33. Bölüm

33. Bölüm

İsimsiz Biri
okuyan_bir_insan

“İnsanı ateş değil kendi gafleti yakar; herkeste kusur görür kendisine kör bakar.”

Mevlana

 

Skiyiçkimi skiyiçikimi

(Yavrum yavrum)

Ma mu p'a do so vida gûli

(Ben ne yapayım nereye gideyim gülüm)

Ma uskaneli varmaxenet'u

(Ben sensiz yapamazdım)

Vargiçkit'uyi bereçkimi yaa

(Bunu bilmiyor muydun evladım oy)

 

Nazlı’dan

 

Kararlar alınır, kararlar verilir. Bazıları pişman eder, bazıları ise ‘neden daha önce almadım’ dedirtir.

 

“Uyumadığını biliyorum,” dedi. Konuşması saniyeler önce bitmiş, sessiz bir şekilde duruyordu.

Ben duyduklarımı sindirmeye çalışırken bir yandan ona katlanmak zorunda olmak benim için oldukça zordu. Gözlerimi açıp ondan tarafa döndükten sonra yatakta hafif doğrularak sırtımı yatak başlığına yasladım. Ellerimi çözdüğünü anlamam bile birkaç dakikamı almıştı.

Bileklerimi sıkı bağladığı için hafif sızlayan yerleri okşarken, “Uyumadığımı nereden biliyorsun diye sormayacak mısın?” diye sordu.

“Sadece bir soru hakkım mı var?”

“Senin her şeye hakkın var. Ne sormak istiyorsan ya da ne yapmak istiyorsan yapabilirsin. Ama bir şartla tabi, benim yanımda benimle beraber.”

‘Çenen çekilsin, ağzın tutulsun.’

“Eğer duyduklarım doğruysa ki asla doğru olmasını istemiyorum, beni buradan götürebilmek için birisini mi öldürteceksin?”

“Aslında bu konuşmaya şahit olmaman gerekiyordu ama anla istedim. Senin için neler yapabileceğimi, seni ne kadar çok istediğimi anla istedim. Sorduğun soruya gelecek olursak,” dedi ve ucunda oturduğu yatakta kayarak bir karış mesafe kalacak şekilde yaklaştı. “O kadar da kötü biri değilim sevgilim. Sadece daha önce ölmüş ve sana benzeyen birini arıyorum o kadar. Hiç tanımadığımız biri bizim aşkımızda yardımcı olacak sadece,” dedi ve gülümsedi.

“Sen,” dedim ve sakin kalmaya çalışarak, “Gerçek bir ruh hastasısın. Senin aklın hasta değil, bedenin değil. Senin ruhun hasta, sen kurtulamayacak bir vakasın.”

Gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama benim onun gözlerinde bir kırılma gördüğüm kesindi. Bu kırılma söylediğim sözlerden alınan birisinin kırılması değil de daha çok söylediklerimle bir şeylerin farkına vardığında yaşadığı aydınlanma gibi bir şeydi.

“Ayrıca seninle bir yere geleceğimi de nereden çıkardın. Beni buraya getirdiğin kadar kolay olmayacak bu sefer biliyorsun değil mi? O zaman gafil avlanmıştım.”

Bir süre öylece baktı. Bir şeyleri tartar gibiydi. Daha sonra ise yataktan kalkmadan önce, “Merak etme sevgilim. Emin ol benim için seni başka bir yere götürmek buraya getirmekten daha kolay olacak. Ben nereye gideceksem seni de oraya götüreceğim. Neresi olursa olsun fark etmez. Ayrıca sana sormak istediğim bir şey var. Rize’deyken beni gördün, o zaman babana neden bir şey söylemedin? Bence sen de içten içe beni istiyorsun. Bunu bir düşün tamam mı?” dedi ve yataktan kalktı. “Ben şimdi sana yemeğini getireceğim. Sen de o zamana kadar dediklerimi düşün.”

Odadan çıkıp giderken kilit sesini bile duyamayacak kadar zihnim meşguldü. Sahi ben babama neden onu gördüğümü söylememiştim? Selçuk’un böyle bir şey yapacağına ihtimal vermediğim için mi? Kendime çok güvendiğim için mi? Mutluluğum bölünmesin diye mi?

Karar almıştım. Bu karar şu anımı da etkilemişti. Yanlış yapmıştım. Söylemeliydim. Pişmandım.

 

*******

 

İlahi Bakış Açısı

 

1 Hafta Sonra

Geçen bir hafta boyunca polislerin ve Agah Bey’in eline geçen birkaç boş adresten başka hiçbir gelişme yaşanmamıştı. Tabii kızının yokluğu her geçen saniye Sedef Hanım’ı fazlaca yıpratmış ve bu yıpranmanın sonucunda çıkan tansiyonunu düşüremedikleri için hastanede tedavi görüyordu.

Nazlı’nın kardeşleri ise gücünü ve medyayı kullanarak günler öncesinde Nazlı’yı bulabilmeleri için her yeri ayağa kaldırmışlardı. Nazlı’nın ve Selçuk’un fotoğraflarını basında ve sosyal medyada duyurarak ablalarının kaybolduğunu ve görenlerin polislerle iletişime geçmesini söylemiş, şimdi de haber bekliyorlardı. Memleketlerinde ise bir arama ordusu var denilecek kadar çokça insanla beraber her yer didik didik aranıyordu. Çevre köyler ve ilçelerdeki insanlara varıncaya kadar haber edilmişti.

Şimdi ise herkes günlerdir çıkmadıkları Murat’ın çay bahçesinde idiler. Çağdaş büyük çocuk olduğundan dolayı hastanede annesin yanında kalsa da onun da aklı herkes gibi gelecek en ufak haberdeydi.

Dört masa yan yana dizilmiş başta Agah olmak üzere sırayla Haluk, Handan, Murat’ın anne ve babası, Nazlı’lar mahalleye ilk geldiklerinde yardım eden Ateş’in arkadaşları ve diğer herkes. Nazlı’yı tanıyan ve seven herkes bir umut bekliyordu. Hiç kimse evine sığamıyor, haber gelirse diye hep bir arada bekliyorlardı.

“Ablam,” dedi Cemre, “Acaba nasıldır şimdi? Onu aradığımızı hissediyordur değil mi?”

“Hissediyordur tabi kızım, bu da soru mu şimdi?” diye tersledi kardeşini Emre. Onun da aklından çokta farklı sorular geçmiyordu hâlbuki.

“Bir şey olmamıştır ona değil mi? Sonuçta o adam,” derken hızla sözü kesildi Cemre’nin. “O itten adam diye bahsetme Cemre.”

Tahir’in öfkeli sesi herkesin iç sesiydi. Oturduğu sandalyeye sığamıyor, bacağını sallayıp duruyordu. Sadece birkaç dakika önce volta atıp durduğu için babasından fırça yemişti. Ama umurunda mıydı? Şu an için tartışılması gereken konu değildi.

“Sonuçta o adam dedin. Ne söyleyecektin?” diye sordu Onur.

“O it,” dedi ağabeyine bakarak, “Ablamı kafaya taktığı için kaçırdı. Kesinlikle bu aşk ya da sevgi değil bunu hepimiz biliyoruz ama yine de ona bir şey yapmamıştır değil mi? Sonuçta kendi aklınca seviyor ya. O yüzden ablam iyidir değil mi?”

Murat ise dakikalardır dikildiği yerden öylece kayalıklarda oturan arkadaşı Ateş’e bakıyordu. Hiçbir yere sığamayan bir diğer kişi de elbet oydu. Günlerdir eve uğramıyor, uyku uyuyamıyordu. Murat, saatler önce güç bela eve yollayabilmiş, üstünü değiştirmesi ve en azından duş alması için tehdit bile etmişti.

“Ateş ne kadar iyiyse Nazlı da o kadar iyidir. Ama dürüst olmak gerekirse Nazlı’nın işi daha zor. O nerede olduğunu bile bilmeden bir ruh hastasının elinde tek başına mücadele ediyor,” dedi ve masadaki tek boş olan kendi sandalyesine oturdu. “Ama ben Nazlı’yı şu kısa zamanda tanıdıysam eğer o orada aslanlar gibi savaşır.”

İlerleyen saatlerin ardından son günlerde herkesin yediği tek şey olan Murat’ın yaptığı tostları herkes zorlanarak da olsa yedikten sonra Agah Bey’e gelen telefonla herkes umutla beklemeye başladı.

“Evet, benim,” dedi telefonu açar açmaz.

Karşıdan duyduğu her cümleyle omuzları düşüp rengi atan Agah Bey’le umutla bekleyen diğerlerini telaş ve kötü haber korkusu sarmıştı.

“Emin misiniz?” diye sordu titreyen bir sesle Agah Bey. Güç bela toparlayabildiği sesiyle, titremesine engel olamayarak, “Tamam, geliyoruz,” diyebildi sadece.

Kapanan telefonla Cemre cevabını duymak istemediği o soruyu sordu. “Ne oldu baba? Kim aradı? Bir şey desene.”

“Emniyetten aradılar,” dedi ve ciğerini yakan nefesleri alıp verdi. “Ceset,” dedi ve sustu. “Bir kadın cesedi bulmuşlar. Tanınmaz haldeymiş ama,” dedi ve sıkışan göğsünü tuttu. Cemre ise o an yanından ayırmadığı ilaçları Agah Bey’e verdi. “Teşhis etmemiz gerekliymiş. Bizi çağırıyorlar,” dedi.

Kimse ilk saniyeler bir şey diyemezken derin soluklar alan Agah Bey kızı olmaması için umut ederek daha fazla oyalanmadan olduğu yerden kalktı ve “Hadi gidelim,” diyerek çay bahçesinden çıktı.

Murat kayalıklarda oturan Ateş’e seslenmesiyle Ateş’in gelmesi bir oldu. Bir haber geldiğini anlamıştı elbet. Murat, Agah Bey’e gelen telefondan bahsederek arabaya doğru giderken arkadaşı için endişeleniyordu.

Agah ve çocukları bir arabada, Murat, Ateş, Onur ve Yasemin’de bir arabada olmak üzere iki araba gidiyorlardı. Yol boyunca iki arabadan da ses çıkmazken dillerinden dökülen sessiz dualarla yalvarıyorlardı.

Emniyetin önünde duran iki arabadan aynı anda indiler. Gerekli yerlerle konuştuktan sonra iki polis memuruyla kapısında adli tıp yazan yerde durdular.

“Baştan söylememiz gerekli. Naaş tanınmaz halde. Eğer yapamam derseniz tanıyabilecek başka birini,” derken polis memurunun sözü kesildi. Kesen ise Ateş’ti.

“Gerek yok. Onu bizden iyi kimse tanıyamaz.”

“Pekâlâ, kim geliyor peki teşhis için?”

Memurun sorusuyla Agah Bey’in koluna giren Ateş cevap vermesine gerek kalmadan yavaş adımlarla açık olan kapıdan içeri girmişlerdi. Polis memurunun içerideki görevliye olan sözlerini ne Ateş ne de Agah Bey duymuyordu.

Beyaz örtünün açılmasıyla gördükleri yanık bir yüzden başkası değildi. Görünüş olarak Nazlı’ya oldukça benziyordu evet ama yüzü öyle kötüydü ki emin de olamıyordu Ateş. Agah Bey zaten darbeler ve yaralarla dolu olan bedeni, sanki daha fazla incinmesi mümkünmüşçesine incinmesinde korkarak titreyen ellerini uzattı önünde yatan bedene.

“Sana neler yapmışlar böyle? Ah yavrum, ah yavrum! Sana ne yapmışlar!”

Acılı bir baba belki de gerçekleri, işin aslını hemen fark edemezdi ama aklını çoktan kaybetmiş ve sevdiğini canlı bulacağına tüm zerresiyle inanmış bir adamı kandırmak o kadar kolay olamazdı. Tabi bu fikrine sıkı sıkıya tutunmasını sağlayan şey ise aylar öncesinde yaşanmış olan küçük bir anının aklına düşmesiydi.

 

Ateş, Nazlı’nın sağ kolunda küçüklüğünden kalma olan o izi parmak uçlarıyla narince okşarken, Nazlı da yine sağ eliyle Ateş’in hafif sakallı yüzünü okşuyordu.

“Yaramı sevmiş gibisin,” dedi, Nazlı.

Ateş ise, “Sevmeyeyim mi?” diye sordu.

“Sevmek denilen şey sevdiğinin tüm kusurlarını, yaralarını, izlerini olduğu gibi sevmek değil mi zaten?”

Tereddüt bile etmeden, “Öyle,” dedi Ateş. “Sevdiğini olduğu gibi sevmek; yaralarıyla, izleriyle, en yalın haliyle sevmek, gerçek sevgidir.”

“O zaman biraz da öpücükle sevginizi gösteriniz Ateş Efendi,” dedi Nazlı kıkırdayarak.

“Hemen,”der demez öpücükler kondurarak sevdiğinin her bir santimini öpücüklere boğdu Ateş. Tabi gün sonunda aynı şekilde karşılık aldı.

 

Ateş aklına düşen anıyla hemen sağ koluna baktı önündeki bedenin. Ama orada bir iz göremedi. Emin olmak için, “Yasemin!” diye bağırdı. Odadaki herkes, Agah Bey’ de dâhil olmak üzere Ateş’in ne yaptığına anlam veremezken içeri giren Yasemin’e soru sormasına bile izin vermeden, “Senin Nazlı’yla aynı kolunuzda aynı yerde yara izi vardı değil mi?” diye sordu.

“Evet,” dedi Yasemin sadece.

“Ben göremedim ama emin olamıyorum. Aklımın bana oyun oynamasından korkuyorum. Bir de sen bak, kolunda iz var mı, yok mu?”

Ateş’in söylemesiyle önündeki bedenin yüzüne bakmamaya gayret ederek sağ koluna baktı. Yara da iz de yoktu. Bu da demek oluyordu ki bu beden Nazlı’ya ait değildi.

“Yok,” dedi hızla Yasemin. “Yara izi yok. Nazlı değil. Bu kişi kim bilmiyorum ama Nazlı olmadığı kesin.”

Korkarak girdikleri kapıdan buruk bir tebessümle çıkmışlardı. Evet, içeride yatan Nazlı değildi ama yine de bir insandı.

Kapıda bekleyenlere Nazlı olmadığını söylediklerinde şimdi yeniden bir umutları vardı. Gerekli işlem ve imzalar için müdüre yönlendirilen Agah Bey ve diğerleri müdürün odasındayken Cemre akılına takılan soruyu sordu.

“Pardon ben Cemre Arslanoğlu. Kayıp Nazlı Arslanoğlu’nun kardeşiyim. Aklıma takılan bir soru var da sorabilir miyim?” diye izin aldı.

“Sorun tabi, sizi dinliyorum?”

“Babam ve Ateş ağabey teşhis için odaya girmeden önce polis bey ölen kişinin yüzünün tanınmaz halde olduğunu söylediler. Peki, siz o kişinin ablam olduğunu nereden bildiniz de babamı aradınız?”

Müdür Bey duyduğu soruyla derin bir nefes aldı ve soruyu cevapladı. “İsimsiz ve ankesörlü telefondan bir ihbar aldık. Bize cesedin bulunduğu yeri ve kim olduğunu söyledikten sonra telefonu kapattı. Ne yazık ki çağrının geldiği yeri de kimin ihbar ettiğini de bulamadık. Ama bu konuyu da araştırıyoruz.”

“Peki,” dedi Agah Bey. “Bir gelişme olursa tekrar görüşmek üzere,” dedi ve müdürle tokalaştıktan sonra odadan çıktılar.

Herkes sessiz ve ihbarı kimin yapmış olabileceğini düşünürken Agah Bey’in tekrar telefonunun çalmasıyla dikkatler gelen çağrıya kaymıştı. Agah Bey’in ekranda gördüğü Ahmet Demiroğlu yazısıyla derin bir nefes aldı ve telefonu açtı.

“Alo Agah Arslanoğlu’nun telefonu mu?”

“Benim Ahmet Bey. Ne için aramıştınız?” diye sordu.

“Günlerdir düşünmekten kafayı yemek üzereyim. Anıl’ın nerede olduğunu senden çok ben bulmak istiyorum ve sanırım buldum. Onun için seni aramıştım.”

Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeyen Agah Bey, “Nerede?” diyebilmişti sadece.

“Şile’de babamın orman evinde olabilir. Anıl, orayı küçükken çok severdi. Babam da büyüyünce senin olsun demişti. Fakat orası benim üzerime. O yüzden araştırırken bulamamış olabilirsiniz. Ben sana adresini mesaj atarım. Eğer oradaysa kızını bul Agah Bey,” dedi ve telefonu kapattı.

Ardından gelen mesajla binadan henüz çıkmadıkları için az önce el sıkıştığı müdüre her şeyi anlattı. Gerekli yerlerle iletişime geçen müdürle, Nazlı’yla artık sadece saatler vardı aralarında. Cehennem gibi geçen günlerin ardından sadece birkaç saat sonra sevdiklerine kavuşacaklardı.

 

********

 

Beklemek sanırım bu dünyadaki en zor şeylerden biriydi. Ama asıl mesele kimi beklediğin idi. Bunca zaman beklediğim hiç kimse olmamıştı ya da hiçbir şey.

Burada ne kadar kaldığımı sayabildiğim on beşinci günde bıraktım. Üç fazla ya da beş eksiğinin olması ise şu an için takılacağım en son şeydi. Şu an aklımda dönen şey ise Selçuk’tan bozma Anıl’ın odadan çıkmadan önce dedikleriydi.

‘Neden babana bir şey söylemedin Nazlı?’ diye sordu en derinlerden gelen cılız ses. Son zamanlardan oldukça haşır neşir olmuştuk kendisiyle. Ama sorusunu duymazlıktan gelmedim. Sesli de dökülmedi kelimeler dudaklarımdan. İçten gelen soruya yine içimden cevap verdim. ‘Bilmiyorum.’

Günlerdir ruh halimin aksine sanki bana inat olacak şekilde güneşli olan havaya baktım tıkıldığım odanın camından. Burada geçirdiğim günlerin aksine bugün hava griydi.

Açılan kapının sesini duydum ama umursamadım. Kimin geldiğini anlamak zor değildi. ‘Geberisice,’ dedi yine o ses. Haklıydı.

“Sevgilim,” dedi. ‘Sevgin batsın ruh hastası.’ “Neden yerde oturuyorsun sevgilim? Kalk hadi hazırlan, gidiyoruz.”

An itibari ile dikkatimi çekmeyi başarmıştı. “Ne?” dedim ama bu şaşkınlığımı ifade etmeye yetmedi. “Ne demek gidiyoruz, nereye?”

Şöyle bir şey vardı ki şu an bile nerede olduğumu bilmiyordum. Açıkçası ilk ve son olan kaçma girişimimden sonra bir daha kaçmaya münasip taraflarım yememişti. Bir kez daha içinde onunda dâhil olduğu bir durumun içinde olmak benim için ölümle eş değerdi.

“Yapma ama bebeğim, unutmuş olamazsın. Gideceğimizi biliyorsun. Her şey hazır. Artık önümüzde hiçbir engel yok.”

Daha yeni fark edebildiğim poşeti yatağın üzerine bıraktı. “Kıyafetlerini değiştirmek istersin diye düşündüm. İçinde rahat edebileceğin eşyalar var. On beş dakika vaktin var sevgilim,” dedi ve geldiği gibi geri gitti.

Gitmek… Buradan gidersem Ateş beni nasıl bulacaktı? Şu an için bulamamış olması bulmayacağı anlamına gelmezdi elbette. İçimden bir ses bekle diyordu. Oyalan, sabret.

Yirmi dört yıllık hayatımın, aklı başında sayılabilecek son ön dört yılını içimdeki sese güvenerek yaşadığımdan yine içimdeki o sese kulak vermemem mümkün olamazdı. O yüzden oyalanabildiğim kadar oyalandım. Lavaboya girdim, ihtiyaçlarımı giderdim. Duvardaki fayansları saydım. Bazıları yamuktu ama neyse ki simetri takıntım yoktu. Şu an yaptıklarım ise akıl sağlığımı korumam için yaptığım son çırpınışlardı belki de. Umursamadım.

Yıllar önce Yasemin’le izlediğim bir film aklıma düştüğünde ise her ihtimale karşı burada kendimden izler bıraktım. Günlerdir yıkanamamanın vermiş olduğu rahatsızlığı gidermek için üzerimdeki tişörtü ıslatıp atletimin altından bedenimin üstünü temizledim. Böyle bir ortamda elbette duş alamazdım.

Tuvalete girmeden önce Selçuk’un bıraktığı poşeti de yanımda getirmiştim. İçindekilere baktığımda ise çoraba kadar ihtiyacım olabilecek her şey vardı. Bol, bordo bisiklet yaka olan kolları dirseklerime kadar uzanan tişörtü çıkarıp geniş lavabonun köşesine bıraktım. Bilekleri lastikli eşofmanı da tişörtün üstüne bıraktım. Takım gibi duran iç çamaşırlara da baktığımda anlık midem bulandı. Gözüm sütyenin beden numarasına takıldığında bilmesi canımı sıktı. Mide bulantımın daha çok artmasını sağladı.

İç çamaşırlardan sadece alt kısmını aldım. Hızlıca üzerimi değiştirdikten sonra tuvaletten çıktım. Birkaç saniyenin ardından o da odaya girdiğinde kısa bir an için bakıştık.

“Hazırsın, hadi artık çıkalım buradan,” dedi ve bileğimden tutarak beni odadan çıkardı. Ne direniyordum ne de bir şey diyordum. İçimdeki o sese şu an için kulak vermek nedensizce içimdeki umudu körüklüyordu.

Birkaç dakikada dış kapının önüne geldiğimizde hafif aralık olduğunu fark ettim. Ama onun fark ettiğimi anlamasına fırsat vermeden, “Susadım,” dedim ve adımlarımı bıçak gibi kestim.

“Teknede içersin suyunu, vaktimiz yok. Hadi sevgilim.”

Tekne mi? Adam resmen beni deniz aşırı ülkelerden birine kaçıracaktı. Bunca zaman ise deniz kenarında bir yerde olduğumuzu öğrenemememe ise başka zaman üzülecektim.

“Olmaz,” dedim hemen. “Zaten dilim damağım kurudu. Sadece bir bardak,”

“Uslu dur, tamam mı?”

S*kseler bu saten sonra uslu durmazdım.

“Tamam, uslu duracağım,” dedim, düşündüklerimin tam aksine.

Koşar adımlarla mutfağa gittiğinde zamanımın olmadığını biliyordum. Sessiz ve hızlı adımlarla açık olan dış kapıdan çıktığımda gördüğüm şeyle adımlarım durdu. Ateş, babam, polisler artık herkes buradaydı.

Anlık şaşkınlığımdan yararlanan Selçuk’un nefesini ensemde hissetmem ise bir olmuştu. Kolu hızlıca boğazıma sarılırken sırtında gördüğüm kabarıklık şu an, an itibari ile sağ şakağımda soğukluğunu fazlasıyla hissettiriyordu. Bu saatten sonra ikimizden biri için artık yolun sonuydu.

 

Yazardan

 

“Selçuk Ertekin! Silahını bırak ve teslim ol!”

Dinlemedi Selçuk. Onun yerine oldukça kaba sayılabilecek bir cevap verdi. “S*ktirin gidin lan!”

Selçuk kolunun altındaki Nazlı’yı bırakmıyor, polisler Selçuk’un önünde Nazlı var diye ateş edemiyordu. Nazlı’nın tek odağı Ateş, Ateş’in tek derdi ise sevdiğinin şakağına silah dayayan itteydi. Ama yine de göz temasını kesmedi. Günlerdir hasretti bu gözlere, sese, kokuya, bedene. Nazlı’yı, Nazlı yapan her şeye hasretti.

Dışarıdan bakanlar sadece bir bakışma olarak görse de, ikisi arasında geçen bakışmayı sadece yine Nazlı ve Ateş anlayabilirdi.

“İyi misin?” diye sordu Ateş tek bir bakışıyla.

“Artık iyiyim,” dedi Nazlı.

“Geldin,” dedi. Sessiz bir şekilde, “Geldin, buldun beni.”

“Buldum,” diyen kişi ise Ateş’ti.

Bu bakışmayı bölen ses yine kolunun altında olduğu Selçuk’a aitti.

“Hepiniz defolup gidin lan buradan! Bizi rahat bırakın. Gidin!”

“Etrafın sarıldı. Kaçacak yerin kalmadı. Kızı bırak teslim ol.”

Polisin çağrısına kulak asmadı. O bugün buradan Nazlı ile gidecekti. Nereye ya da nasıl gideceğinin bir önemi yoktu.

“Hatırlıyor musun sevgilim?” dedi fısıltıdan farksız bir şekilde Selçuk. “Sana söylediğim bir şey vardı. Nereye gideceksem seni de oraya götüreceğim. Neresi olursa olsun.”

Kulağına fısıldanan sözlerle kanının çekildiğini hissetti Nazlı. Sanki ensesine vuran şey Selçuk’un nefesleri değil de ölümün nefesiydi. Bir nevi öyleydi de bugün ruhunun bir parçası ölecekti.

Polisler ikna etmeye çalışıyor, Agah Bey kızını bırakması için resmen yalvarıyordu. Ama hiçbirinin söyledikleri Selçuk’un kulağına isabet etmiyordu.

Selçuk, “Seni çok seviyorum,” derken ağladığını görmeden bile anlamıştı Nazlı. “Bu yüzden nerede kavuşacağımızın bir önemi yok sevgilim.”

Kısa bir an. Sadece kısa bir anlığına dikkati dağılmıştı Selçuk’un. Nazlı ise bu anı kullanmaktan gocunmadı. Sağ elini yumruk yapıp güçlü bir darbe indirdi Selçuk’un göğüs kafesinin hemen altına. Boynundaki kolun sıkılığını kaybedişiyle sıyrılması ise bir oldu. Tek hedefi ise Ateş’ti.

Koştu, koştu ve koştu…

Çok geçmeden sessiz ortamda duyulan kurşun sesiyle Nazlı’nın koşan adımları sekteye uğradı. Önce yavaşladı. Sonra ise tamamen durdu.

Sessizliğin içinde tam beş el silah sesi duyuldu. Selçuk’un silahından çıkan kurşun Nazlı’nın sırtının sağına isabet etti. Kalan dört kurşun ise Selçuk’u deldi geçti.

Polisler Selçuk’la ilgilenirken Nazlı yediği kurşunla sendeledi. Bakışları boş, gözleri ise yaşlıydı. Ayaklarındaki gücün birden çekildiğini hissettiğinde ise yere düşmedi. Ateş, Nazlı’nın yere düşmesine izin vermedi.

Aradaki mesafeyi Ateş kapattı. Sıkıca kollarını Nazlı’ya sardığında artık yan yanaydılar.

“Gülüm,” dedi Ateş. “Nazlı’m, yârim.”

Bir eli tampon yapar gibi Nazlı’nın yarasına bastırırken diğeri ile Nazlı’nın yüzüne düşen her bir saç telini incitmeden kulağının arkasına iteledi. Saçının bazı kısımlarının ucu ise kendi kanına bulandı.

“Ambulans!” diye bağırırken boğazının ne denli acıyacağını umursamadı Ateş. Zaten canı yanıyordu. Daha fazla nasıl yanardı?

Dakikalar önce gözleriyle anlattıklarını sesli dile getirmeden edemedi Nazlı. Ateş’in sesini duymaya ihtiyacı vardı.

“Geldin, buldun beni.”

Hızla kan kaybettiği için sesi kısık nefesi kesik kesikti.

“Geldim tabi ya. Sen varsan ben gelmez miyim? Ben hep sana gelirim Nazlı’m.”

Gelirdi elbet. Nazlı nereye, Ateş oraya.

“Bilirim gelirsin, bulursun da.”

“Affet, affet beni ne olur. Geç kaldım affet.”

“Hayır, tam vaktinde geldin. Hayatıma nasıl vaktinde geldiysen şimdi de öy,” derken nefesi yetmedi. Öksürüklerinin arasından yuttuğu kendi kanı genzini yaktı. Tüm gücünü toparlayıp lafını tamamlamaktan da geri durmadı. “Öyle tam vaktinde geldin.”

“Yalvarırım yorma kendini. Dayan, ne olur dayan.”

Nazlı, “Sen,” dedi ve alabildiği kadar derin bir nefes aldı. “Senden bir şey isteyebilir miyim?”

“Söyle yeter, istemek ne kelime? Başım gözüm üstüme. Yapmazsam namerdim söyle.”

“Beni unutma.”

An itibari ile az önce silah dayanan şakağına gözlerinden yaşlar süzüldü. Ne acı ve çaresiz bir cümleydi bu. Unutulmak. Ölüm denilen hakikat herkes için geçerliydi. Hâlbuki kaybedilen şey sadece bedenler değil miydi? Asıl ölüm unutulmanın ta kendisi değil miydi?

“Ben, azla yetinmenin ne demek olduğunu bilirim. Öğrettiler belki de istememeliyim bunu senden belki de hakkım yok. Ama ilk defa bencil olmak istiyorum. Beni unutma. Bir söz okumuştum bir zamanlar. Ölüm o kadar güç değildir. Unutulmak yamandır. Asıl ölüm unutulmaktır,’ diyordu. Beni unutma.”

Ağlıyordu. Herkes ağlıyordu. Selçuk, birkaç saniye önce son nefesinde bile Nazlı’nın adını sayıklayarak can vermişti. Fakat şu an için bu kimsenin umurunda değildi. Agah bey kızının bir iki adım yanında dizlerinin üzerine çökmüş ağlarken diğerleri de sadece Nazlı’nın birkaç adım uzağındaydılar. Fakat Nazlı o an bunu fark etmedi.

“Deme böyle ne olur? Yapma bunu bana. Dayanamam, ölürüm yaşayamam.”

“Bu dünyada sevdiğim tek adamsın. Tekrar şansım olsa yine seni severdim.”

Uzaklardan duyulan siren sesini yine kimse fark etmedi. Yüzündeki elin üstüne elini attı Nazlı. Bakışları gökyüzüne kaydı. Gri olan gökyüzünden bir şimşek sesi yükseldi. Yüzüne düşen birkaç damlanın ardından yağmur hızla yağmaya devam etti. Gittikçe kararan gözlerine karşı koyamadı. Önce sıkı tutmaya çalıştığı eldeki gücü kaybetti. Sağ eli yavaşça yana düşerken gözleri kapandı.

Gök gürültüsünün arasına ağlama sesleriyle beraber Ateş’in haykırışları karıştı.

 

 

 

(Temsili görseldir)

Bölüm : 01.03.2025 12:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...