
On beş dakikalık bir yolculuğun ardından avm ye gelmiştik. Gelir gelmez ilk durağımız ise bir bebek mağazası olmuştu. Henüz tam olarak ne almamız gerektiğini bilmiyordum fakat internet bunu öğrenmem için oldukça uygun bir yerdi.
“Ay hepsi çok küçük bunların,” diyerek ağlarken şaşkınlıkla bana bakan Ateş’i de göz ucuyla gördüm.
“Gülüm ne oldu şimdi? Üzüldüysen eğer hemen çıkalım, doktor üzüntü, stres yok dedi,” diyerek beni dışarı çıkarmaya çalışan Ateş’e cevap vermeden önümdeki zıbınlarla bakışmaya devam ettim.
“Üzgün değilim,” diyerek cevap verdim. “Sadece biraz hamileyim. Hormonlar, alış şimdiden,” diyerek önümdeki çeşit çeşit zıbınlara bakıyordum. Zürafalı, ayılı, civcivli. Renk renk, desen desen olan küçük zıbınlar.
“Bunlardan alalım mı?” diye sordum. “Çocuk çok çabuk büyüyor fazla kıyafete gerek yok diyorlar ama çok çabuk kirleniyor üstleri. Renkli renkli olsun istiyorum, çok olsun. Hiçbir şeyi eksik olmasın. Hiçbir şey içinde ukde kalmasın. Alalım mı hepsinden birer tane? Olur mu?”
Ben kıyafetlere öylece bakıp sorarken Ateş’ten ses gelmemesiyle ona baktım. Gözlerinde gördüğüm o bakış sanki bana değil de küçük Nazlı’ya aitti. Başkalarının eskisini giyen, kendine ait bir şey olmadan büyüyen Nazlı’ya.
“Olur bir tanem, olur sevgilim,” dedi ve beni bağrına bastı. “Çeşit çeşit alalım. En güzellerinden, en iyilerinden. Sen hangilerini istersen onlardan alalım.”
“Büyüyünce akülü araba da alır mıyız? Bisiklette alalım. Paten de. İstediği zaman hemen almayalım. Ama alalım. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Şımartmayalım ama eksik de kalmasın.”
“Merak etme. Bizim bebeğimiz eksik büyümeyecek. Ne sevgiden ne de başka bir şeyden mahrum kalmayacak.”
“Kalmasın,” dedim beline sarılırken.
Ortamda olan hüzünlü havayı dağıtmak için, “Hadi,” dedi. “Bakacağımız çok şey var. Bir an önce hepsine bakmak istiyorum.”
Ateş başka bir yerde biberonlara emziklere ve daha bir sürü şeye bakarken duvara asılı raflarda duran bir şey dikkatimi çektiği için o yöne gittim. Gördüğüm kalın ve büyük defterle bunun neden burada durduğuna anlam veremezken, “O anne bebek günlüğü,” diyen görevliyle afalladım.
“Pardon, korkutmak istememiştim,” dedi. “Hediye için mi, yoksa kendiniz için mi bakıyorsunuz?” diye sordu.
“Kendim için,” diyerek yanıtladım görevli kadını. “Bu tam olarak ne işe yarıyor?”
“Anneler genelde hamileliğin başlarında bu deftere not tutmaya başlarlar,” dedi ve raftan bir defter alarak sayfalarını açtı. “Ultrason fotoğrafları ya da doğumdan sonraki fotoğrafları koymak için sayfalarda küçük boşluklar var. Anne adayları genelde doğum sonrasında ilk zamanları unuturlar. O anları unutmamak için tasarlanmış bir günlük.”
“Güzelmiş,” dedim. “Ben sizden bir sepet rica etsem olur mu?” diye ricada bulundum. Görevlinin getirdiği tekerlekli sepete defteri de koyduğumda teşekkür ederek yanından ayrıldım. Az önce gördüğüm zıbınlardan birer tane arabaya koydum. Beyaz almaktan kaçındım ama henüz cinsiyetini bilmediğimiz için birkaç tane de onlardan aldım. Ardından Ateş’i bulmak için mağazada dolaştığımda Ateş’i kız bebekler için ayrılmış reyonun önünde buldum.
“Ateş, ne yapıyorsun?” diye sordum.
Öylece bakmaya devam ederken, “Ben bunlardan almak istiyorum,” dedi. Pembe kazaklar, tişörtler ve küçük tütülerde göz gezdirirken, “Hayatım bunun için henüz erken değil mi? Daha cinsiyeti bile belli değil?” dedim.
“Alalım,” dedi sadece.
“Peki,” dedim bu haline gülerek. “Alalım.”
Sepet doldukça dolmaya devam ederken duramayacağımızı fark etmiştim. “Şimdilik bu kadar yeter. En iyisi bir liste yapıp buraya tekrar gelmek. Böyle giderse çocuğun on yıl sonra giyebileceği şeyleri alacağız.”
Bir sepete bir de bana baktı. Hak vermiş olacak ki, “Haklısın gülüm. Biz kaptırdık kendimizi,” dedi.
Aldıklarımızı ödeyip mağazadan çıktık. Otoparka geldiğimizde ben önden arabaya bindim. Poşetleri bagaja yerleştirip Ateş’te yanıma geldiğinde, “Eve gideceksin değil mi gülüm?” diye sordu.
“Evet, sevgilim,” diyerek yanıtladım Ateş’i.
“Poşetlerin arasında defter gibi bir şey gördüm. O ne?” diye sordu. Mağaza görevlisinin anlattıklarını söyledim. “Gerçekten unutuluyor mu ya?” diye sordu.
“Bilmiyorum ki. Bizim fasulye doğmadan da öğrenemeyeceğiz.”
Direksiyonda duran bir elini karnıma koydu. Hafifçe okşadı. Yol boyunca elini karnımdan çekmedi.
******
Ateş’in beni eve bırakıp işe gitmesinin üzerinden neredeyse iki saat geçmişti. Daha doğrusu onu evden birkaç saatliğine kovmuştum. Evde yalnız kalmam içine sinmiyor, başıma bir şey gelmesinden korkuyordu. Evin içinde başıma neyin geleceği ise tam bir muammaydı.
Ben eve gelip üstümdeki hastane kokusundan kurtulduktan sonra annemler gelmiş, onları da bebeğimiz hakkında kısaca bilgilendirmiştim. Bebeğimiz için aldığımız kıyafetleri gösterirken bir turda burada ağlamıştım. Daha sonra doktorun verdiği ilaçları içmek için bir şeyler yemiştim. Şimdi ise evde bebeğim ve ben yalnızdık.
Yatak odasında uzanırken bugün aldığımız günlük aklıma geldiği için yerimden doğrulup günlüğü poşetten çıkardım. Odadaki makyaj masasına koyup çekmecelerin birinden kalemde bulduğumda defterin ilk sayfasını açtım. İçinden çıkan küçük bantları bir kenara bırakarak bebeğim için not tutmaya başladım.
Merhaba, bebeğim... 18.02.2025
Bugün seni öğrendikten tam 2 gün sonrası. O kadar güzel ve miniciksin ki ilk defa ne yapacağımı bilemedim. Tabii bu durumda olan kişi sadece ben değilim. Baban... Baban o kadar mutlu ve heyecanlıydı ki sanırım sekiz ay boyunca o da dokuz doğuracak.
Seni öğrendiğimiz ilk andan beri o kadar mutlu ve sevinçliyiz ki seni görmek için gittiğimiz kontrolden sonra kendimizi bebek ürünleri satan bir mağazada bulduk. Şimdiden bir sürü kıyafetin var. Hepsini senin üstünde görmek için öyle sabırsızım ki, bu sekiz ay bir an önce geçmeli. Dört gözle seni bekliyor olacağız bebeğim. Baban, dedelerin, babaannen, anneannen, amcaların dayıların, halan, teyzelerin... Herkes, herkes seni dört gözle bekliyor bebeğim. Sana bu dünyadaki en büyük serveti vereceğim, vereceğiz. Baban ve ben seni her şeyden çok seveceğiz. Lütfen gel olur mu?
Seni seviyorum, seviyoruz ve seveceğiz.
********
Beni uykumdan uyandıran, daha doğrusu uykumu kaçıran şey akıl alır şey değildi. Aşeriyordum. Bu öyle bir histi ki aklımı kaçırmama ramak kalmıştı. Zor zahmet uyuyabildiğim uykumdan kestane diyerek uyanmıştım. Saate göz ucuyla baktığımda bire çeyrek var olduğunu gördüm ve ben yarım saattir aşermeyle baş etmeye çalışıyordum.
“Anneciğim, gerçekten şimdi ne gerek vardı buna ya?” diye henüz bir buçuk aylık olan bebeğime ufak bir sitem ettim. İlk kontrolün üzerinden iki hafta geçmişti. Bebeğim günden güne içimde büyüyordu. Hâlâ çok küçüktü. Bedenen hareketlerini hissedemesem de ruhen hissediyordum. Oradaydı. Her gün hızla büyüyor, her gün başka bir uzvu gelişiyordu. Ve bu mucizeden başka bir şey değildi.
“Dayanabilirsin Nazlı,” dedim fısıldayarak. “Günler torbaya girmedi. Dayanabilirsin, dayan kızım, dayan.”
Yarım saatte böyle geçerken burnuma daha fazla dolan kestane kokusuyla yanımda yatan Ateş’i uyanması için sarstım.
“Ateş, uyan sevgilim,” diyerek bir yandan seslensem de uyanmadı. Bu kez daha sert sarsıp, daha yüksek sesle seslendim ama yine duymadı. En sonunda koluna sert bir şekilde vurup, “Ateş!” diye bağırdığımda yatakta sıçradı ve yere düştü.
“Ne? Ne oldu? Doğuruyor muyuz?”
Uyku sersemi söyledikleri daha çok sinirlenmemi sağlarken, “Evet, bak bu da bebeğimiz yastık su,” diyerek elime geçen ilk yastığı yerde oturan Ateş’e fırlattım. Yüzüne çarpan yastıkla kendine geldiğinde yerden kalkıp yerine geçti.
“Ne oldu gülüm? Sancın mı var? Neden gecenin bu saatinde ayaktasın sen?”
“Aşerdim,” dedim kısık bir sesle. “Uykumdan uyandırdı resmen beni. Böyle kokusu burnuma burnuma geldi Ateş,” dedim neredeyse yalvarır gibi.
“Ne yaptın, ne yaptın?” diye sordu. “Aş mı erdin?”
Ellerini yanaklarıma yasladı ve daha ne olduğunu anlayamadan dudaklarıma öpücük kondurdu. Şap diye bir ses çıktı ve “Kurban olurum sana, size. Kocan hemen getirir sana aşını. Söyle bakalım ne aşermiş canımın canı.”
“Kestane,” dedim hemen. “Böyle bal gibi, iri iri, ateşte pişmiş kestane. Kestane kebap.”
Anlatırken öyle bir hal almıştım ki Ateş’in bakışlarını bile fark edememiştim. Sessizlik olduğunda Ateş’e baktım. Ellerini iki yanına koymuş ayakta öylece dikilirken, “Kestaneyi şu an kıskanıyorum galiba,” dedi.
Sırıtmakla yetindim.
“Demek mercimeğin canı kestane çekti ha. Alıp gelirim şimdi,” dedi ve hazırlanırken, “Ben de geleceğim,” dedim.
“Hava soğuk gülüm, sen evde kal,” dedi ama “Hayır,” diyerek karşı çıktım. “Sen getirene kadar soğur. O zaman da tadı kaçar beraber gidelim,” dedim. Uzun kollu pijamamın üstüne kazak giydim. Yanda duran çoraplarıma da pijamanın paçalarını sokuşturup elime geçen ilk pantolonu giydim. Sessiz bir şekilde hazırlandık ve en son girişte duran portmantodaki montlarımızı da giyip evden çıktık.
Uzun uğraşlar sonucunda tam umudumu kaybetmişken gördüğüm seyyar bir kestane arabasıyla, “Dur!” diyerek ilerideki adamı Ateş’e gösterdim. Araba kullandığından dolayı hemen bakamasa da uygun bir yerde durduğunda işaret ettiğim yeri gördü. “Orada, orada hadi gidip alalım.”
Temkinli ama hızlı bir şekilde arabadan indiğimde Ateş’in, “Bekle,” diye seslendiğini duydum ama benim tek istediğim şey şu an tam karşımdaydı.
“Hayırlı işler amca,” diyerek karşımda duran iri iri kestanelere baktım. Sözüm amcaya fakat muhatabım kestanelerdi.
Arkamda Ateş’in varlığını hissettim. Amcanın bakışları arkama kayarken, “Sağ ol evladım. Hayırdır gecenin bu vaktinde ne arıyorsun burada?”
“Kestane amca, kestane arıyorum kaç saatten beri. Sen nerelerdesin gözünü seveyim ya?”
“E buradayım işte,” dediğinde ne diyeceğimi bilemedim. Amca da diyecek bir şey bulamazken duruma Ateş müdahil oldu.
“Amca biz kestane alacaktık da,” dedi.
“Hangi boy olacak,” diye önündeki kese kâğıtlarını gösterdiğinde Ateş, “Büyük olan olsun. Kestanelerin de irisi olsun,” dedi.
Aklıma takılan şeyi amcaya sordum. “Kaç para amca bu kestaneler?”
“Büyük olan yedi yüz lira,” deyince, “Ne?” diyebildim. “Yedi yüz ne amca sen ne yaptın ya? Çok dedin onu.”
“Ekmek parası evladım ne yaparsın?” dedi. “Ee alıyor musunuz, yoksa almıyor musunuz?”
Ben, “Hayır,” derken Ateş, “Evet,” dedi.
“Çok pahalı Ateş,” dedim. “Bu kadar da olmaz.”
“Ne olmaz?” dedi ciddi bir şekilde. “Karım ilk kez aşeriyor. Ve ben aşerdiği şeyi almayacağım öyle mi?” dedi.
Biz kendi aramızda konuşmaya dalmışken amca, “Gebe misin?” diye sordu.
“Öyle,” dedim.
Amca büyük keseyi ağzına kadar doldurdu ve dolu olan keseyi bana uzattı. “Dört yüz ver yeter,” dedi Ateş’e hitaben.
Biz bir şey diyemeden, “Alın,” dedi amca. “Gebe kadının aşerdiği bir şeyi yedirmek hacca gitmek kadar sevabı vardır derler. Hem sen sabinin hakkını ver hem ben sevaba gireyim,” dedi ve bir kez daha uzattı.
Bu sefer keseyi aldığımda Ateş adama parayı uzattı. Adam dediği gibi sadece dört yüz lira alıp geri kalan parayı Ateş’e geri uzattı.
“Hayırlı işler amca, helal et,” dedim.
“Helali hoş olsun. Allah bebeğinizi size, sizi de ona bağışlasın,” dedi ve arabasını alıp gitti.
Adam gözden kaybolduğunda odağım tekrar kestanelere kaydı. Sıcak kestaneler aynı rüyamdaki gibi kokarken, “Hadi arabaya gidelim. Orada yersin hava soğuk,” diyen Ateş’i dinledim.
Arabaya gelmiş, kesenin de yarısını bitirmiştim. Kabukları ise Ateş açtığı iki avucunun içinde tutuyordu. Elime gelen iri bir kestaneyi Ateş’e uzattığımda, “Sen ye,” dedi.
“Biz hamileyiz, diyorsun ama aşeren tek ben mi oluyorum? Bu kabul edilemez. Ben aşeriyorsam sen de aşeriyorsun. Hadi aç ağzını.”
Güldü ama dediğimi de yaptı. Geri kalan kestaneleri ise sessiz bir şekilde beraber paylaştık. Biten kestanelerin kabuklarını keseye geri koyduğunda eve gitmek için hazırdık. Yolun yarısındayken gitgide kapanan bilincimle daha fazla direnemeden kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Arabanın duruşunu ve kucaklanma hissini uykumun arasında hissettim. Yatağa bırakılışım, montumun üzerimden çıkarılışı ve tekrar pijamalarımla kalışımı da uykuya dalmak üzereyken yarım yamalak anlayabildim. Çok geçmeden arkamdaki bedenin varlığı ve karnımın üzerinde duran elin varlığıyla tamamen uykuya daldım.
*********
Günler göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş, kendimizi yine muayene gününde bulmuştuk. Sedyede uzanırken doktorun gelmesiyle daha çok heyecanlandığımı hissettim.
“Merhaba Nazlı Hanım, kendinizi nasıl hissediyorsunuz bugün?” diye sordu.
“Heyecanlı,” diyebildim sadece.
“Bulantılar nasıl gidiyor? İştahınız, her şey yolunda mı?”
“Neredeyse hiçbir şey yiyemiyorum. Çok fazlalaştı. Koku da öyle. Mutfaktan çıkmayan ben mutfağa giremez oldum.”
“Bu gayet doğal. Ne yazık ki bir süre daha mutfakla aranız kötü olacak ama endişelenmeyin. Genelde üçüncü aydan sonra hafifleyerek azalacak bu durum. Size bulantılarınız için ilaç yazacağım başka bir sıkıntınız var mı?” diye sordu.
“Bulantılar yüzünden iştahım da kesildi. Bu yüzden doğru düzgün bir şey yiyemiyorum.”
“Pekâlâ, iştahınızı arttıracak bazı vitaminler de ekleyeceğiz o zaman. Şimdi bebeğe bakalım mı?”
“Evet, lütfen,” dedim ve hemen yanımda konuşma boyunca sessizliğini koruyan Ateş’in elini tuttum.
“Pardon,” diyen Ateş’e doktorla beraber bakarken, “Siz doktorsunuz daha iyi bilirsiniz elbet ama o bahsettiğiniz ilaçlar eşime ve bebeğe ağır gelmez değil mi? Yani endişeleniyorum da.”
“Endişe etmeniz gayet normal. Yazacağım ilaçlar hamileler için olan ilaçlar olacak. Üstelik bu zamanlarda folik asit kullanımı oldukça önemlidir. Özellikle hamileliğin ilk üç ayında bebeğin sinir sisteminin sağlıklı gelişimi için gereklidir. Bu yüzden ilk üç ay muhakkak anne adaylarımızın folik asit kullanmasını tavsiye ediyoruz.”
Karnıma jel sıkıp elindeki aletle iyice karnıma yaydı. Karnımı ve kasıklarımı hafif bastırarak muayene ederken değişen yüz ifadesi korkmam için yeterliydi.
“Bir sorun mu var Şebnem Hanım?” diye sordum.
“Ona siz karar vereceksiniz Nazlı Hanım,” demesiyle iyice gerilirken, “Tebrik ederim,” dedi. “İkizleriniz olacak.”
Sessizlik… Doktora duyduğumdan emin olmak istercesine bakarken, “Ne?” diye sorabildim. “İkiz derken?”
Elimin içindeki el önce sıkılığını kaybetti. Sonra eli elimden çekildi ve bir şeylerin düşme sesiyle gözlerimi doktordan çekebildim. Sesin geldiği yere baktığımdaysa ayakta olması gereken Ateş, yerde baygın bir şekilde yatıyordu.
Kendime gelir gelmez, “Ateş!” diye seslendim. “Bayıldı kocam, Ateş!”
*******
Gülmemek için kendimle mücadele ederken Ateş’in gözlerine bakmaktan itinayla kaçınıyordum. Çünkü bakarsam gülerdim. Yaklaşık on dakika önce ayılmış ve kafasını hafif yere çarptığı için şişen yere buz tutuyordum.
“Gülme,” dedi.
“Gülmüyorum,” derken güldüğümün farkında bile değildim.
“Gülüyorsun,” dedi. Bu noktada kendimi tutamadım. Kahkaha atarken kendimden geçmiştim ki, “Nasıl gülmeyeyim Ateş?” dedim güç bela nefes alırken.
“Bayıldığıma inanamıyorum,” dedi, hayret eder gibi.
“Ben kendi gözlerimle gördüğüm halde inanamıyorum,” dedim ve tekrar güldüm.
“Kendinize geldiyseniz eğer kontrole devam edelim mi?” diye soran doktor hanımın varlığını ise şu an hatırlamıştık.
“Tabii,” diyerek yerime geçerken Ateş için bu sefer tabure gelmişti.
Eski yerimi alıp jel sürme işlemi tekrarlandığında birkaç dakikalık sessiz kontrolün ardından, “Her şey yolunda görünüyor,” dedi. “Bebeklerin gelişimi gayet iyi, büyüme hızları da öyle. Bebekler henüz dokuz haftalık. Kalp atışlarını duymak ister misiniz?” diye sordu.
“Bu mümkün mü?” dedi Ateş. “Yani duyabilir miyiz?”
“Evet,” dedi doktor. “İlk kontrolde henüz çok erkendi ama bu aylarda mümkün. Duymak ister misiniz?”
“Evet,” dedik Ateş’le aynı anda.
Ardından duyulan seslerle kalbimin yerinden çıkacağını hissettim. Güm güm atan iki ayrı ses odada duyulurken, “Bu gerçek mi?” diye sordum ağlayarak.
“Gerçek,” dedi, Ateş. Bakışlarım onu bulurken, “Bizim gerçeğimiz, ikimizin.” Ateş’in de gözlerinden yaşlar akarken bunun saklama ihtiyacı bile duymuyordu. Ateş benim gözyaşlarımı, ben de Ateş’in gözyaşlarını siliyordum.
“Bizim,” dedim. “İkimizin.”
Aklıma gelen düşüncelerle “Ya ben bebeklerimi karıştırırsam?” diye daha çok ağlarken doktor, “Böyle bir şey mümkün değil. Çünkü çift yumurta ikizlerine hamilesiniz,” dedi.
“O nasıl bir şey?” diye sordu Ateş.
“Yani iki ayrı kese var demek. İkiz olacaklar ama görünüşlerinde farklılıklar olacaktır. Henüz cinsiyetleri belli değil fakat cinsiyet üzerinden de farkı anlaşılabilir.”
Doktor, elindeki cihazı karnımdan çekip yerine yerleştirdikten sonra, “Hazır olduğunuzda gelin lütfen, tekrar tebrik ederim,” diyerek yanımızdan ayrıldı.
Karnımdaki jeli silen Ateş hâlâ ağlarken, “Ağlama artık,” dedim. Benim de hali hazırda ağlıyor olmamı göz ardı ederek.
“Çok mutluyum, tutamıyorum kendimi.”
“Birimizin tutması lazım ama ikimiz de tutamazsak ne yapacağız biz?”
“Biz bu mutluluk gözyaşlarını çoktan hak ettik gülüm,” dedi ve şakağımdaki saç bitimine öpücük kondurdu.
“Hak ettik,” dedim ben de.
Toparlanıp doktorun yanına geçtiğimizde biz de yerlerimize geçtik. “Aile ikiz çocuğu olan biri var mı?” diye sordu doktor.
“Kardeşlerim ikiz,” diyerek yanıt verdim.
“Dikkat etmemiz gereken bazı şeyler var,” dedi. “Öncelikle yemek düzenine yeni bir programla devam edeceğiz. Kontroller ayda bir değil iki haftada bir olacak şekilde ayarlanacak. İlk haftalarda çoğul hamilelikte düşük riski daha fazladır fakat siz bu süreci atlattınız,” demesiyle içime serin suların döküldüğünü hissetim. “Tabii yine de kontrollü yaşamakta fayda var. Şu an dokuzuncu haftadayız. On dördüncü haftaya kadar bebeklerin sağlığı açısından birliktelikten kaçınmakta fayda var. Daha sonrasına kontroller eşliğinde bakılır. Bizim için ilk sekizinci ve son sekizinci hafta kritiktir. Şunu da söylemekte fayda var çoğul gebeliklerde, tekil gebeliklere oranla erken doğum riski daha yüksektir. Fakat bu endişe etmeniz gereken bir şey değil. Sormak istediğiniz herhangi bir soru varsa sorun lütfen.”
“Bundan sonraki süreç nasıl ilerleyecek?” diye sordu Ateş. “Üçü de iyi olacak mı?”
“Dediğim gibi,” dedi doktor hanım. “Siz gerekenleri yaptığınız sürece sıkıntı çıkmadan gebeliği geçireceğiz. Sadece artık daha dikkatli ve sık kontrollü geçen bir döneme geçeceğiz. Bizler gebeliği üç aşamaya böleriz. Buna da trimester deriz. Şu haftalar ilk trimestere giriyor. Bu trimesterda şikâyetleriniz artabilir. Mide bulantılarınız fazlalaşabilir. Kuru ve çiğ çerezler, bulantılar için leblebi yemek önerilir. Kendinizi fazla yormadan yürüyüş yapmanızı, ilerleyen dönemde sırt ağrılarınız için hamile yogasını yapmanızı öneririm.”
“Teşekkür ederiz,” dedik ve doktorun odasından ayrıldık.
“Hâlâ inanamıyorum,” dedi Ateş. Ben de inanamıyordum.
******
Muayeneden çıkalı neredeyse yarım saat olmuştu. Arabanın içinde sessizlik hâkimken, “Şu son birkaç ay sanki rüyaymış gibi hissettiriyor,” dedi Ateş. “O kadar güzel şeyler oldu ki, sanki gerçek olamayacakmış gibi. İnanamıyorum.”
Bana da inanması güç geliyordu. Kendimi bir adamla yan yana bile düşünemezken bir adamı sevmiş, hatta evlenmiştim. Anne olabileceğimi tahmin bile etmezken hamile kalmıştım. Hem de çifte hamile. İkiz bebek annesi olacaktım.
“Bazı güzelliklere gerçekten inanmak çok zor ama biz gerçeğiz Ateş,” dedim. Sol elimi kavradı ve avucunun arasına aldı. Elimin sırtına bir öpücük kondurdu. “Siz,” dedi ve derin bir nefes aldı. “Üçünüz, benim bu hayattaki en güzel gerçeğimsiniz.”
Dolan gözlerimi umursamadan, “Sen de bizim için öylesin,” dedim. “Bizim her şeyimizsin. Seni çok seviyoruz.”
Avucundaki elimi karnıma yasladı. Kendi elini de elimin hemen yanına koyup karnıma yasladı. “Ben de sizi çok seviyorum.”
Evin sokağına geldiğimizde beş dakika olmadan eve varmıştık. Arabayı park ettikten sonra, “Bekle,” dedi ve arabadan indi. Ön taraftan dolaşıp kapımı açtığında yavaş bir şekilde arabadan indim.
El ele bir şekilde evin bahçesinden geçip kapıya vardığımızda daha biz açmadan kapı içeriden açıldı. Cemre ve Asena yan yana kapıda dururken bir an neden burada olduklarını unuttum. Daha sonra bugün için doktor kontrolü olduğunu söylediğimde annemlerin hastanede kalabalık yapmak yerine evde bizden haber beklediklerini hatırladım. Kısa bir bocalamanın ardından içeri geçtiğimizde, “Ne haber kızlar?” diye sordum. “Ne var ne yok?”
“Asıl haberler sizde abla,” dedi Cemre. “Benim teyzoşum nasıl? İyisiniz değil mi?”
“İyiyiz,” dedim. Montları portmantoya koyan Ateş işi bittiğinde belimden tutup, “Hadi bakalım böyle kapı ağzında konuşmayalım, içeri geçelim,” demesiyle hep birlikte salona geçmiştik.
Eksik ama hatırı sayılır bir kalabalık olan salondaki sesler bizim kapıda görünmemizle son bulmuştu. Hoş geldin hoş buldum faslı geçtikten sonra ikili koltuğa yerleşen Ateş ve bana döndü bakışlar.
“Ee çocuklar,” dedi Handan anne. “Doktor ne söyledi? Her şey yolunda mı?”
Bugün yaşananlar bir kez daha yüzümü güldürürken, “Yolunda,” dedim. “Ama bizim size bir haberimiz var.”
“Hayır olsun inşallah. Ne o haber?”
Ateş’le aramızda kısa bir bakışma anı yaşandı. Derin bir nefes alarak, “İkizlerimiz olacak,” dememle sessiz olan ortam sevinç nidaları ve tebriklerle dolmuştu.
“Ay inanmıyorum,” dedi Cemre. “Yeğenlerimiz de bizim gibi olacak Emre,” diyerek kolunu tuttuğu Emre’yi sarstı Cemre. “Bu ailedeki tek ikizler artık biz olmayacağız yaşasın.”
“Kolum yerinde kalsaydı iyiydi Cemre,” dedi Emre. “Sök al da sen de kurtul ben de.”
Haberi duyan herkesle tebrikleşme ve kucaklaşma faslı yaşandığında annemlerin hazırladıklarını tıkınıyordum. Hazır midem iyiyken ve yiyebileceğim şeyler yapılmışken bu anı kaçıramazdım. Hep beraber sohbet edip doktorun neler söyledikleri hakkında konuştuk. Ateş’in ikizlerimiz olacağını duyduğunda verdiği tepki de buna dâhildi.
“Ne?” dedi ve gülmeye kahkahalar atarak devam eden Murat’ı, Yasemin bile durduramamıştı. “Sen bayıldın mı?”
“Gülmesene birader,” dedi ters bir şekilde Ateş. “Çifte baba olduğumu öğrendim herhalde. Hem evlendiğinde seni de göreceğiz. Bakalım sen neler yapacaksın?”
Ateş’in bu lafının üstüne Yasemin ve Murat’ın arasında ufak bir bakışma yaşandı. Yaşadığımız onca şey üst üste geldiğinden Yasemin’le doğru düzgün konuşma fırsatımız bir türlü olmamıştı. Fakat bildiğim ve emin olduğum tek şey ilişkilerini dolu dizgin bir şekilde yaşadıklarıydı.
Ailecek birlikte hem yemek yemiş hem de sohbet etmiştik. Annemlerin ve kardeşlerimin bebeklerimiz hakkındaki planlarını, en çok teyzeci mi, yoksa dayıcı mı olacaklarının tatlı atışmasını büyük bir tebessümle izlemiştim. Şundan emindim ki benim bebeklerim benim büyüdüğüm şartlarda büyümeyecek, hayatlarındaki herkes onlara sevgiyle kucak açacaklardı.
Gün sonunda herkes dağılmış ve evimizde Ateş’le çekirdek aile olarak baş başa kalmıştık. Ben Ateş’in kolunun altında, Ateş’in belimi saran eli karnımın üstündeydi.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum.
“Nasıl anladın?” diye soruma soruyla cevap verdi.
“Kocamı tanıyorum,” diyerek hemen sağımda duran yanağına öpücük kondurdum. “Söyle bakalım neler geçiyor aklından?”
“İkizlerimiz olacağı için çok mutluyum ama korkuyorum da. Sen bu süreçte iyi olacak mısın? Çok ağrın olacak mı? Hele o gün geldiğinde, canının çok yanmasından korkuyorum. Size bir şey olmasından endişeleniyorum.”
“Kolay olmayacağını biliyorum. Doğum sonrası da kolay olmayacak bebeklerimiz için her şeye değer. Annelik böyle bir şey değil mi? Karnına düştüğü andan itibaren onun için her şeyi yapabilmek. Hem sen de yanımızda olacaksın. Bebeklerimiz bana ben sana yaslanacağım. Sen üçümüzü de korursun. Bize bir şey olmasına izin vermezsin.”
“Vermem,” dedi dudaklarını alnıma yaslarken. Diğer elini de karnıma doladığında dediğim gibi olmuştu. Bebeklerimiz bana ben Ateş’e yaslanmıştım. Ve bunun hep böyle olacağının bilincinde olmak güvende hissetmek için mükemmel bir sebepti.
Ateş’in elleri karnımda gezerken, “Ne zaman tekme atmaya başlayacaklar? Bir an önce o zamanları görmek istiyorum,” dedi.
“Ona biraz zaman var, henüz çok küçükler. Sabredeceğiz.”
“Sağlıklı olsunlar da bekleriz. Yeter ki iyi olsunlar.”
*****
Mutfaktan gelen takırtılar eşliğinde önümdeki deftere bakıyordum. Gecenin bir yarısı karnım guruldayarak uyanmış, uyandığım için de Ateş’i de uykusundan ederek kendime domates ve peynirli bir sandviç hazırlatıyordum.
Bu defteri aldığımızdan beri ufak tefek notlar tutmayı bir iş haline getirmiştim. Hiçbir zaman neler yazacağımı planlayarak oturmamıştım bu defterin başına. O anki hislerim, duygularım ne ise onları yazıyordum.
Dolma kalemi alıp yeni bir sayfa açtığımda yazdığım ilk kelime anne olmuştu.
Anne… 25.03.2025
Bu kelime benim için hep yabancıydı. İsmi var ama kendisi yoktu. Kelimenin anlamını biliyor ama içinin doluluğunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Şimdi soracaksınızdır, 'anneannem var nasıl bilmiyorsun?' Haklısınız ama bunu da bir ara anlatırım size.
Ben annenin ne olduğunu uzun zamandır bilmiyordum. Hâlâ bocalıyorum ara sıra yalan yok. İnsan uzun bir süre yokluğunu öğrendiği bir şeyin varlığına kavuşunca bocalıyor ister istemez.
Ama sizin varlığınızı öğrendiğim an ben anne oldum. Bir anne nasıl olur bilmiyordum. Ne kadar gözü kararır bir insanın yavrusu için, ya da neleri feda edebilir onun için bilmiyordum. Ama şu an biliyorum ki canımı bile veririm sizin için.
Anne olmanın ilk kuralı korkmakmış. Evladın için korkmak, onun kılına zarar gelme ihtimaline çıldırmak. Annelik büyük bir delilikmiş meğer. Canından, kanından, etinden, kemiğinden bir canın rahme düşmesiyle başlarmış. Ve eminim ki son nefesini verene kadar da devam eden bir şey bu annelik.
Yaşadığım şartlardan ya da ben de hiç olmayan bir şey olduğu için anne olmayı daha önce hiç düşünmemiştim, yalan yok. Ta ki babanızla tanışana kadar. Babanız öyle bir insan ki bunu burada kelimelerle değil, siz bizzat yaşayarak görecek ve öğreneceksiniz.
Derler ki insanlar eşini dostunu seçebilir ama ailesini seçemez. Doğru, insan anne babasını seçemiyor. Ama ben hem kendime iyi bir eş hem de size şahane bir baba seçtiğimi düşünüyorum ve de biliyorum.
Aklınız erip bu deftere sahip olduğunuzda umarım bu satırları gülerek ve bana hak vererek okuyorsunuzdur.
Şunu asla unutmayın. Sizi her ne olursa olsun sevecek ve destekleyecek anne ve babanız her daim olacak. Yeri geldiğinde uyaracak, doğruyu yanlışı belki de sert bir şekilde öğretecek ama her zaman kalbinizin temiz kalmasını sağlamak için elinden gelenin fazlasını yapacak anne babanız olacak.
Eğer, olmaz ya bu satırları okurken yanınızda olamazsam şunu unutmayın. Sizi çok seven bir anneniz olduğunu bilmeseniz bile hissedin.
*******
Uykuyla uyanıklık arasındaydım. Duyduğum sesler ve odada bir başkasının varlığının vermiş olduğu o hisle aniden gözümü açtığımda gördüğüm kişiyle afalladım.
"Sen," derken sesim titrek ve kısıktı. "Sen nasıl burada olabilirsin? Sen ölmüştün."
Selçuk. Hayatımın bir kısmını bana zehir eden, izler bırakan kişiydi.
Dilini damağına vurarak anlamsız sesler çıkarırken, "Sen benim öldüğümü, seni bıraktığımı nasıl düşünürsün sevgilim? Ben seni ölsem bile bırakmam."
Neyin içinde olduğumu anlayamıyor, sesimi bile çıkaramıyordum. Ters giden bir şeyler vardı. Yolunda olmayan şeyler. Hemen yanımda yatan Ateş'e baktığımda kanlar içinde olduğunu gördüm. Bu görüntü bile sesimi çıkarmama yetmedi. Ve evet, tam bu anda bir kâbusun içinde olduğumu anladım.
Uyanmalıyım. Hem de hemen.
"Sen," dedi ve iç çekti. "Bana hamile olmadığını söylemiştin. Şimdi bana yalan söylemenin cezasını çekmelisin. Cezanı çekmelisin ki bir daha yalan söylemeye cesaret etmemelisin."
Ani bir haretketle üstüme çıktı. Yine sesimi çıkaramadım. Bir eli boğazıma sarılı bir haldeyken diğer elini havaya kaldırdı. O an elindeki koca bıçağı fark edebildim. Kanlıydı.
"Önce ondan kurtulacağız, sonra da sana akıllanman için iyi bir ders vereceğim. Merak etme sevgilim, kısa sürmesi ve acı çekmemen için elimden geleni yapacağım."
Bana saplamak için kaldırdığı bıçak perdenin arasından giren ay ışığıyla parlarken o an bulduğum güçle bağırmayı başarabildim.
"Hayır, hayır!"
Derinlerden duyduğum boğuk seslerle ani bir şekilde gözlerim açıldığında duyduğum o sesler bir netlik kazanmıştı.
"Nazlı'm, gülüm."
Bilincim yerine geldiğinde hâlâ gördüğüm kâbusun etkisindeydim. Boğazımda hissettiğim acı hem susuzluktan hem de yeni fark ettiğim şeyle bağırmaktandı.
Her şey netlik kazanırken, Ateş'in kâbusumdaki o hâli gözümün önüne geldiğinde hızlıca Ateş'in iyi olup olmadığını taradım. Yaşıyordu. Üstünde kan yoktu ama bu bana yetmedi elbette.
"İyi misin?" diye sordum. "Bir yerinde bir şey yok değil mi, iyisin?"
"Gülüm ben iyiyim, asıl sen nasılsın? Kâbus gördün galiba," dedi ve yanda duran komodindeki sürahiden bir bardak su doldurarak bana verdi. "İç bebeğim, iyi gelir."
Uzattığı suyu içerken biraz daha kendime gelebilmiştim.
Gördüğüm kâbusun her bir sahnesi kafamın içinde dönüp dururken, "Bebekler," dedim. Ellerim karnımı bulurken ne bir acı hissediyordum ne de bir ağrı. Bu rahat bir nefes almama neden olmuştu.
"Ne oldu güzelim benim? Bebeklerimiz gayet iyi. Yapma diyordun uykunda, sayıklıyordun. Anlatmak ister misin?"
"Şimdi değil," derken göğsüne sığındım. Sıkıca Ateş'e sarılırken, "Şu an değil, daha sonra lütfen, şimdi değil."
Bir eli belimi kavrarken diğeri de terden ıslanmış saçlarımı okşuyordu. Şimdi fark ettiğim halimle, "Saat kaç," diye sordum.
Birkaç saniye sonra, "İkiye çeyrek var," demesiyle göğsünden doğruldum. "Çok terledim, duş almak istiyorum."
Yataktan doğrulurken bir şey demedi. Alacağım duş hem bedenime hem de zihnime iyi gelecekti.
"Seni yıkamamı ister misin?" diye sordu. Bu soru ahlaksız bir tekliften çok şefkat doluydu. Ve ben bu sorunun her türlüsünü geri çevirecek biri değildim.
"Olur," dedim ve ben önden odada bulunan ebeveyn banyomuza girdim. Çok geçmeden Ateş'de geldiğinde pijamalarımı çoktan çıkarmıştım. Sütyenimin kopçasına uzanacakken benim yerime kendisi yaptı. Sütyenimin askıları omuzlarımdan düşerken artık çıplak kalan omzuma bir öpücük kondurup küveti doldurmak için önüme geçti.
Ateş, küveti doldurduktan sonra yavaşça küvetteki yerimi aldım. Hâlâ gördüğüm rüyanın etkisinde olduğum için kendi iç dünyamda düşüncelere dalmışken, "Anlat," dedi. "Her ne olduysa anlat ki bileyim."
Islattığı saçlarımı köpüklerken, "Kâbus gördüm," dedim. "Onu gördüm, hamile olduğumu biliyordu. Bıçağı vardı, seni öldürmüştü, benim karnımı da bıçaklayacakken güç bela uyandım. Kâbus gördüğümün farkındaydım ama bir türlü uyanmadım, uyanamadım. O, elindeki bıçağı karnıma yaslayana kadar."
Elleri bir an için duraksadı. Derin bir nefes aldığını duydum ama birkaç saniye sonra kaldığı yerden devam etti.
Bir süre sessiz kaldı. Ben de onun sessizliğine eşlik ettim. Islatıp köpürttüğü lifi önce sırtıma sürdü. Hareketleri yavaş ama içi hoş eden türdendi.
"Yaşadığın şeylerin bir insan ve bir kadın olarak ne kadar zor olduğunu bilemem ama tahmin edebiliyorum."
Sessizliği bozarak konuştuğunda sanki ağzından çıkan her kelime boğazını parçalıyormuşçasına acı çektiğini biliyordum. Çünkü ben de böyle hissediyordum. Ne zaman bu konu hakkında konuşsam, boğazıma saplanan dikenler ne konuşurken rahat veriyordu ne de yutkunurken.
"Olayların üzerinden her ne kadar zaman geçse de bedenin iyileşse de yara almış bir ruhu ancak sevdiklerinin sevgisi ve ilgisi iyileştirebilir ki bunun başını çekenlerden biri de benim."
Bu söylediği beni istemsizce güldürdüğünde kendimi tutmakla uğraşmadım. İhtiyacım vardı. Benim güldüğümü görünce Ateş de gülümsedi ve ıslaklığıma aldırış etmeden bana sarıldı. Şakağıma öpücük kondurduğunda diğer elindeki köpüklü lifle karnımı sanki kırılacak bir şeymiş gibi nazikçe köpüklüyordu.
"Bebeklerimiz olacak bir tanem. Kaygılı olman çok normal. Benim de aklım çıkıyor her an size bir şey olacak diye. Ama eğer istersen doktordan randevu alabilirim. Anlatmak iyi gelebilir Nazlı'm."
Psikiyatristen bahsediyordu. Şile'den, İstanbul'a döndüğümüzde buradaki hastanede de tedavim devam ediyordu. Devam ederken de aynı zamanda da bir psikiyatrist ile de konuşuyordum. Şimdi de iyi gelebilirdi belki de.
"Olur," dedim. "Ama aramızda kalsın. Babamlar duyarsa endişelenir. Şimdi kimseyi telaşlandırmak istemiyorum."
"Sen nasıl istersen karıcım," dedi ve dudağımdan sert bir öpücük çaldı.
"Ben gerisini hallederim. Sen çarşafları değiştirir misin?"
"Çarşafların başka bir nedenden dolayı değiştirmeyi isterdim ama neyse," derken amacının ortamı yumuşatmak, biraz da olsa munzurluk yapıp beni keyiflendirmek istediğini biliyordum ki bu da benim işime gelirdi.
"Arsız," dedim gülerken.
"Sadece sana," dedi her zamanki gibi ve banyodan çıktı.
Doğrulup güzelce durulandıktan sonra bornozumla iyice kurulandım. Baş havlusuyla da saçımdaki ıslaklığı alırken gözüm aynadaki yansımama kaydı.
Bornozun kalınlığından dolayı karnımı olduğundan fazla gösteriyordu. "Annen ve babanın senin için yapamayacağı hiçbir şey yok bebeğim," dedim karnımı okşarken. "Biz her zaman yanında olacağız."
Yeterince oyalandığımı fark ettiğimde banyodan çıktım. Yatak çarşafları değişmiş, değişen çarşafların üstünde giymem için çamaşır ve pijamalar çıkarılmıştı.
"Bir an önce giyin gülüm, hasta olmayın."
Banyoya doğru gittiğinde hafiften üşüdüğümü hissettiğim için hızlıca giyindim. Saçlarımı da havluya saracağım zaman bir el beni durdurdu.
Yüzüm cama dönük olacak şekilde beni oturttuğunda banyoya da neden gittiğini anlamış oldum. Elindeki fön makinesinin fişini komodinin hemen üstünde bulunan prize soktuğunda o rahatsız eden ses duyuldu ve ardından saç diplerimde hissettiğim sıcaklıkla mayıştım.
Parmakları sanki kırılacak bir şeye dokunuyormuş gibi hassas ve nazikti. Oysa ki ben kendi saçlarıma hiç bu kadar nazik değildim.
Aradan dakikalar geçtikten sonra önce o sıcaklık ardından da ses kesildi. Arkama geçip saçımı taramaya başladığını hissettiğimde en sevdiğim zamanların birindeydik. Ateş'in saçımı taradığı zamanlar.
"Bebekmişim gibi ilgileniyorsun ya benimle, çok hoşuma gidiyor."
Cevap gecikmedi. "Sen zaten benim bebeğimsin."
"Karnımdaki ne peki?"
"Sen benim, karnındaki de bizim bebeğimiz."
"Etkilendim, hep yap bunu."
Kısık gülüşünü duydum. "Karımı etkilemek de benim en sevdiğim şeyler arasında."
Saçlarımı taramasını sevdiğimi biliyordu. Ve bunu bildiğinden beri daha sık saçlarımı tarıyordu. Derinlere insek kesin bunun altından da çocukluğumla alakalı bir şeyler çıkabilirdi ama şu an için bunu düşünmek istemedim.
Saçlarımı taramayı da bitirdiğinde parmakları saçlarımın arasından su gibi aktı. İncitmeden, kırmadan her bir telini sever gibi saç tutamlarımı ayırıyordu.
"Eğer bebeklerden biri kız ise onunda saçlarını böyle yıkayıp, kurutup örer misin?"
"Ömrümü bile veririm. Sizin için her şeyi yaparım."
Burada devreye istemeden olsa hormonlarım girdiği için gözlerim çoktan dolmuştu. Her ne kadar Ateş'e belli etmemeye çalışsam da burnumu çektiğim an ağladığımı anlamıştı.
Örmeyi bitirdiği saçlarımın ucuna tokayı taktıktan sonra kolları belimi sardı. Sırtım göğsüne değdiğinde kollarımı belime sardığı kollarına sardım.
"Neden akıtıyorsun güzelim incilerini, söyle erine."
"Bilmiyorum. Sadece mutluyum ve hormonlar işte."
Belimdeki kolları sıkılaştı. Ellerinden biri karnımda, bebeklerimize kendini hissettirmek için hafif hafif olduğu yeri okşarken, "Hormonlar konusunda ne yazık ki bir şey yapamam. Bir yerde bizim mercimeklerin neden olduğu bir şey ama mutluluktan bile olsa ağlamanı yüreğim kaldırmıyor."
Zorda olsa sırtımı göğsünden ayırıp yüz yüze gelmemizi sağladım.
"Ben tek başına büyüyen bir kız çocuğu olarak, en çok korktuğum şeylerden biri olurda bir gün kendi çocuğum olursa benim yaşadıklarımı yaşayacak olmasından çok korkmuştum. İstenmeyen ve hevesi geçince öylece verilebilen bir bebek olduğumu düşündüm yıllardır."
Burada nefes alma ihtiyacı hissederek sustum. Ellerim yanaklarımdaki yaşları silmek için kalkarken Ateş benden hızlı davranarak benim yerime akan gözyaşlarımı sildi.
"Aslında hiçbir şeyin düşündüğüm gibi olmadığını bile yıllar sonra öğrendim. Şimdi bebeklerimizin çok güzel bir hayatı olacağını bilmek, bir aile ortamında onu seven insanların arasında büyüyeceklerini bilmek içimde bir yerdeki yarayı kapatıyor sanki."
Beni göğsüne yasladı. Kollarım beline anında sarılırken bunu bilinçli olarak yapmadığımı biliyordum. Bu bizim normalimizdi.
"Hiçbir kelimem ya da hiçbir temennimin geçmişte yaşadıklarını yok etmeyeceğini ve hafifletmeyeceğini biliyorum. Ama sen, her şeye rağmen kendini o kadar güzel ve iyi büyütmüşsün ki bebeklerimiz dünyanın en iyi annesine sahip olacaklar."
"Ve en iyi babasına," dedim. Bir çocuğun hayattaki ilk şansı onu seven bir anne babaya sahip olmasıydı. Bizim evlatlarımız ise şimdiden şanslıydı.
Yatakta iyice kayarken Ateş beni üstünden çekmedi. Biraz zorlansa da altımızda kalan yorganı üstümüze çekerek bizi sıkıca örttü.
"İyi geceler bir tanem ve mercimeklerim."
Hitap şekli beni güldürmüştü. Hoşuma da gitmedi değildi.
"İyi geceler Ateş'im."
Duş almanın ve az önce ağlamanın vermiş olduğu uyuşuklukla uykuya dalmam zor olmadı. Çok geçmeden uykuya daldığımda Ateş'in parmakları hâlâ saçlarımın arasındaydı.
********
Ateş'ten
Saatin kaç olduğunu bilmiyordum ama hava sabahın erken saatlerinde olamayacak kadar aydınlık duruyordu. Bu yüzden tahminim dokuz ile on bir arasındaydı.
Göğsümde yatan kadına baktım. Kadınıma...
Benim için hayat tam olarak buydu. Ve karnında hayat bulan mercimek tanelerinde.
Ne kadar üstünü örtmeye çalışsa da, unutmak istese de bazı yaralarının geçmediğinin farkındaydım. Bunun canlı bir kanıtı da dün gece gördüğü kâbustu.
Bugün öğleden sonra ise doktor randevumuz vardı. Nazlı'yı bulduktan bir hafta sonra İstanbul'daki hastaneye geldiğimizde tedavisi hem bedensel hem de ruhsal olarak devam etmişti. Taburcu olduktan sonra ise gerek görmediğinden terapileri bırakmıştı ama belli ki ihtiyacı vardı.
Nazlı'yı dikkatli bir şekilde yastığa bıraktıktan sonra yanımda duran telefondan saate baktım. 09:58.
Sakin ve yavaş adımlarla odadan çıktığımda rotam ilk olarak evin girişindeki misafir banyosu oldu. Elimi yüzümü güzelce yıkadıktan sonra mutfağa giderek karım ve bebeklerimiz için güzel bir kahvaltı hazırlamakla işe başladım.
Çay suyunu koyduktan sonra her şey hızlı bir şekilde göz açıp kapayıncaya kadar hal olmuştu. Masanın son haline baktım. Patates kızartması ve kahvaltılıklar, Nazlı'nın en sevdiği peynirler, Gülendam ablanın kahvaltılık sosu ve son olarak beş dakika önce gelen fırından taze çıkmış olduğu belli olan kaşarlı poğaçalar ve simitlerle her şey hazırdı.
"Bu güzel kokular da ne böyle?"
Duyduğum sesle bakışlarım mutfak kapısına döndü. İşte doğdu güneşim. Tam olarak şu an.
"Günaydın Nazlı'm."
Yavaş adımlarla yanıma geldi. Tam karşımda durduğunda kollarımı beline sardım. Saçlarının ön kısmı biraz ıslaktı. Elini yüzünü yıkayıp buraya geldiği belliydi.
Kolları anında omuzlarımı bulurken, "Günaydın da belki gün daha aymamıştır, araştırılmasını talep ediyorum."
Başı göğsüme düşerken daha sıkı sarıldım. Uykuluyken çok güzel olduğunu daha önce söylemiş miydim?
"Aydı, aydı. Kahvaltı bile yapılacak derecede hem de."
Başını göğsümden kaldırıp çattığı kaşlarıyla bana baktı.
"Dalga mı geçiliyor benimle şu an? Bu uykulu hallerimin hepsinin senin mercimekler yüzünden olduğuna dikkat çekmek," derken lafını tamamlamasına izin vermedim. Lafını bölmesine sebep olan şey onu öpmüş olmamdı.
Afalladı. Gözlerini bir süre açamadı. Bir daha öptüm. Bir daha, bir daha ve bir daha.
Genzinden geldiğini duyduğum sesle ileriye gidersek bu küçük öpücüklerimin nereye bağlanacağını biliyordum. Bu yüzden hiç istemesem de geri çekilmek zorunda kaldım.
"Kahvaltı yapmalıyız," dedim.
Şu an omlet yemektense başka bir şey yemek tercihimdi ama önceliklerim farklıydı.
"Evet," dedi. "Yapmalıyız."
Kollarımı belinden ayırdığımda masaya yönelen karıcığıma ufak bir şaplak attım yan bakmakla ve hoşuna gittiği belli olan sırıtmayla yerine geçti.
Bardaklara çayları koyduktan sonra ben de yerimi aldığımda, "Her şey çok güzel görünüyor aşkım, ellerine sağlık," dedi.
"Afiyet olsun gülüm."
Sessiz bir şekilde kahvaltımızı yaparken, "Doktordan bugün için randevu aldım," dedim. "Aynı doktor. Öğleden sonra."
"İyi yapmışsın sevgilim," diyerek kahvaltısını yapmaya devam etti.
Devamını yazıyorum. Ne zaman gelir henüz bilmiyorum ama yakın zamanda gelecek. Oy vermeyi ve yorum atmayı unutmayın. Hoşça kalın :))
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 42.82k Okunma |
3.33k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |