
Kurgu da anlatılan kişi, kurum, olay ve makamlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçeklikle bir bağlantısı yoktur.
İlahi Bakış Açısı
Her şey o kadar ani ve hızlı bir şekilde gelişmişti ki kimse ne ara çay bahçesinden çıkıp da kendini Yelda’nın kapısının önünde bulduğunu bilmiyordu. Videodaki bir diğer kişinin Yelda olduğunu anladığı gibi adımları buraya getirmişti Ateş’i. Diğer herkeste onun peşine düşmüştü.
“Aç lan kapıyı!”
Yumruklar ve bağırmalar eşliğinde kapıyı çalıyordu Ateş. Bilmiyordu, saatlerdir sevdiği kadının nerede olduğunu bilmiyordu. Hayattayken cehennemi yaşıyordu.
Aniden açılan kapıyla Yelda ve Ateş’in yüz yüze gelmesi bir oldu. Ardından ileri atılarak hemen elleri altında duran boğazı sıktı Ateş. Şu an yaptığı doğru bir şey değildi belki de ama karşısındakini bir insan olarak bile göremiyordu.
“Nazlı nerede?” dedi ve biraz daha sıktı tuttuğu boğazı.
Yelda’nın elleri boğazını sıkan kolları tutup kendinden uzaklaştırma çalıştı ama başarılı olamadı. Ardından Murat ve Kadir’in güç bela ayırabilmesiyle Hasan hızla Ateş’in önüne geçti. İçten içe onlar da Ateş’i tutma taraftarı değillerdi ama arkadaşlarının da katil olmasını istemezlerdi.
Öksürüklerinin arasında güç bela nefesini düzene sokmaya çalışan Yelda, “Ne Nazlı’sından bahsediyorsun! Manyak mısın sen? Bu soruyu kime sorduğunun farkında mısın? Bana ne o kızdan,” dedi sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi.
Fakat onunda bilmediği bir şey vardı ki hiçbir sır sonsuza kadar saklı kalamazdı. O gece ne Yelda ne de Selçuk kendilerini çeken araç kamerasından haberdardılar. Sadece birkaç dakika sonra ise Yelda bunu acı bir şekilde öğrenecek ve kendi hırslarının kurbanı olacaktı.
“Bana maval okuma kızım! Senin ne olduğunu, neden burada olduğumuzu herkes biliyor. En çokta sen,” dedi tekrar Yelda’nın üstüne yürüyen Ateş. “Sen bizim neden burada olduğumuzu biliyorsun. Şimdi söyle, o Selçuk p*ştu Nazlı’yı nereye götürdü? Nerede saklıyor, söyle. Hemen!”
“Benim hiçbir şey bildiğim yok! O kıza da ne olduğu umurumda değil! Demiştim sana o kız seni taşıyamaz demiştim. Bak, belli ki kaçmış işte,” derken lafını tamamlayamadı. Bunun sebebi ise binanın bile koridorlarında yankı yapacak kadar güçlü bir tokadın yanağına inmesiydi.
Yasemin attığı tokadın ardından Yelda’nın saçlarının bir kısmından tutup yüz yüze gelmelerini sağladı. Kimse ondan böyle bir şey beklemediği için ortamda resmen bir ölüm sessizliği vardı. Yasemin yüz yüze geldiği Yelda’ya, “Biz her şeyi biliyoruz Yelda, zaten bildiğimiz için buradayız ya. Bunun sen de farkındasın değil mi?” diye sordu fısıltıyla.
Yasemin’in sesi fısıltılıydı ama söyledikleri bütün apartman duvarlarına çarptı ve hepsi teker teker Yelda’nın yüzünün renginin değişmesini sağladı. Blöf yaptıklarını düşünüyordu karşısındaki insanların. Ağzını aramak için burada olduklarına inandırmaya çalışıyordu kendini.
“Murat, Kadir,” diye seslendi arkadaki ufak kalabalığa. “Şunun kollarından tutun. Bir yere kaçmasın,” der demez Yelda’nın kollarından tuttu ikili. “Dün akşam sen ve o kameralara yakalanmışsınız. Kabak gibi gözüküyorsunuz. Şimdi sen o küçük aklınla senden laf almak için burada olduğumuzu düşünüyorsan diye bil istedim. Akşamdan beri polisler her yerde Nazlı’yı arıyorlar. Ararken buldukları kamera görüntülerinde sen de varsın. Nazlı’nın babasının Agah Arslanoğlu olduğunu bilmiyorsun değil mi?” derken Yelda’nın anbean değişen yüzü ve atan rengi şimdi Yasemin’e zevk veriyordu. Anlamasını istiyordu, ne kadar büyük bir yanlış yaptığını anlamasını istiyordu.
“Senin için yolun sonu Yelda. Umarım aşağıdaki polislere bildiğin ne varsa anlatırsın, yoksa eminim ki Agah amcanın senin o delikte çürümen için elinden gelen ne varsa yapacağını bizzat yaşayarak göreceksin.”
Birkaç saniye sonra gelen polisler kapının önündeki kalabalığı görünce afallasa da “Yelda Yılmaz?” diye sordu, kapıda kollarından tutulan kadına.
“Be- benim,” dedi kekeleyerek.
“Sizi, Nazlı Çiçek Arslanoğlu’nun kaçırılmasında yardım sebebiyle gözaltına alıyoruz. Lütfen zorluk çıkarmayın,” diyen memurla, Yelda için artık her şey bitmişti. Yelda’nın bir polis memuru tarafından kelepçelenerek tutuklanması, polis memurunun Yelda’nın haklarını anlatması ve ekip aracının önüne getirilmesi sadece birkaç saniye sürmüştü. Herkes arabanın etrafında toplandığında günün aymasıyla mahalleye gelen polisleri merak eden mahalleliler de evlerinin camlarından film izler gibi Yelda’nın tutuklanmasını izliyordu.
Yelda araca bindirilmeden önce bir daha fırsat bulamayacağını bildiğinden son kez konuşmak için “Ateş,” diye seslendi.
Ateş ise belki bir umut Nazlı’yla ilgili bir şey söyler diye onu dinliyordu fakat Yelda’nın her bir söyledikleri delirmesini sağlıyordu.
“Hatırlıyor musun? Nazlı’nın yine ortalıktan kaybolduğu zaman sana ‘o kız seni taşıyamaz’ demiştim hatırlıyor musun?” diye sordu.
Hatırlamıştı. Nazlı’nın bir kardeşi olduğunu öğrendiği günden bahsediyordu. Yine her yerde onu aradığı zaman Yelda ortaya çıkmış ve saçma sapan konuşmuştu. Fakat Ateş o zaman ne dediğini de hatırlıyordu.
“Hatırlıyorum,” demişti sadece.
“O zaman, bana ne dediğini de biliyorsun?” deyince, “Evet,” demişti sadece.
“Bana ‘Benim de senin gibi hem gönlü, hem midesi, hem de yatağı geniş insanlarla işim olmaz. Bunu o küçük aklına iyi sok,’ demiştin. Nasıl?” dedi ve sinsi bir tebessüm kondurdu dudaklarına. “Aklım o kadar da küçük değilmiş, öyle değil mi? Bana o gün öyle söylemeyecektin Ateş. Zaten seni ona kaptırmışken beni bu kadar küçük görmeyecektin. Şimdi artık o da sana sahip olamayacak,” dedi ve kahkaha attı. “Ben sana sahip olamadıysam o da sahip olamadı. Ben kazandım.”
Polisler bu konuşmanın uzamasına daha fazla müsaade etmeyerek Yelda’yı hızla arabaya bindirip emniyete götürmek için yola çıktılar. Fakat onu orda bekleyen bir avukat ordusundan habersizdi. Agah Arslanoğlu’nun kızı için neler yapacağına bizzat şahit olacaktı. Emniyete adımını attığı an bir daha uzun bir süre gün yüzü göremeyeceğini anlayacak ve hapishanede geçirdiği ilk gecede hırslarının kurbanı olduğu için cehennemin ne demek olduğunu anlayacaktı.
Ateş öylece olduğu yerde kalırken duyduklarını hazmedemedi. Öylece kalakalırken olduğu yerde dizlerin üstüne çöktü. Düşünemiyor, nereden başlayacağını bilmiyordu.
*********
Nazlı’dan
Bedenim; kilolarca yük taşımışçasına sızlıyor, göz kapaklarım birbirine yapışmışçasına açılmamak için ısrar ediyordu. Sanki bedenim bile şu anki durumu kabul etmemek için tepki gösteriyordu. Fakat ne yazık ki her şey gerçekti.
Olduğum yeri bir an için yadırgadım. En son sırtımı yasladığım duvarda ağlayarak uyuya kalmıştım. Fakat şu an hissettiğim şey yumuşak bir şeyin üstünde olduğumdu. Saçlarımda hissettiğim ellerle hızla gözümü açtım ve yatakta gidebileceğim kadar uzağa gittim.
Önümdeki gölgeye baktığımda yeni uyanmış olmanın verdiği görüş bozukluğunu birkaç kere gözlerimi kırparak giderdim. Şimdi ise görüşüm daha netti. Gördüğüm yüz karşımdaki ruh hastasının yüzü olduğu için bir an yaptığım hareketten pişman oldum.
“Neden yerde uyudun? Her yerin tutulacak.”
