu dünyaya gelmemesi gereken biriydin. Hiç doğmaması, var olmaması gereken biri. Şimdi senin yüzünden işlerimi bozamam. Sen küçük fare, bana engel olamazsın. Hakkımı almama mani olamazsın. Bu iş burada bitmedi.”

Gözlerimin içine bakarak söylediği bu sözler ardından çekip gitti. Bu laflardan ne anlamam gerekliydi bilmiyordum ama fırtına yakındı.

Duyduğum adım sesleriyle kendime gelip masada hâlâ ses kaydı alan telefonumdaki kaydı durdurdum ve Çağatay’la Akın’a attım.

“Ne oldu?” diye sordular hep bir ağızdan. “Neler konuştunuz, en son ne söyledi de kalakaldın öylece?” diye soran babama, “Bilmiyorum.” dedim.

“Neyse çıkalım mı buradan artık? Ben konuşmaları kaydettim. Akın, Çağatay size attım ses kaydını. Bir avukat olarak dinleyin bakalım, belki bir şeyler çıkar.”

Kısa bir baş sallamasıyla onayladılar ve hep beraber mekândan çıktık. Sessiz bir şekilde anlaşmış, eve doğru yol almıştık. Eve geldikten sonra, bahçede hep beraber oturmuşken Akın, ona attığım ses kaydını açmıştı. Böylelikle herkes ne konuştuğumuzu dinliyordu.

Bana gelecek olursak, düşünceliydim. Oldukça düşünceli. En son söyledikleri hangi kapıya çıkıyordu? Ne anlamam gerekiyordu bilmiyordum. Bilmek istiyor muyum? Onu da bilmiyordum.

“Ee Akın, ne diyorsun bu konuşmaya? Çağatay, sen neler söyleyeceksin? Bir avukat olarak siz ne anlıyorsunuz bu konuşmadan?” diye soran babamla hepimizin gözü ve kulağı Akın ve Çağatay’a kaymıştı.

“Elimizde kesin bir şey yok ne yazık ki, fakat Erhan denilen adamın son sözleri kafa karıştırıcı. Özellikle söylediği son söz, ‘Hakkımı almama mani olamazsın. Bu iş burada bitmedi.’

“O zaman sen şimdi diyorsun ki ortada hak almalık bir mevzu var. Miras gibi bir şey mi?” diye soran Cemre’yle kısa ama derin bir sessizlik yaşanmıştı.

“Bunun pek mümkün olabileceğini sanmıyorum. Bana Erhan’ın babasından miras kalmasının ihtimali bile yok. Çünkü pek sevgili dedeciğimin benden haberi bile yoktu. Gerçi olsa bile o an ipimi çekerdi. Tıpkı geçmişte yaptığı gibi.” dedim.

“Araştırmadan bilemeyiz.” diyen Çağatay’a baktık. “Her ihtimali değerlendirmeliyiz Nazlı. Eğer Cemre’nin dediği gibi bir şey varsa araştırmalıyız. Eğer miras durumu varsa mutlaka bir avukatı da olmalı. Ben dedenin avukatını bulmakla işe başlama taraftarıyım.”dedi ve ayaklandı. “Hatta şu an tam olarak onu yapıyorum. Görüşmek üzere.” dedi ve avludan çıkıp dış kapıya doğru ilerledi. Peşinden de Akın onu takip etti.

Gülendam abla içeri geçerken yanımda oturan babam da kolunun altındaki bana daha çok sarıldı. “Yalnız değilsin kızım.” dedi. “Tıpkı Erhan’a söylediğin gibi yalnız değilsin, olmayacaksın da. Bu yüzden düşüncelere dalıp canını sıkma, tamam mı?”

Beni kollarının altından çıkarıp yüz yüze gelmemizi sağladı. Elleriyle yanaklarımı kavrayıp saçlarımın üstüne bir öpücük kondurdu.

“Agah Bey, eğer sizin de müsaadeniz varsa ben Nazlı’yla biraz baş başa kalabilir miyim? Biraz Karadeniz’i gezeriz, olur mu?” diye sordu, Ateş.

Ateş’in bu sorusuna Tahir ve Emre’den ‘hayır’ cevabı gelirken, babam derin bir iç çekişin ardından, “Fazla uzaklaşmayın ve telefonlarınız açık olacak. Eğer o telefon hemen açılmazsa topuklarına sıkarım damat.” dedi.

Kardeşlerimden itiraz sesleri yükselse de babamın bir bakışı onların susmasına yetmişti. Ayağa kalkan babamla ben de kalktığımda bana sarılmıştı. “Şu an ona ihtiyacın olduğunu bildiğim için izin veriyorum. Söyle o damada götü kalkmasın.” dediğinde kahkaha atmama neden olmuştu.

“Tamam, söylerim.” dememle babam da içeri doğru geçmişti.

Üstüme baktığımda değiştirmeme gerek olmadığı için çantamın da yanımda olmasını fırsat bilerek eve girmeye gerek kalmadan bahçeden dışarı çıkmıştık. Gerimizde kalan belli bir kesimden homurdanmalar duysam da aldırış etmemiştim.

“Baban sana ne söyledi de öyle güzel gülüp beni kendine yine meftun ettin, söyle bakalım gülüm?” diye merakla soran Ateş’e babamın dediklerini harfiyen söylediğimde tekrar gülmeme engel olamamıştım.

“Babanı bir kez daha takdir ettim Nazlı’m. Sevgili müstakbel kayınbabam nasıl da biliyor kızının ilacının ben olduğumu, değil mi?” diye sordu sırıtarak.

“Valla helal olsun Ateş. Nasıl lafı dolandırdın da buraya getirdin hayret ettim valla aşkım.” dememle yanağıma güçlü bir öpücük kondurması bir oldu.

“Bir daha aşkım desene. Çok güzel söylüyorsun sevgilim.”

*********

 

Ateş’le şu bir iki saati tek başımıza ve güzelce geçirmiştik. Tabii o iki saatlik zaman diliminde babam, Tahir ve Emre’den gelen telefon aramalarını saymazsak. Şimdi eve dönüş yolundayken tekrar gelen telefon aramasıyla Emre bizi meydandaki bir yere çağırmıştı. Ateş’le oraya gittiğimizde herkesi burada görmek beni şaşırtmıştı. Herkesten kastım ise Rize’ye gelen bizim ekip ve kuzenlerin bir arada olmasıydı.

“Neden hepiniz toplandınız böyle?” diye sordum. “Sıkıntılı bir durum mu var yoksa?”

“Sıkıntılı bir durum yok abla biz başka bir şey için sizi çağırdık. Hem zaten bu kadar bir arada durduğunuz yeter de zaten.” diyip beni yanına çeken Tahir’le derin bir nefes aldım. Tahir ve Tahir’in kıskançlığı ayrı bir seviyeydi. Allah ilerideki yengeme de sabır versin.

“Ee, hepimiz niye toplandık o zaman burada oğlum?” diye sorunca, “Sürpriz.” dedi ve bir şey dememe izin vermeden kolunun altına aldığı benle yürümeye başladı.

Nereye gittiğimizi, ya da ne yapmaya gittiğimizi bilmiyordum ama bugünün güzel bitmesini umuyordum.

 

Bölümün sonuna geldik. Şakasız yedi kişilik aile apartmanında herkes hasta. Ben bile hastaneden geldikten sonra şu an bu bölümü atıyorum. Bir oy, bir yorum ve bir de nazar duanızı alırım. İyi okumalar, kendinize iyi bakın. :))

Loading...
0%