@okuyan_bir_insan
|
“Şu an burada neler döndüğünü biri bana açıklayabilir mi artık?” diye sordum bıkkın bir nefesle. Hepimiz iki araba olmak üzere iki gruba ayrılmış ve hissettiğim kadarıyla hâlâ gideceğimiz yere varamamıştık. Hissettiğim kadarıyla diyorum çünkü gözlerimi bağlamışlardı. Evet. Gerçekten şu an gözlerim bağlı bir şekilde bilinmeze doğru gidiyordum. “Az sabret abla, Allah aşkına. Hem bak gideceğimiz yer çok hoşuna gidecek, sen de çok seveceksin.” Tahir’in bu lafıyla maksimum beş dakika susabilmiş ardından, “Peki neden gözlerimi kapattınız? Hayır, yani ne alaka?” diye küçük çaplı bir isyan etmeden de duramamıştım. Bu sorum da havada asılı kalınca en iyisinin susmak olduğuna karar verip sakince gideceğimiz yere varmayı bekledim. Neyse ki çok geçmeden gideceğimiz yere varmıştık. Bunu da duran araba ve Emre’nin, “Geldik.” demesiyle anlamıştım. “Açayım mı artık gözümü?” diye sordum. Arkamda hissettiğim bedenle irkilsem de çok geçmeden gözlerimin önündeki kumaş parçası çekilmişti. Birkaç saniye daha gözlerim kapalı durduktan sonra ışığa alışması için yavaşça gözlerimi araladım ve gördüklerime inanamadım. Şu an resmen bir ormanın içindeydik. “Lan beni ormana mı kaldırdınız! Manyaklar!” Etrafıma biraz daha bakındığımda bizim dışımızda birçok insanın burada olduğunu fark ettim. Adım sesleriyle beraber küçük bir öksürük sesiyle, sesin geldiği yöne baktığımda kamuflâjlı, uzun boylu esmer bir adam karşımıza çıktı. “Merhaba ben Murat, burasının sorumlusuyum. Öncelikle hepiniz hoş geldiniz.” diye kendini tanıttı. “Merhaba Murat Bey, ben Tahir.” diyerek kendini tanıttı ve kısa bir tokalaşma faslı yaşandı. “Biz bir an önce oyuna başlamak istiyoruz. Mümkün mü?” diye sordu. Adının Murat olduğunu öğrendiğim adamın konuşmasına fırsat vermeden, “Neler olduğunu biri bana artık anlatabilir mi? Mesela neden ormanda olduğumuzu, bu beyefendinin ‘burasının sorumlusuyum’ derken tam olarak neyden bahsettiğini ve” dedim, kısa bir es verdikten sonra aklımda dolanan o soruyu sordum. “Siz neden kamuflâjlısınız? Askerden falan kaçmadınız değil mi?” diye sordum. Herkes, buna asker kaçağı muamelesi yaptığım Murat Bey’de gülerken en sonunda biri merakımı gidermek istemiş olacak ki neden burada olduğumuzu söylemişti. “Burası paintball oynan bir yer Nazlı. Sen de daha önce oynamak istediğini söylemiştin. Bugün bu yüzden buradayız.” diyerek her şeyi açıklığa kavuşturan Kadir’e baktım. Ve hepsine teker teker gözlerimi gezdirdim. Hepsinin yüzünde bir tebessüm vardı ve neden burada olduğumuzu tahmin etmek zor değildi. Bu yüzden hepsine minnettar olacaktım. Her zaman. “Ee o zaman ne duruyoruz? Hadi hemen oynayalım.” “Önce size kurallardan bahsetmeliyim. Daha sonra hazırlanmanız için sizi ilerideki soyunma kabinlerine alacağız daha sonra ise iki grup hâlinde size verdiğimiz lokasyonun dışına çıkmadan oynayabilirsiniz.” dedi ve kurallardan bahsetmeye başladı. Kısaca kurallardan da bahsettikten sonra yan yana duran kabinlere girip hızlıca bize verilen kamuflâjlarımızı giydik. Ardından hepimiz hocanın yanına giderek yerimizi aldık. O an. İşte o an dikkatimi çekecek bir şey yaşandı. Nasıl dikkat çekmezdi ki? Kamuflâjlı Ateş. Heybetli Ateş, kaslı Ateş, yaratana kurban olunası Ateş ve en önemlisi seksi Ateş. Harbi ateşsin be sevgilim. “Evet, saydığıma göre on dört kişisiniz. Bu durumda yedişerli olmak üzere iki grup hâlinde olabilirsiniz. Kimler hangi takımda olacak belli mi?” diye sordu. Hocanın sesiyle kendime anca gelebildiğimde, hocanın elinden kırmızı bandanayı hızlıca aldım. “Üç kuruş fazla olsun kırmızı olsun değil mi? “ dedim ve hızlıca eski yerime geçtim. Ne zamandır sesi soluğu çıkmayan Ateş’e baktığımda kitlenmiş bir şekilde hocaya bakıyordu. “Ne oldu? Niye adama dik dik bakıyorsun sevgilim?” diye sordum. Ah sevgilim, canım sevgilim. Sen bunların içindeyken ben nasıl adam vururum sevgilim. Aldın ki aklımı başımdan. Bu haksızlık! Kesinlikle haksızlık! “Bu adam sana yavşarsa eğer, elimdeki silah her an gerçeğe dönüşebilir.” dedi. “Bebeğim, saçmalamaz mısın lütfen? Hem adam bana niye yavşasın Allah aşkına. Hadi biz oyunumuza bakalım olur mu?” diye baktım ve kimseye çaktırmadan yanağına bir öpücük kondurdum. Anında gevşeyen yüzü ve vücudu bana döndü. Yüzünde uğruna ölünesi, şiirler yazılası muazzam gülüşüyle gözlerime baktı. Sağ kolunu hızlıca boynuma attığında şakağıma bir öpücük kondurdu. “Nasıl yapıyorsun? Sırrın ne bilmiyorum ama her ne yapıyorsan yapmaya devam et lütfen. Bir bakışınla, bir öpücüğünle beni sakinleştirmeye ve ayarlarımla oynamaya devam et. Olur mu?” Bu sözüne tebessümüm yerini kocaman bir gülümsemeye bıraktı. Gözlerinin içene baktığımda kendi yansımamı görebildiğim bir adama sahiptim. Kendi mutlu hâlimin yansımasını. “Sen beni böyle sevip, böyle bakmaya devam ettikçe seninle her şeyi yapmaya hazırım.” dedim. Bu romantik anımız fazla uzun sürmemiş ve aramıza Tahir girerek bakışımızı sonlandırmıştı. Kara çalı gibi girdin aramıza “Abla bence sen kırmızı takımın kaptanı olmalısın. Atışının nasıl olduğunu biliyoruz, bence bu iş sen de olmalı.” diyerek dikkatimi dağıtmıştı. “Tamam, eğer diğerleri için de sorun olmazsa benlik bir sıkıntı yok. O zaman mavi takımın kaptanı kim olacak?” diye sordum. Bu soruyu sormamla Ahmet bir adım öne çıkmış ve böylelikle mavi takımın kaptanı da belli olmuştu. “Seni yenmek benim için büyük bir zevk olacak sevgili kuzenim.” dedi ve sırttı. “Orası hiç belli olmaz kuzen bey, orası hiç belli olmaz. Hem ilk zamanları ne kadar da çabuk unuttun öyle.” dememle şişelerin tuzla buz oluşu aklına gelmiş olacak ki gülüşü soldu. Yaptığımız kura sonucunda benim takımımda Ateş, Tahir, Emre, Cemre, Akın ve Kadir vardı. Ahmet’in takımında ise Çağatay, Tolga, Kemal, Nehir, İsmail ve Yusuf bulunmaktaydı. Son ikazlarda yapıldıktan sonra kasklarımızı takarak onar dakika aralıklarla ormanın içine dağılmıştık. Kod adımız hür kuştu ve evet bunu on dakika içerisinde ben bulmuştum. Ahmet’in takımının bizdeki adı ise Karadeniz uşaklarıydı. Tamam, belki de pek yaratıcı bir isim değildi ama on dakikada anca bu kadar olmuştu. “Hür kuş birden tüm hür kuşların dikkatine, sesim geliyor mu?” diye sordum elimdeki telsizden. Evet, haberleşebilelim diye bizlere telsiz bile vermişlerdi. Kendimi şu an tam bir dişi kurt gibi hissediyordum. Birazdan gaza gelip ularsam kimse şaşırmasın. “Hür kuş iki dinlemede.” diyen Ateş’ti. “Hür kuş üç dinlemede.” diyen ise Tahir’di. Sırasıyla herkes dinlediğini söylediğinde ben de taktiğimizi söylemeye başlamıştım. “Evet, hanımlar beyler. Şimdi, iki ikişerli ve bir de üçerli olmak üzere üç gruba ayrılıp çevreyi sarıyoruz. Eğer hep birlikte gezmeye devam edersek keklik gibi avlanırız.” dedim. ‘Kabul’ dediler peş peşe. “Peki, gruplara nasıl ayrılacağız abla.” diye soran, Cemre’ydi. “Aranızda atışları kötü olan var mı?” diye sordum. “Benim kötü.” diyen kişi Akın’dı. “O zaman Akın ve Ateş siz ikinizsiniz.” dedim. “Aranızda yön duygusu kuvvetli olan kim var?” Emre, “Benim yön duygum kuvvetlidir.”dediğinde, “O zaman sen de benimlesin. Geriye kalan üçlü siz de berabersiniz, kabul mü?” Ve tekrar, ‘Kabul’ diye hep bir ağızdan onayladılar. “Taktik ne? Nasıl saldıracağız?” Akın’ın bu sorusuyla yüzümde sinsice olduğunu varsaydığım bir sırıtış oluştu. “Yıllar önce atalarımızın uyguladığı taktiği uygulayacağız. Hilal taktiği.” Herkes yerlerine geçtiğinde etraftan çıt çıkmıyordu. Herkes sırt sırta vermiş bir şekilde mavi takımın gelmesini bekliyorduk. “Söylemeye hiç fırsatım olmadı ama iyi ki geldin abla.” diyen Emre’yle bakışlarım ona kaymıştı. “Eskiden hiçbirimiz bu kadar neşeli değildik. Yani mutluyduk ama bir şeyler sanki hep eksikti. Şimdi, senin gelmenle o eksik tamamlandı. İyi ki geldin, iyi ki buradasın. Biliyorum, seninle hiç baş başa konuşma fırsatımız olmadı ama şimdi seni yalnız yakalamışken söylemek istedim.” Emre’nin duygularını bu şekilde ifade etmesi beni her ne kadar şaşırtmış olsa da, hoşuma gitmişti. İnsanın kardeşi tarafından sevilmesi mutluluk verici bir şeydi “Teşekkür ederim.” dedim. “Beni ablan olarak gördüğün için ve bana değer verdiğin için. Bana daha önce kimse iyi ki geldin dememişti. Bana genelde denilenler başka şeyler olurdu çünkü. Bende de eksik olan çok şey var. Yirmi dört yıldır eksik olan çok şey var, yani vardı. Şimdi sen varsın, Cemre var. Tahir, babam ve daha niceniz. Asıl size iyi ki Emre. Asıl siz iyi ki geldiniz, iyi ki varsınız.” Gözlerinin parladığına şahit oldum. Belki de biraz yaşardığına. Kurumuş bir yaprağın ezilme sesini duyduğumda bu duygusal andan sıyrılıp hemen etrafa bakındım. Saat on ve on dört yönünden geliyorlardı. “Hür kuş birden tüm hür kuşlara. Hür kuş birden tüm hür kuşlara. Karadeniz uşakları göründü. Saat on ve on dört yönündeler. Mevzi alın.” Herkes saklandığı yerden mevzi alırken benim talimatımı bekliyorlardı. “Hür kuşlar. Hepinizde görüş var mı?” diye sordum. “Görüş var.” “Görüş var.” “Görüş var.” “Görüş var.” “Görüş var.” “Üç dediğimde herkes atışa başlayacak. Anlaşıldı mı?” Ve yine toplu bir ‘Anlaşıldı’ yanıtıyla iyice yaklaşmalarını bekledim. Mesafe yeterli değildi. İyice yaklaştıklarında içimden üçten geriye doğru saydım ve “Hazır olun. Bir, iki ve üç. Ateş!” Her şey aniden gelişmişti. Herkes önündeki insana üç el sıkmıştı ve bizim takım tek bir mermi isabeti bile almadan kazanmıştı. Saklandığımız yerden çıktığımızda mavi takımın yani sevgili kuzenlerimin ve arkadaşlarımın karşısına çıktığımızda hem bizim boya mermilerimiz yüzünden hem de öfkeli oldukları için her iki anlamda da kızarmışlardı. “İnanamıyorum! Resmen yenildik! Sana açık hedef olduğumuzu söylemiştim! Saklanarak gidelim demiştim!” diye her kelimesinde bağıran kişi Nehir’di. “Ben nereden bileyim böyle olacağını kızım. Resmen pusu kurmuşlar bize.” diye karşılık verdi Ahmet. “Bana bak kız doğruyu söyle. Sen bordo berelisin değil mi? Öyle aşçılıkmış falan uydurma değil mi? Valla başka açıklaması olamaz bunun. İnanmıyorum ben senin pastacı olduğuna! Bu saatten sonra hiçbir güç beni inandıramaz!” Sonlara doğru sinirli bir şekilde yükselerek oyunun başladığı yere doğru gitmeye başladı. Onun bu hâline hepimiz gülerken, “Kaybetmeyi asla kendine yediremez. Şu an acayip kendine öfkeli, senlik bir şey yok. Birazdan öfkesi söner.” Kemal’in bunu söylemesiyle, “Desene ağabeyini yenmek artık daha zevkli olacak.” dedim. Bir yandan gülerek, bir yandan da sohbet ederek Ahmet’in peşinden giderken benim gözüm başka yere takıldı. Bir an için yanlış gördüğümü sandım ama hayır. Gördüğüm şey doğruydu. Biraz daha yakından bakmak istediğimde birisi tarafından kolumdan tutuldum. Dalgınlığıma geldiğinden dolayı kısıkta olsa küçük bir çığlık attım. Neyse ki diğerleri önden gidiyordu ve beni duymamışlardı. “Nazlı’m, korkuttum mu? Özür dilerim ama sen nereye bakıyorsun öyle? Ne gördün?” Ateş’e nasıl bakıyordum bilmiyorum ama gerilen yüzü ve kasılan vücuduyla pek hoşuna gidecek gibi bakmadığımı anlamıştım. “Ben,” dedim ve sustum. Ve tam da şu an onlarca okuduğum kitap ve izlediğim dizi-filmlerdeki o sahne canlandı gözümde. Kız arkadaşlarıyla eğlenceli anlar geçirdikten sonra olağan dışı ve beklenmeyen birini görür ama asalak karakterimiz susar ve böylelikle the end. Herkes ölür. “Ben bir an için sanırım Selçuk’u gördüm. Bilmiyorum emin değilim ama gördüm işte.” ve nihayet ağzımdaki baklayı çıkarabilmiştim. “Selçuk?” dedi sorarcasına. “Şu dükkânın açılışında ağzı burnu kırılasıca olan Selçuk. Doğru mu anlıyorum ben?” Sesi gittikçe sertleşip yükseliyordu. “Nerede gördün?” diye sordu. Elimle gördüğüm yeri işaret ettikten sonra onu gördüğüm yerde artık yeller esiyordu. Altına saklandığı ağacın dalı bana el sallıyordu. “Sence ben hayal mi gördüm Ateş? Ya da gündüz kâbusu falan.” “Bilmiyorum sevgilim ama,” dedi ve anlık gözünü kapattı. Sakinleşmeye çalışıyordu. Bunu sürekli yumruk yaptığı ellerini açıp kapattığından anlayabiliyordum. “Onun halüsinasyonunu görebileceğin bir şey yaşanmadı. Onun hakkında da bir travman yok. Yani demek istediğim zihninin sana oyun oynaması için geçerli bir sebep yok. O yüzden,” Sözünü keserek ben devam ettim. “O yüzden onu gerçekten görmüş olabilirim.” Derin bir nefes verdikten sonra başımdaki kaskı çıkardım. Ateş’in elini tutarak, “Hadi gidelim sevgilim. Burada daha fazla kalmayalım.” Kısa sürede diğerlerinin yanına vardığımızda herkesin hazırlanmış ve bizi beklediğini gördük. Silahları ve kaskları görevlilere teslim ettikten sonra bizimkiler yanımıza geldiler. “Abla nerede kaldınız ya? Hem ne yaptınız bakayım siz ikiniz?” diye soran Tahir’di. Ne benden ne de Ateş’ten cevap gelmezken, “Bir şey olmuş. Ne oldu Nazlı, ne bu suratınızın hâli?” diye soransa Akın’dı. Ateş tekrar sessiz kalarak bir nevi sözü bana bırakmıştı. Kısa bir an ona baktığımda o zaten bana bakıyordu. Gözlerinde ‘karar senin ister söyle istemezsen söyleme’ diyordu. “Oyun bittikten sonra tam buraya gelecekken birini gördüm. Yani sanırım, emin değilim. Birkaç saniyeliğineydi.” dedim. “Kim?” diye sordu. “Erhan’ı mı?” diye ortaya bir olasılık atan Tahir’di. Cevabımı başımı olumsuz yönde sallayarak vermiştim. “Yoksa o Tayfun’u mu?” bu soru da Emre tarafından gelmişti. Bu soruya da cevabım, “Hayır.” oldu. “E o zaman kim kardeşim çatlatmasana insanı?” Bu isyankâr soru da Ahmet’ten idi. “Selçuk.” dedim sadece. Kuzenlerim ise kısa bir an yaşadıkları bakışmadan sonra, ‘Selçuk kim?’ diye sordular. “Bu soruya burada değil de bir lokanta da mümkünse aç karnımı doyurduktan sonra cevap versem olur mu?” diye sordum. “Hadi gidin bir an önce giyinin. Sizi arabaların orada bekliyoruz.” Akın’ın bunu demesiyle yine hep beraber gitmişlerdi. Ateş ve ben de hızlıca üzerimizdekilerden kurtulup onların yanına gitmiştik. Yaklaşık yarım saatlik bir zaman diliminin ardından bir lokantanın önünde durmuştuk. Herkes siparişlerini verdikten sonra meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Lafa girmemi, anlatmaya başlamamı bekliyorlardı. “Oyun alanında bahsettiğim kişi benim on sekizimi doldurunca ayrıldığım yurdun müdürü. Kendisini pek sevmem, hatta hiç sevmem. Ben orada Yasemin’le büyürken bize bakan, babalık eden bir Orhan amcamız var. Ben her pazartesi onu ziyarete giderim. Hem de çocukları görmüş olurum. İki yıl önce o yurtta müdürlük yapmaya başladı Selçuk dediğim adam. Beni de ne zaman görse sürekli samimi olmaya çalışır, çay kahve içmeye odasına çağırırdı.” Nefes alma ihtiyacıyla durdum ve masadaki sudan bir yudum içtim. “Ben tabi hiçbir zaman kabul etmedim bu tekliflerini ama o da bıkmadan teklif etmeye devam etti. En son, Ateş’lerin mahallesine taşındığımda onun da o çevrede oturduğunu öğrendim. Tamamen tesadüftü. Sonra Ateş’lerin dükkânında kiracı oldum. Açılış günü geldi, abuk subuk şeyler söyledi. O günden sonra da bir daha görmedim. En son duyduğuma göre taşınmıştı. Şimdi onu gördüğümde ya da görür gibi olduğumda tedirgin oldum.” Kimse bir şey diyemezken o sırada verdiğimiz siparişler geldi. Hepimiz yemeklerimizi yerken, bir yandan da konuşuyorduk. “Hayal gördüğünü düşünmüyorum Nazlı, ama gerçek olma ihtimali de çok uçuk geliyor bana.” Bir yandan yemek yerken, bir yandan da durum analizi yapıyordu Akın. Kuzenlerim bu duruma pek vakıf olmadığı için yorum yapamazken diğerleri düşünceliydi. “Peki, sen gördün mü Ateş?” diye sordu Kadir. “Hayır.” diye cevapladı Kadir’i. Çağatay, “Siz kendi aranızda konuşurken o ara ortalıktan kaybolmuş olabilir.” dedi. “O olabilir, bu olabilir aslında hiçte görmemiş olabilirim. Yani her şey ihtimaller üzerine kurulu ama ben daha fazla bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Konuyu kapatmadan önce de sizlerden son bir şey istiyorum.” Herkesin dikkati bendeyken, “Bu Selçuk meselesi büyüklerin kulağına gitmeyecek. Her şey bu on dört kişinin arasında kalacak. Sizlerden bunu rica ediyorum.” dedim. “Abla en azından babama söylesek, hem belki bir şeyler yapar olmaz mı?” “Cemre’cim, canım benim. Ortalıkta kesin bir şey olsa zaten gideceğim ilk yer karakol sonra da babam olur. Ben ne gördüğümden bile emin değilim ki ablacım. Hem babam bilip de ne yapacak? Şimdi durduk yere kimsenin tadını kaçırmaya gerek yok. Tamam mı?” “Dediğin gibi olsun abla.” dedi ve bu konu da burada kapanmıştı. Ahmet, “Madem gençler olarak toplandık hem biraz da tadımız kaçtı. O zaman sizi harika bir yere götüreceğim. Hadi yemeklerinizi bir an önce yiyin de gidelim ben de hemen rezervasyon yaptırayım.” dedi ve masadan kalktı. Yemeklerimizi hızlıca yedikten sonra kasada her zaman ki gibi küçük bir hesap tartışması yaşanıyordu. Ateş, Ahmet ve Kadir hesabı ödemek için kavga ederken; Akın fırsattan istifade hesabı ödemiş ve kavga böylece son bulmuştu. “Sonunda.” diye bir rahatlama nidası ben, Cemre ve Nehir’den çıkarken bu hâlimize gülmüştük. “Kesene bereket kardeşim benim.” dedim ve sırayla mekândan çıktık. Ahmet’in önderliğinde bir yarım saat daha süren yolculuğumuz sonlandığında güzel bir yere gelmiştik. İçeriye geçtiğimizde garsonlardan biri Ahmet’i tanımış olacak ki, “Ahmet ağabey hoş geldin masan hazır. Buyur şöyle geç.” dedi ve yol gösterdi. Sırayla en sağda Ahmet, Ahmet’in yanında Kemal, Kemal’in yanında Nehir oturuyordu. Nehir’in yanında ise Cemre, “Cemre’nin yanında ben, benim yanımda Ateş vardı. Nasıl başardı, Tahir’i nasıl atlattı bilmiyorum ama bir anda Ateş’i yanımda buluvermiştim. Ateş’in yanındakiler de, Kadir, Tolga, Akın, Çağatay vardı. Çağatay’ın yanında ise son olarak Tahir, Emre, İsmail ve Yusuf oturuyordu. Bu kadar insanın nasıl yerleştiğine bakarken resmen başım dönmüştü. Siparişlerimizi almak için gelen garsonlara ortaya karışık çerez ve içecek olarak da ikizler ve Yusuf için soda ya da meyve suyu isterken, büyükler olarak bizler de alkolsüz meyve kokteyli istemiştik. Ne de olsa bize emanetti bu çocuklar. Onların yanında alkol içemezdik. Sohbet muhabbet derken çalan şarkılara da arada eşlik ediyorduk. Ateş’le bir an için göz göze geldiğimizde şarkının nakaratını benim gözümün içine bakarak söylüyordu.
Ağlama dayanamam, gözlerunun yaşina Biter bu dertler geçer, sen kal o bana yeter Oy sevduğum gel yeter, bu yağmurlar da geçer Oy sevduğum gel yeter, bu yağmurlar da geçer
Karadeniz ağzıyla söylediği şarkıya gözlerimin içine bakarak söylüyordu. Tam bu an dünyada ondan başka kimse yoktu benim için. Benim dünyam zaten onunla kaplıydı ama bazı anlarda, bilmem kaç milyar fanilerin yaşadığı bu dünyada da benim için ondan başka birisi yoktu. ihtimal dâhilinde bile değildi. Aynı şarkının son dörtlüğünü onun bana yaptığı gibi gözlerinin içine bakarak söyledim.
Sevduğum dayanamam, alsun beni bu duman Ben olmasam da olur, sen de gittiğun zaman Oy sevduğum gel yeter, bu yağmurlar da geçer Oy sevduğum gel yeter, bu yağmurlar da geçer
Telefonların dinlendiğine, biz ne söylersek karşımıza onun reklamını çıkardığına dair söylentiler vardı bir zamanlar. Gerçi benim için hiçbir zaman söylenti olmadı bunlar. Kul yapımının icadı bile insanları dinliyor, ona göre şeyler insanlara sunuyorsa eğer evren dediğimiz şey ya da direkt söylemek gerekirse her şeyi bilen ve duyan yaratan, ağzımızdan çıkan her kelimeliyi dikkate alıyordu. Ne Ateş’in ne de benim söylerken fark etmediğimiz, fakat yakın bir zaman da bu şarkıda geçen her bir kelimeyi iliklerimize kadar yaşayacağımızı bilmiyorduk. Bilseydik eğer söylemezdik. Gerçi söylesek de söylemesek de yaşanması gereken ne varsa yaşanır, çekilmesi gereken ne çile varsa çekilirdi. Bizim aşkımız belki dilden dile dolaşıp efsane olmazdı ama herkesin imrendiği bir sevgi katagorisine mutlaka girerdi.
YAZARDAN
Kaç gündür karşısındaki manzarayı izliyordu. Gözleri kararıyor, elleri titriyordu fakat sabret diyordu kendi kendine. Vuslat yakın sabret. Şimdi değil, şimdi olmaz. Yine de kendine çoğu zaman mani olmakta zorlanıyordu. Tıpkı şu an olduğu gibi. Nazlı’sı ve o adam birbirlerine serenat yapıyorlardı. Kanına dokunuyordu ama sabretmesi gerektiğini biliyordu. Sakinleşmek için birkaç saat öncesini düşünmeye çalıştı. Nazlı onu ormanda görmüş ve mutlu olmuştu. Sadece onu o an orada beklemediği için şaşkınlığından mutlu olduğunu gösterememişti. Tam ona doğru bir iki adım atmıştı ki tekrar sinirlerini bozan o anı hatırladı. Ateş denen işe yaramaz adam Nazlı’yı durdurmuştu. Ona gelmesini engellemişti. Çalan telefonunu fark ettiğinde kimin aradığına baktı. Ekranda gördüğü isimle istemsizce yüzü buruşmuş, midesi bulanmıştı. “Ne var.” diyerek açtı telefonu. “Ne kadar da kibarsın sen öyle. İncelikten öleceksin. Bu arada sağ ol ben de iyiyim!” diye oldukça kinayeli bir şekilde karşılık verdi telefonun ucundaki ses. “Neden aradın uzatmada söyle Yelda. Bir de senin çeneni çekemem.” diye taviz vermeden konuştu. “Bu işi ne zaman halledeceksin Selçuk. Ben artık çok sıkıldım. Ne yapacaksan bir an önce yap, yap ki Ateş’i teselli edebileyim. Anladın beni değil mi?” “Bana bak. Eğer bir daha benim işime karışırsan seni gebertmekten asla çekinmem. Gideceğin yerde avutacağın bir Ateş’te olmaz. Sik gibi kalırsın orada. Ben aramadan da bir daha asla beni arama.” dedi ve kapattı. Gözleri Nazlı’nın olduğu yere döndüğünde gülüşüyle karşılaştı. Onun için hayat buydu. “Az kaldı Nazlı. Çok az kaldı. Çok az.”
Ve bir bölümün daha sonuna geldik. Siz sormadan söyleyeyim. Bir sonraki bölüm ne zaman gelir bilmiyorum. Daha yazmadım bile. Şu sıralar hastane işleriyle uğraştığım için fırsat bulamıyorum. Kendinize dikkat edin. Hoşçakalın. Oy atanın yolu hastaneye düşmesin. |
0% |