Cidden, ciddi psikolojik sorunlara sahip birisiydi. Beni de akıllısı bulmazdı zaten.
“Bundan sana ne?”
Verdiğim bu cevap onu sinirlendirmişti. Bunu kasılan çenesinden ve belirginleşen boyun damarlarından anlamak zor değildi.
“Konu sen isen bana sana ne diyemezsin Nazlı.”
Yatakta biraz daha geri çekilirken ayak bileğimden tutmasıyla az önceki halimi almam sadece saniyeler sürmüştü. Hızlı davranıp bacaklarımın üstüne oturduğunda çığlık atmam bir olmuştu.
“Ne yapıyorsun? Bırak beni, bırak!”
Ellerimle onu üstümden itmeye çalışırken bileklerimden tutup başımın üstünde birleştirdi. Tek eliyle sabitlediğinde korkum kat be kat arttı.
“Bırak,” dedim fısıltıdan farksız bir sesle. Şu an için bağırmanın faydasından çok zararının dokunacağına emindim.
“Seni bırakmak için buraya getirmedim Nazlı,” derken boşta kalan elleri yüzümde geziyordu. Parmaklarının sırt kısmıyla bütün yüzüme dokunuyordu ve bu hareketi yüzümü yırtma isteğimi körüklüyordu.
“Korkma, sana sen istemediğin sürece asla dokunmayacağım. Ama bunun için kokuna ihtiyacım var,” dedi ve yüzü boynumun sol tarafına gelirken ben ise başımı sağ tarafa çevirmiştim.
“Bu haldeyken korkmamamı nasıl söylersin?”
Sorduğum soru bence mantıklıydı. Ona da öyle gelmiş olacaktı ki yüzünü yüzüme hizalandırıp, “Sormam ve emin olmam gereken bazı konular var. Ve ben bu sorularımın cevabını ancak bu şekilde senden alabilirim sevgilim.”
Korku içinde ona baktığıma emindim. O da gözlerimdeki korkuyu net bir şekilde görüyordu. Bu yüzden biraz mesafe bırakacak şekilde üzerimden doğruldu, fakat hâlâ bacaklarımın üzerinde oturuyor ve ellerimi bırakmıyordu.
“Benden kaçmana korkmana dayanamıyorum,” dedi. “Şimdi soracağım soruya gelecek olursak, Ateş’le ne kadar ileriye gittiniz?”
Sorduğu soru kafamda şimşekler çakmasına sebep olurken sorunun neyi ima ettiği gayet net ve açıktı.
“Ne?” diyebilmekten öteye gidememiştim.
“Kızgın hâlimi görmeni istemiyorum. Bu yüzden gayet açık olan sorumun cevabını versen iyi edersin Nazlı. Ateş’le ne kadar ileriye gittiniz,” dedi ve elini karnıma yasladı. Bu hareketiyle istemsizce karnımı içime çekerken bu daha çok bastırmasına sebep oldu. “Burada bir pi*in bulunma ihtimali var mı, yok mu?”
Bu sorusu beni öyle bir ürpertmişti ki sanki sonrasında ne söyleyeceğini görebiliyor gibiydim.
“Bana doğruyu söylesen iyi yaparsın sevgilim, çünkü beni inandıramazsan eğer bizzat ben sorumun cevabını öğrenmek zorunda kalabilirim.”
Böylece bana açık açık dokunacağını söylemiş oldu. Eğer istediği cevabı vermezsem ve inandıramazsam kontrol etmek için bana dokunacaktı.
“Bunları bana az önce, sana sen istemediğin sürece dokunmayacağım diyen adam mı söylüyor?”
“Bana cevabını verdiğin sürece dediğimi yapacağım.”
“O dediğin şey hiç kimseyle yaşanmadı. Karnımda bir çocuğun olma ihtimali bile yok,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Sana doğruyu söylüyorum ama bana inanmayıp gerçeği kendin öğrenmeye kalkarsan eğer bu odaya bir dahaki gelişinde bulacağın şey cesedim olacak. Şimdi bana inanıyor musun, yoksa ileriye gidip kendin mi öğreneceksin?”
Gözlerinin içine bakarak söylediğim şeylere inanmış olacak ki dudağının kenarının hafifçe kıvrıldığını görmek bile midemi bulandırmıştı. Karnımda duran eli tekrar yüzüme geldiğinde başımı hızla ters yöne çevirmiştim ama bu onu durdurmadı. Eli ile çenemi tutup yüz yüze gelmemizi sağladı.
“Sana inanıyorum Nazlı ama emin olmalıydım. Öyle bir durum söz konusu olsaydı eğer en kısa sürede ondan kurtulmalıydım. Beni anlıyorsun değil mi? Seni hiç kimseyle paylaşamam sevgilim. Ne Ateş’in pi*iyle, ne de başka bir bebekle. Sen sadece bana aitsin. Seni kendi çocuğumuzla bile paylaşmam, paylaşamam.”
Söyledikleri aklıma ve bedenime o kadar ağır geliyordu ki korkum bambaşka bir seviyeye ulaşmıştı. Zaten akıl sağlığının yerinde olmadığını anlamıştım. Fakat bu söyledikleriyle ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Onunla nasıl baş edeceğimi de, bu süreçte ne yapacağımı da bilmiyordum.
“Beni neden böyle seviyorsun? Nasıl?” diye sordum gayrı ihtiyari. Bunun adının sevgi olmadığını da biliyordum elbette. Fakat onun kafasındaki işleyişe göre beni seviyordu. Bunu yok sayarsam ya da görmezden gelirsem eğer benim için tehlikeli olabilirdi. Dayanmalıydım. Ateş gelene kadar, birileri beni bulana kadar dayanmalıydım.
“Anlatacağım sevgilim. Sana unuttuğun aşkımızın nasıl başladığını anlatacağım.”
*********
“Benim yüzümden,” diyen Ateş’in sessiz çığlığını yine arkadaşları duydu.
Dizlerinin üzerinde öylece yıkılmışken olduğu yerde “Benim yüzümden,” diye söylenmekten başka hiçbir şey diyemiyordu.
“Ne senin yüzünden Ateş, ne diyorsun sen?”
Kadir olduğu yerde öylece tek bir noktaya bakıp sayıklayan arkadaşının yanına çöktüğünde omuzlarından sarsıp kendine getirmeye çalıştı. Fakat bunların hiçbiri kar etmezdi. Ateş, kendi düşüncelerinde çoktan boğulmaya başlamıştı. Yelda’nın söyledikleri ona ağır gelmişti.
“Ben eğer o gün o kadar ağır konuşmasaydım onunla şimdi Nazlı’m yanımda olurdu. Ellerimi tutardı, gözlerime bakardı. Benim kollarımda olurdu. Benim yüzümden oldu,” dedi ve ardı ardına sert iki tokadı kendi yüzüne çarptı.
Afallayan Kadir iki tokadın ardından Ateş’i tutmaya çalışsa da tek başına gücü yetmedi. Murat’ta diğer yanına geçtiğinde Ateş’in kollarından güçlükle tutuyorlardı.
“Bırak!” diye bağırdı tüm gücüyle Ateş. “Bırakın beni! Benim yüzümden Nazlı burada değil, bırakın!”
Ateş’in bu hâline daha fazla dayanamayan Hasan, Ateş’in hizasına geçip ona sert bir yumruk attığında tüm sesler kesildi.
“Şu an dağılmaya hakkın yok. Kendini suçlamaya hakkın yok. Kendini kaybetmeye hiç hakkın yok. Nazlı’yı bulana kadar o aklını başında tut ve kendine gel. Daha yapılacak çok iş var. Benim canımı daha fazla sıkma ve bir an önce kendine gel. Hemen!”
Hasan’ın uyarısı ve yediği etkili yumrukla kendine geldi Ateş. Adı gibi Ateş olması gerekiyordu. Aklını kullanmalı ve Nazlı’yı bir an önce bulmalılardı.
“Polis ekipleriyle konuştuk,” diyen Akın ortamdaki sessizliği bozmuştu. “Şüphelimizin Selçuk olduğunu söyledik ama olaydan uzun zaman önce mahalleden ayrıldığı için yeni evini bulup ifade vermesi için çağıracaklar.”
Ateş’in o an aklına düşen soruyla bu seferki hedefi Selçuk’un evi oldu. Koşar adımlarla çok uzakta olmayan Selçuk’un evinin önüne geldiğinde hemen karşıdaki müstakil evin kapısını çaldı. Yıllar önce Selçuk bu eve taşındığında evi satın aldığına dair bir şeyler duymuştu. Şimdi ise bunun doğruluğundan emin olmak istiyordu.
Alacaklı gibi çaldığı evin kapısı açıldığında kendi yaşlarında bir adam kapıyı açmıştı. Adamın arkasında korkarak bakan kadınla ise kısa bir an için mahcup olsa da adama bakıp sormak istediği soruyu sordu.
“Ne oluyor kardeşim burada? Niye kıracak gibi çalıyorsun kapımı, sen kimsin?”
“Kusura bakmayın lütfen. Ben yalnızca bir şey öğrenmek için çaldım kapınızı,” dedi ve asıl konuya geldi. “Karşınızda oturan Selçuk denilen adamı tanıyor musunuz? O ev ona aitmiş doğru mu?”
Kısa bir an için birbiriyle bakışan çiftin odağı tekrar Ateş olurken bu sefer konuşan kişi kadın olmuştu.
“Evet, o evin sahibi Selçuk Bey’di. Buradan taşınalı çok oldu ama evi kiralayacak ya da satacak mısınız diye sorduğumuzda hiçbir şey yapmayacağım demişti,” dedi.
İstediği cevabı alan Ateş, “Lütfen kusura bakmayın. Tekrar özür dilerim iyi günler,” dedi ve oradan ayrılırken tekrar kadının konuşmasıyla adımları duraksadı.
“Pardon, o adamı neden arıyorsunuz?” diye sorduğunda tekrar çifte doğru yönelmişti.
“Neden sordunuz?” diye bu kez de Ateş sorunca kadın tereddütte olsa da Ateş’in sorusunu cevapladı.
“O adam pek normal biri gibi değil,” demesiyle Ateş’in içini kaplayan korku daha da büyümüştü. Selçuk denen adamın ruh hastası olduğunu zaten tahmin edebiliyordu ama bunu bir başkasından duymak daha çok endişelenmesine sebep olmuştu. Nazlı’sı, yâri resmen bir manyağın elindeydi.
“Bunu söyleme sebebiniz ne?” diye soran Ateş’e duymak istemeyeceği türden cevap vermişti.
“Ben psikiyatrım. Daha önce kendisiyle birkaç kez denk gelmiştik eşimle. Sohbet ederken yalnız yaşayıp yaşamadığını sorduğumuzda bir süredir yalnız yaşadığını ama yakın bir zamanda da eşinin geleceğini söylemişti. Mesleki deformasyondan mıdır bilemem ama bana biraz tuhaf gelmişti hali tavrı.”
Kadının bu söylediklerinden sonra teşekkür ederek yanlarından ayrılmıştı. Geride kalan arkadaşlarının çifte kısaca olanlardan bahsedeceğini biliyordu. Bu yüzden vakit kaybetmeden karşıda kalan Selçuk’un evinin önüne dayandı.
İlk önce etraftaki saksıların altına ve doğalgaz kutusunun etrafına baksa da yedek anahtar bulamadı. Peşinden gelen arkadaşları, “Adam sözde taşınmış ama ne taşınırken bir gören var ne de nakliye için gelen. Muhtemelen ne var ne yoksa burada bıraktı.”
Murat’ın bu sözüyle daha da sinirlenen Ateş, birkaç omuz darbesinin ardından kapıyı kırmayı başarmıştı. Küçük holden geçtiklerinde salon ve mutfağın bir olduğunu ve birçok yerin beyaz çarşafla örtüldüğünü gördü. Fakat Ateş’in aradığı şey bir izdi. Yukarıda odaların olduğunu bildiğinden hızlıca merdivenleri çıktı.
Solunda kalan ilk odaya girdiğinde yatak odası olduğunu gördü. Komodini ve çekmeceleri karıştırdı ama bir şey bulamadı. Sırayla bütün odalara baktı fakat bir sonuç alamadı. O sırada Yasemin’in ona, “Ateş!” diye bağırmasıyla üst kattan inip sesin geldiği yöne doğru gitti. Ve o an mutfak tarafında kalan ve alt kata inen merdivenlerle karşılaştı.
Bir kez daha “Ateş!” diye seslenilmesiyle merdivenleri inip hızla Yasemin’in olduğu odanın kapısını açmasıyla ilk fark ettiği şey herkesin burada olmasıydı.
“Ne oldu?” diye sordu. Fakat kimsenin cevap vermesine gerek kalmadan ne olduğuna bizzat kendi gözleriyle şahit olmuştu.
Duvarlar boydan boya Nazlı’nın fotoğraflarıyla kaplıydı. Her yerde Nazlı’nın fotoğraflarını gören Ateş ne yapacağını şaşırmıştı. Her bir fotoğrafın yeri zamanı birbirinden farklıydı. Daha yakından baktığında hepsinin altında bir tarih olduğunu gördü. Bazı fotoğraflar birkaç aylıkken bazıları yıllar önce çekilen fotoğraflardı.
“Ne oluyor lan burada?”
Herkes şaşkınlık içerisinde odadaki fotoğraflara bakıyordu. Tavanda dâhil olmak üzere duvarlar boydan boya Nazlı’nın fotoğraflarıyla doluydu. Odanın ortasında ise sadece yatak vardı. Fotoğrafların azınlık sayılabilecek küçük bir kısmında Yasemin, Orhan ve mahalledeki diğer insanlar da vardı.
“Polisi aramalıyız,” dedi Akın. “Polisi hemen aramalıyız.”
“Sakın hiç kimse bir şeye dokunmasın. Bunların hepsi delil, herkes derhal dışarı çıkıyor. Hemen!”
Çağatay’ın söyledikleri Ateş’in bir kulağından girip diğer kulağından çıkarken onun gözü sadece bir fotoğraftaydı. Nazlı’nın kapısının önünde hastanedeki Orhan’ın yanına gitmek için konuştukları andan bir fotoğrafta. Fotoğrafta kendisi de vardı ama yüzü fotoğraftan kazınmıştı. Zaten şu an fotoğraftaki kendisini görecek halinin de pek olduğu söylenemezdi. Ateş o an kendisine gülümseyerek bakan Nazlı’ya bakıyordu. Elleri titreyerek fotoğraftaki Nazlı’nın suretini bulurken fotoğraf üzerinden sevdi Nazlısını.
“Seni sadece böyle fotoğraflardan sevmeye o kadar korkuyorum ki Nazlı, çok korkuyorum. Ne olur dayan. Her neredeysen dayan. Lütfen.”
Adım sesleri duyulurken konuşma sesleri de netleşiyordu. “Siz,” dedi polislerden biri. “Ne yapıyorsunuz burada? Nasıl girdiniz içeriye?”
“Burası Selçuk Ertekin’in sözde taşındığı evi. Burası ona aitmiş. Duvardaki fotoğraflardan da anlayacağınız üzere Nazlı’nın ortadan kaybolmasına sebep olan kişi.”
Akın’ın açıklamasının ardından bir baş sallamasıyla onayladı onu. “Siz yapacağınızı yapmışsınız. Bundan sonrası artık bizde, şimdi lütfen burayı boşaltın. Bir iz bulmak için arkadaşlar arama yapacaklar.”
Ateş odayı terk etmeden önce, “Yukarısı biraz dağıldı. Arkadaşlarınız kusura bakmasın,” dedi ve önce odadan, sonra da evden çıktı.
“Akın, Çağatay. Sizden bir şey isteyeceğim, yapabilir misiniz?” diye soran Ateş’le, “Söylemen yeterli,” dedi Akın.
“Selçuk şerefsizinin üstüne kayıtlı herhangi başka bir ev ya da arsa var mı diye bakabilir misiniz?” diye sordu Ateş.
“Bakarız bakmasına ama öyle bir yer olsa bile Nazlı’yı orada tutacağını sanmıyorum,” dedi Akın.
“Neden peki?”
Murat’ın bu sorusuna ise en basitinden cevap verdi. “Ateş’in şüpheli olarak kendisini söyleyeceğini tahmin etmesi zor değil. Polisinde bu şüpheler doğrultusunda Selçuk’un mal varlıklarını araştıracağını bilir. Bu yüzden üstüne kayıtlı herhangi bir yerde Nazlı’yı tutmaz.”
Akın’ın yaptığı açıklamayla herkesin sinirleri gerilirken Çağatay yaptığı konuşmasını sonlandırarak Ateş’lerin yanına geri döndü.
“Nazlı Rize’de Selçuk’u gördüğünü söylediğinde bir arkadaşıma Selçuk’u araştırması için ricada bulunmuştum. Az önce de onunla konuştum, durumlardan haberdar. Selçuk’la ilgili bir şeyler bulduğunu söylüyor. Önemliymiş, buraya geliyor. Murat’ın çay bahçesinin adresini verdim.”
“Tamam o zaman,” dedi Yasemin. “Hadi hemen konuşalım.”
********
Nazlı’dan
“Gel benimle,” dedi ve elini uzattı.
Bir ona bir de eline bakarken yavaşça yataktan doğruldum ve mesafe bırakarak karşısında durdum.
“Nereye?” diye sorarken bana uzattığı elini yumruk yaparak indirmiş ve eşofmanının cebine sokmuştu.
“Dedim ya sevgilim, sana unuttuğun aşkımızı anlatacağım diye. Ama bunun için biraz yardıma ihtiyacım var. Bu yüzden seni bir yere götürmem gerek,” dedi ve sağ eliyle kapıyı gösterdi. “Önden hanımlar.”
Birkaç adımda önüne geçip kapıya doğru yürümüştüm. Kapının yanına geldiğimizde kilitli olduğunu düşündüğümden yana kayacakken, “Kapı kilitli değil, açabilirsin,” dedi.
Kapıyı açıp yavaş ve sakin adımlarla odadan çıktığımda, “Ne zamandır buradayız biz?” diye sordum.
“Neredeyse bir gün,” diye cevap verdi. Akşam kaçırıldığımı ele alırsak gün bittiğinde tam bir gün burada olmuş olacaktım.
“Odaya bir saat koyar mısın?” diye sordum. “Orada hiçbir şey yok. En azından saatin kaç olduğunu bilmek istiyorum.”
Bu sırada merdivenleri inmiş ve evin salonunda öylece duruyorduk. Oldukça sade döşenmiş eve bakıyordum. Salon ve mutfak birdi. Salonda sadece karşılıklı ve çapraz kalacak şekilde duran geniş ikili koltuklardan üç tane vardı. Ortada da ahşaptan olduğunu varsaydığım kare bir sehpa vardı ve duvara monteli bir televizyon.
“Olur,” dedi birden. Aniden konuşmasıyla hafif irkilsem de kendime gelmiştim. Etrafı incelerken dalgınlığıma gelmiş, bir an için ne sorduğumu da unutmuştum. Daha sonra odaya bir saat istediğim aklıma gelince sadece başımı sallamıştım. Hemen sağ tarafımda kalan dış kapıyı gördüğümde bunu belli etmeden ona doğru döndüm.
“Sen bana anlatmadan önce mutfaktan içmem için su getirir misin? Biraz susadım da,” diyerek mutfağa gitmesi için umut ettim. Sesimi olabildiğince düz bir tonda tutmak benim için oldukça zordu. Zordu çünkü hiçbir şey anlamaması gerekiyordu.
Sırf bir şeyleri anlamasın diye koltuklardan birine doğru gittim ve bana en yakın olan, mutfağı gören koltuğa oturdum.
“Tamam sevgilim, ben şimdi sana suyunu getiriyorum,” dedi ve mutfağa doğru yöneldi. Gözden kaybolduğu an bu benim için tek fırsat olabileceğinden hızlıca kapıya doğru ses çıkarmamaya dikkat ederek koştum. Kapıyı açmaya çalışırken özellikle dikkat etmeye çalışıyordum ama kapı bir türlü açılmıyordu.
Lanet olsun! Bu kapı kilitliydi. Yakalanmamak için aynı hızla az önceki yerime oturduğumda birkaç saniyeyle mutfaktan çıktı. Resmen kıl payı kurtulmuştum. Aramızda iki adımlık mesafe bırakıp suyu bana uzattığında ben istediğim için suyu almak zorunda kaldım.
Bardağı alıp bir iki yudum içerken sağ tarafta boydan boya cam olan pencerelere baktım. Daha sonra pencerelerin de kulpunun olmadığını fark etmem sadece üç saniyemi almıştı.
İki yudum içip, bardağı masaya bıraktıktan sonra ayağa kalktım. “Hayallerini yıkmak istemezdim sevgilim özür dilerim,” dediğinde neyi kast ettiğini anlamamıştım. O da anlamadığımı fark etmiş olacak ki, “Kapının kilitli olduğunu söylemeliydim. Üzgünüm,” dedi ve elimi tutup bir öpücük bıraktı.
Biliyordu. Allah kahretsin ki böyle bir şey yapacağımı biliyordu. İnkâr etmeliydim, bu bir tuzak da olabilirdi. “Kapı kilitli miydi? Bilmiyordum.”
Boşluğumdan yararlanarak tuttuğu elimi geri çekmeye çalıştığımda daha sıkı tuttu. Öyle sıkı tuttu ki parmaklarımdaki bütün kemiklerin kırıldığını düşünecek kadar sıkı tutmuştu.
“Nazlı!” diye bağırdığında irkildim. O da bunu fark edince derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı. “Lütfen dur,” dedi ve ellerimizi birbirine kenetledi. “Ayrıca yalan söylemek kötü bir şeydir sevgilim. Bu yaptığının elbet bir cezası olacak. Şimdi, buraya asıl gelme amacımıza geri dönelim.”
O önde elimi tutarak ilerlerken ben de arkasından ilerliyordum. Beni buraya en başında getirmenin sebebi sadece şu an gittiğimiz yeri görmek için değildi. Beni buraya getirdi ve kaçmam için, en azından denemem için bana izin verdi. Aklında kurduğu şey her ne ise başarılı olmuştu. Ben bilmeden onun istediği şeyi yapmış, resmen ekmeğine yağ sürmüştüm.
“Ceza mı, ne cezası?” diye sordum.
Önünde durduğumuz kapıyı açarken, “Onu da akşam öğreneceksin sevgilim,” dedi ve kilitli kapıyı açtı. Beni önüne alarak belimden tuttu ve ilerlememi sağladı. Karanlık odada hiçbir şey göremezken kulağıma eğilerek, “Gözlerini kapat ve ben aç diyene kadar sakın açma. Açarsan eğer cezan büyür,” dediğinde gözlerimi sıkıca kapatmıştım. Neler yapabileceğini kestiremediğimden korkuyordum. Ve korkum cesaretime ağır basıyor, bu yüzden de onun istediğini yapıyordum.
“Gözlerin kapalı mı sevgilim?” diye sordu.
“Kapalı,” dedim sadece.
Bir kapı kapanma sesinin ardından bir de ışıkların açılması için bir anahtar sesi duydum. Birkaç adımda öneme geçtiğini hissettiğimde, “Gözlerini açabilirsin sevgilim,” dedi.
Gözlerimi yavaş yavaş açtım ve önce ona sonra da odaya baktım ve gördüklerime inanamamıştım. Bu gördüklerimin hiçbirinin gerçek olmamasını istedim. Kötü bir kabusun içinde olmayı ve şu an yaşanan hiçbir şeyin gerçek olmamasını istedim ama gerçekti.
“Şimdi sana bizi anlatacağım sevgilim.”
******
Çağatay’ın söylediklerinden sonra hepsi çay bahçesinde toplanmıştı ve Çağatay’ın arkadaşının gelmesini bekliyorlardı.
“Sen ne zaman kalkıştın bu işe, bize neden söylemedin?” diye sordu Akın.
“Böyle bir şeyin yaşanacağını tahmin etmiyordum ama olurda bir şey olursa diye ne kadar çok şey öğrenirsek o kadar iyi olur diye düşündüm. Ortalığı da velveleye vermek istemedim, açıkçası bu bilgileri de kullanmak zorunda olmaktan korktum,” dedi Çağatay.
Ateş durduğu yerde duramayıp olduğu yerde volta atarken, “Ateş, yeter artık. Bir dur durduğun yerde. Benim başım döndü sana bakarken,” dedi Tolga.
“Karışma,” dedi, Kadir. “Ateş, Nazlı’yı bulana kadar kimse karışmasın.”
Çağatay’ın arkadaşı nihayet geldiğinde hızlı bir selamlaşma ve tanışmanın ardından esas konuya gelmişlerdi.
“Oğuz, bu Ateş. Nazlı’nın sevgilisi. Kadir, Murat, Hasan ve Tolga. Nazlı’nın babası Agah ve kardeşleri,” diyerek herkesi kısmen tanıştırmıştı. Birkaç saate önce ise zor zahmet ikna ederek Sedef’i ve Gülendam’ı eve yollayabilmişlerdi.
“Öncelikle geçmiş olsun. Umarım Nazlı bir an önce bulunur,” diyerek iyi dileklerini sundu.
“Eyvallah, henüz geçmedi ama geçecek. Nazlı’yı sapasağlam bulduğumuz an geçecek. Sen bir şeyler bulmuşsun o şerefsiz hakkında. Ne buldun?” diye sordu Ateş.
“Ben de bunu anlatmak için buraya geldim,” dedi ve çantasından bir dosya çıkardı. “Bunu yapmam kurallar gereği doğru değil ama şu an bunun bir önemi yok zaten o yüzden bulduğum ne varsa anlatacağım,” dedi ve dosyayı Çağatay’a verdi.
Akın ve Çağatay dosyaya bakarken Oğuz’da diğerlerine anlatmak için konuşmaya başladı. “Selçuk Ertekin, eski adıyla Anıl Demiroğlu,” dediğinde herkes bir an için şaşkınlıktan ne yapacağını bilememişti.
“8 Mayıs 1992 doğumlu. Yaklaşık dört yıl önce ismini Selçuk Ertekin olarak değiştirmiş. Sebebi ise aile içi anlaşmazlık olarak belirtilmiş,” dediğinde herkes Oğuz’u dinliyordu.
“Babasının adı Ahmet mi? Ahmet Demiroğlu mu?” diye sordu Agah.
“Evet,” dedi Oğuz. Ama daha önemli bir şey daha var. “2007 yılında on beş yaşındayken bir yıllık bir hastane kaydı var. Rahatsızlığının sebebi gizli tutuluyor. Dosyada yazan majör depresyon. Fakat bunun doğruluğundan emin değilim. Bir yıl kaldıktan sonra on altı yaşındayken hastaneden taburcu oluyor. Bir daha da kaydı bulunmuyor. Ne eski adıyla, ne de yeni adıyla.”
“Sen ne düşünüyorsun peki?” diye sordu Çağatay. “Ya da ne biliyorsun?”
“Araştırmalarıma ve duyduklarıma göre Selçuk Ertekin, kronik şizofreni hastası.”
Bacakları Ateş’i taşıyamayarak olduğu yere çökmesine neden olurken herkes duyduklarıyla baş etmeye çalışıyordu. Nazlı’yı kaçıran kişinin gerçekten ruh hastası olduğu tescillenmişti.
Yazmak günler haftalar, kopyala yapıştır yapmak bir dakika. :((
Oy ve yorumlarınızı bekler, bölümü nasıl bulduğunuzu merak ederim efenim. Bu arada Ateş'in neden pişmanlık duyacağını da bu bölümde öğrenmiş olduk. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Hoşça kalın :))
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |