Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@okuyan_bir_insan

İnsan ne zaman büyürdü? Ne zaman büyüdüğünü anlardı? Peki anladığında her şey için geç kalır mıydı? Ben erken büyümüştüm. En yakın arkadaşım Yasemin de, bizim gibi olan her çocuk da. Şimdi ameliyathane kapısının önünde beklerken bir kez daha büyümüştüm. Yıllardır elinde büyüdüğüm Orhan amcam, babam bildiğim adam soğuk bir ameliyathanede canıyla cebelleşirken; ben bir kez daha büyümüş, Çiçek bir kez daha yara almıştı.

“Bir şey olmayacak o ihtiyara. Eski toprak o bilmez misin sen? Sakın kendini koy verme, çıkacak içeriden.” dedi, Yasemin. Buraya nasıl geldiğimi, ne kadar zamandır beklediğimi bile bilmiyordum. Bu süreçte tek bir damla gözyaşı dökmemiştim.

‘Ağlama Çiçek.’ dedim içimdeki o büyüyememiş kıza. ‘Ağlama ağlarsan o da gider.’ ‘Bebeğimiz kayboldu ağladın bir daha geri dönmedi, anne baba gitti ağladın, geri gelmediler. Sakın ağlama, ağlama ki o da gitmesin.’

Karşımda oturan Hasan ağabey, Tolga, Murat ve Kadir’e baktım. Oysa ki onlarla tanışalı daha ne kadar olmuştu ki. Orhan amca için Murat’tan kan almışlardı. Haberi aldıktan sonraki hâlimi gören Ateş, ben de seninleyim diyerek arabasıyla beni hastaneye getirmişti. Yoldayken her ihtimale karşı arkadaşlarını aramış ve hastaneye gelmelerini söylemişti. Onlar da sorgusuz sualsiz gelmişlerdi. Beni burada görmeyi beklemeseler de Ateş durumu anlatmış ve sakince bizimle beraber beklemeye başlamışlardı. Bu süreçte de Yasemin’le tanışmışlardı.

Murat, kolundaki pamuktan kurtulduktan sonra eski yerine oturmuştu. Çantamdaki gofret aklıma geldiğinde içinden almış, Murat’a uzatmıştım.

“Kan verdin. Tatlı bir şeyler yemen lazım, itiraz kabul etmiyorum.” dedim ve gofreti verdikten sonra yerime oturdum.

Birkaç dakikanın ardından koridorun ucundan gelen sesle bakışlar o yöne dönmüştü. Uzaktan görünen Selçuk itiyle, “Bir sen eksiktin, a*ına koyduğumunun ya*şağı.” dedim. Bu ettiğim küfürü yalnız ben duydum zannederken başımı kaldırmamla herkesin duyduğunu anlamış oldum.

Olduğum yerden ayaklanırken Selçuk’ta yanımıza gelmişti. “Her şey yolun da mı? Durum nedir?” diye sordu. Yasemin son gelişmeleri özet geçtikten sonra bana döndü.

“Sen iyi misin Nazlı?” diye sordu.

“Benim nasıl olduğum önemli değil. Asıl önemli olan Orhan babamın durumu.” dedim.

“O nasıl söz sen de önemlisin tabii.” dedi.

Karşımda öylece dururken aniden gelen sinir ve deli gücüyle montunun yakalarından sıkıca tutup arkasındaki duvara sırtını çarpmasını sağladım.

“Bana bak. İnan şu an senin ya*şaklıklarını çekecek durumda değilim. Biraz daha bana asılmaya devam edersen seni bu hastaneye direk diye dikerim anladın mı beni?” dedim. Ellerim hâlâ yakalarında ileri geri sallarken.

“Senin derdini ben bilmiyorum mu sanıyorsun p*şt.” diye bağırdım. Şu an nerede ya da hangi durumda olduğum önemli değildi. Canım yanıyordu ve ben canım yanarken can yakardım.

Tutulduğumu hissettiğimde aniden geri çekildim ve Selçuk’un bir şey demesine fırsat kalmadan Hasan ağabey ve Tolga onu dışarı çıkardılar.

“Şimdi gözüme girdin işte deli baş.” diyen Kadir’e de kulak asmamıştım.

Aradan geçen beş dakikadan sonra bir kez daha koridorda ses duyulurken Akın ve Çağatay’ın geldiğini gördüm. Akın bana, Çağatay’da Yasemin’e sarılmışken, ‘iyi olacak’ dedi ikisi de.

“Orhan amcadan başka bir şey beklenilmez iyi olacak tamam mı?” dedi Akın sakince. “Bildiğim şeyleri bana söylemeyi bırakın.” dedim ruhsuzca.

Aradan geçen saatler sonucunda ameliyathane kapısı açılmış ve doktor çıkmıştı.

“Orhan Çelik’in yakınları.”dedi.

“Biziz.” dedim, Yasemin’in elini tutarken.

“Kalp spazmı nedeniyle buraya gelmiş, stent takıldı. Yaşı itibariyle her ne kadar zorlansak da şu an durumu gayet iyi. Fakat yoğun bakımda tutacağız.” dedi.

“Görme şansımız var mı?” diye sordum.

“Ancak normal odaya alındığı zaman mümkün.” dedi doktor. “Geçmiş olsun.” diye ekledi ve gitti.

 

**************

 

Orhan amcanın yoğun bakımda kaldığı süreçte, başta Yasemin olmak üzere herkesle hastanede kalmak için kavga etmiştim. Bir an olsun gözümü Orhan amcadan ayırmak istemiyor, sanki buradan gidersem bir daha göremeyecekmişim gibi hissediyordum. İnsan sevdikleriyle sınanınca bazı şeylerin değerini anlıyor ve kaybetmek üzereyken kıymet biliyordu. Ben ise hiçbir zaman o insanlardan olamamış, kıymet bilmezlik yapamamıştım. Hem buna fırsatım olmamıştı, hem de hiçbir zaman o kadar şımaramamıştım.

En sonunda Yasemin beni, ‘Orhan amcaya yemekte yaparsın adam hastane yemeği mi yesin?’ diye ikna etmiş ve sonunda eve gitmeme sebep olmuştu. Bizi eve bırakansa tabii ki de Ateş olmuştu. Yol üstünde bir kasapta durmuş, ilikli kemik almıştım. Şimdiyse evde Orhan amcaya şifa olsun diye çorba yapıyordum. Ocakta çorba pişerken, bir yandan da çok sevdiği limonlu kurabiyelerimden yapıyordum.

Orhan amca vakti zamanında kendi köyünden bir kadını çok sevmiş. Şanslı ki kadın da Orhan amcayı sevmiş ama kavuşmaları oldukça zorlu olmuş. Onlarda çareyi kaçmakta bulmuşlar ve kendilerine sıfırdan bir hayat kurmuşlar. İkisi de hep bir çocukları olsun istemiş fakat bu ne yazık ki mümkün olmamış. Yıllar sonra da Orhan amcanın eşi hastalanmış ve çok geçmeden vefat etmiş. Orhan amcaysa ne hayatına birini almış, ne de köyüne geri dönmüş. Bizim kaldığımız yetimhane de iş bulmuş ve böylelikle belki evlat hasretine bir çare olur diye yıllarını bizlerle birlikte geçirdi. Hazır olan kurabiyeleri de fırına attıktan sonra salona geçtim.

“Geceden beri ayaktasın Nazlı. Düşüp bayılmandan korkuyorum. Az dinlen ne olur.” diyen Yasemin’e, “Ben iyiyim Yaso, sen beni dert etme şimdi.” dedim.

“Geri zekâlı. Benim senden başka kimim var da ben dert edeyim.” diye beni payladıktan sonra yanıma geldi ve bana sıkıca sarıldı.

“Seviyor musun yoksa nefret mi ediyorsun valla bilemiyorum Yaso. Ne olacak bizim senle bu aşk nefret ilişkimiz?” diye takılırken ben de bir yandan ona sarılıyordum.

“Hem seviyorum hem dövüyorum ne var Allah Allah. Şikayetçi misin? Sıkıyorsa şikayetçi ol hadi.” dedi, tek kaşını kaldırıp meydan okurcasına.

“Tövbe hâşâ, ne demek şikâyetçi olmak. Valla çarpılırım.” dedim ben de ona.

“Aferin adam ol.” dedi ve ensemden hafifçe vurarak ayaklandı.

“Şiddet görüyorum komşular yetişin!” dedim, hafif sesimi yükselterek. “Bir gün elinde kalacağım bu kızın.” dedim ve devam ettim söylenmeme. Ondan hâlâ bir tepki alamadığımda;

“Aa hatun beni münasip bir yerlerine bile takmıyor ya.” dedim bu seferde.

Elinde, ağzında tuttuğu hafif köpürmüş diş fırçasıyla lavabodan çıkınca bana baygın bir bakış attı ve geri lavaboya döndü.

“Tamam. Bu yeterli bir cevaptı.” dedim arkasından.

Burnuma dolan yoğun limon kokusuyla ayaklanıp fırına baktım. Kurabiyeler piştiğinde fırını kapatıp, kapağını açmadan kendi sıcaklığında biraz daha bıraktım. Ocağın üstünde düdüklüde çorba kaynamaya devam ederken Yasemin mutfağa girdi.

“Neden sürekli Orhan amcaya limonlu kurabiye götürüyorsun. Hikmeti nedir bu kurabiyelerin?” diye sordu. Evet bir hikmeti vardı.

“Vakti zamanında Orhan amcanın, rahmetli eşi yaparmış bu kurabiyeyi. Bir ara bana anlatmıştı eşini. Ne kadar sevdiğini, elinin ne kadar lezzetli olduğunu.” dedim. “Bir ara Orhan amca grip olduğunda ona gitmiştim çorba falan yapmaya. Hatırlıyor musun?” diye sordum.

“Evet hatırlıyorum. O zaman da bu çorbadan yapmıştın.” dedi. Onaylar şekilde başımı salladım.

“Evi kurcalarken bir tarif defteri gördüm. Kurabiyenin tarifi vardı. Ben de tarifi aldım ve her pazartesi yanına giderken böylelikle yapmaya başlamış oldum.” dedim.

“Sen ne acayip birisin ya.” dedi, Yasemin. “Seviyorum kız seni zilli.” dedi. “Bize de düşer mi bu kurabiyelerden?” diye sordu.

“Düşer tabii. Fazla yaptım.” dedim.

“Bir tanesin bir.” dedi ve övgülerine başladı.

“Biliyorum teşekkürler.” dedim ve birbirimize takılarak, Yasemin işe gidene kadar bu böyle devam etti.

 

***************

 

Elim kolum dolu bir şekilde evden çıkarken tek temennim bir sakarlığa maruz kalmadan hastaneye gidebilmekti. Yaklaşık yarım saat önce hastaneden aranmış, ‘Orhan Çelik normal odaya alınmıştır.’ diye bir hemşire tarafından bilgilendirilmiştim. Alelacele evden çıkarken, her şeyin eksiksiz olması için son kez daha kontrol ediyordum.

“Hastanede giyeceği çamaşırlar burada, çıkarken giyeceği kıyafetler burada, çorba dolu termos burada, kurabiyeler de burada ve evet başka bir şey yok her şey tam.” dedim. Kendi kendime son kez sağlama yaparken, “Yemekte burada.” diyen sesle irkilmiştim. Gelen sese baktığımda bu Ateş’ti.

“Aklımı aldın ya. Siz de bu huy galiba.” diye söylendim.

Bu söylenmemin ardından kaşlarını çattı ve “Kim senin aklını aldı ki?” diye sordu.

“Dün dükkâna geliyordum ya Murat’la karşılaşmıştım hani.” dedim hatırlatmak amaçlı.

“Evet.” dedi sadece.

“Ben yine o gün kendi kendime söylenirken Murat’ı fark etmedim. O sebeple o da seslendiğinde ufak bir irkilmiştim.” dedim.

Çattığı kaşları düzelirken, “Anladım.” dedi. ‘Neyi anladın Yurdagül.’ desem ne olurdu acaba. İçimde yaptığım bu anlamsız konuşmaya son verip, “Sen nereye?” diye sordum.

“Annem dün yaşananları öğrendi de, Orhan Bey için yemek yaptı.” dedi.

“Zahmet etmiş. Teşekkür ederim.” dedim.

“Zahmetlik bir şey yok. Senin için önemli olan bizim için de önemlidir.” dedi.

Bu dediğine birkaç saniye şaşırıp, muhtemelen eblek eblek bakıp göz kırpıştırdım. Yüzüne dişlerini gösterecek kadar bir gülümseme yayıldıktan sonra, “Sanırım seni her zaman şaşırtmam gerekecek.”dedi, bir iç çekişinin arasından.

“Senin yakışıklıyı kullanmama müsaade var mı?” diye sordu.

Başımı sallayıp, “Ceketimin cebinde oradan alır mısın?” diye sordum. Yanıma birkaç adım atıp oldukça yakın bir mesafede olduğumuzda elini sağ cebime attı.

“Diğer cebimde.” dediğimde, vakit kaybetmeden diğer cebime baktı ve birkaç saniyede anahtarı çıkarıp iki adım geri gitti.

Az önce ne yaşandığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama bu kısacık birkaç saniyede bazı şeyleri fark etmiştim. Öncelikle güzel kokuyordu. Çok güzel. Anlamdıramadığım bir kokusu vardı. Gözleri ela, güneşte ise fenaydı. Ve gömlek çok yakışıyordu. Arabanın kilidini açtıktan sonra ilk önce kendi elindeki tencere ve tabak olduğunu tahmin ettiğim poşeti arka koltuğa yerleştirdi. Daha sonra benim elimdeki poşetleri aldı ve onları da arka koltuğa koydu. Kısa bir an eli elime değdiğinde elinin sıcaklığı beni yakmıştı. Daha önce tokalaşmak için elini tuttuğumda bu kadar sıcak değildi. Şimdi neden böyleydi.

“Hadi bin. Gidelim.” dediğinde kendi arabamda yolcu koltuğuna oturmak tuhaf gelmişti. Bu tuhaflık komiğime geldiğinde istemsizce sırıtmıştım.

“Gülmen her ne kadar iyi hoş olsa da sebebini sorabilir miyim?” diye sordu.

“Kendi arabamda ilk defa şoför değil de yolcu koltuğundaki prenses oldum.” dedim.

“Yani bu arabayı senin dışında kullanan ilk kişiyim. Öyle mi?” diye sordu.

“Öyle.” diye cevap verdim ben de.

Bu sefer o sırıtırken ben de;

“Gülmen her ne kadar iyi hoş olsa da sebebini sorabilir miyim?” diye sordum.

“Ben çok gülen bir insan değildim Nazlı.” dedi. “Ama bu seninle tanışana kadardı tabi.” diye ekledi.

“Sen hayatıma henüz yeni girmişken bile ben yirmi sekiz senelik hayatımda gülmediğim kadar güldüm.” dedi. Ben pür dikkat onu izler ve dinlerken, o araba kullandığı için arada bana bakıyordu. Trafik ışıklarına denk gelmemizle durup bana doğru baktı ve gözlerimiz birbiriyle buluştu.

“Gülmek güzel bir şeymiş Nazlı. Ben bunun tadını bir kez aldım ve açık olmak gerekirse artık bırakmaya niyetim yok.” dedi.

Bu sözünün üstüne bir şey diyemezken, yanan yeşil ışıkla yola devam etti. Ben de başka bir şey söylemedim. Bir şeyler oluyordu. Bunu fark edemeyecek kadar alık ya da küçük değilim. Bir şeyler değişiyor fakat bu değişiklik beni rahatsız etmek yerine heyecanlandırıyordu.

 

******************

 

“Gördün değil mi? Ben hayal görmüyorum değil mi? Kız bir şey de.” diye kızının kolunu cimcirdi Handan. Az önce oğlunu, ileride gelini olmasını istediği hatta göz koyduğu Nazlı’nın yanına yolladı. Son yaşanan şeylerden haberdar olmuş, o da kendince bir şeyler yapmak isteyip Ateş’le beraber yemek yollamıştı.

“Gördüm anne. Görmez olur muyum? Hele ağabeyime bak hele hele. Kızın içine düşecek.” dedi Asena. O da Nazlı’yı çok sevmiş ve benimsemişti.

“Nasıl vefalı kız görüyor musun Haluk. Kim bilir ne kadar üzülmüştür kızcağız. Neyse ki kurtulmuş adam.” dedi. İlerideki gelininin üzülmesini istemezdi.

“Öyle gerçekten.” dedi Haluk. “Demek vefa, yalnızca semt adı değilmiş. Son kalemiz Nazlı abla.” dedi, Asena da.

“Yalnız Nazlı abla da sanki ağabeyime karşı boş değil gibi. Baksana aralarındaki se*ual tensiona.” dedi Asena.

Ayağındaki terliği çıkarıp, Asena’ nın ağzına hafifçe vurdu Handan. “O ne demek kız. Ne biçim konuşuyorsun sen. Tövbe tövbe.” diye azarladı.

“Of anne ya!” diye söylendi Asena. “Sana da bir şey söylemeye gelmiyor.” dedi ve salonu terk etti. Handan giden kızının arkasından baktıktan sonra gözünü cama çevirip tekrar tülün ardından oğluyla, ileride kızı olmasını istediği müstakbel gelinine baktı.

“Allah’ım sen büyüksün. En iyi bilensin. Sen iyiyse, doğruysa, hayırlısıyla nasip eyle Rabbim.” dedi ve her gün ettiği duasına bugün bir yenisini daha ekledi.

 

Bir bölümün daha sonuna geldik. Yanlış hesaplamadıysam eğer bu bölüm 1851 kelime ediyor. Bu da açıkçası benim için büyük bir şey. Yazım yanlışları varsa af ola. Siz Ateş ve Nazlı hakkında ne düşünüyorsunuz merak ediyorum. İyi okumalar. :))

Loading...
0%