Yeni Üyelik
23.
Bölüm

12. İhanetin gölgesi

@okyanuss_s

 

Oylamayı ve yorum yapmayı unutmayın🫶🏻

Keyifli okumalar🤍

 

⚔️İhanetin gölgesi⚔️

 

Bazı şeyleri değiştirmek imkansızdır. Olanları olduğu gibi kabul etmek en sağlıklı olanıdır. Buna insanlar da, yaşanan anlar da dahildir.

Belki de anılarımdan kaçmadan, onları kabul edebilseydim her şey daha farklı olabilirdi. Şu an bir suikastçının kollarında yarı bilinci açık bir şekilde gecenin karanlığına doğru yol almazdım.

Rüzgar saçlarımı okşarken, tanıdık bir kokuyu da kendiyle birlikte getirmişti. Ciğerlerime dolan buram buram portakal kokusuyla hayallerim beni karanlık anlara sürüklemekten çekinmemişti.

Ormanın karanlık derinliklerinde bu portakal kokusu ne kadar garipti olsa da, bunu dert edemeyecek kadar yorgundum. Kendimi zihnimde doluşan yüzlerle anının kollarına bıraktım.

Bir açılıp bir kapanan gözlerim onu buldu. Etrafı inceliyordu. Fazla düşünceli ve endişeli görünüyordu. Saldırganlarla savaştığı zaman bile böyle tepki vermemişti. Acaba yine mi bir tehlike karşısındaydık mı diye düşündüm.

Gözleri üzerime indiğinde, gözlerimi daha fazla açık tutamadım. Ona güvenmiyordum, bu sonum olabilirdi. Belki de sonumdu.

 

 

 

 

~~~~~~~~~~~

"Anne?"

Etrafta kimse yoktu ve bugün doğum günümdü. O kadar heyecanlıydım ki. Sonunda 15 yaşına basacaktım. Heyecanımın asıl nedeniyse, babamın doğum günüme söz verdiği hançerdi.

Demir madenlerinde benim için hazırlatacağına söz verdiği o hançer. Merdivenlerden aşağıya inerken aklımdan hayalini kurduğum hançeri çıkarmaya çalıştım. Şu an daha önemli bir işim vardı.

Doğum günü pastamı mideme indirmek gibi. Etrafta kimseyi görmeyince yeniden seslenmeye başladım. "Baba. Mutfakta mısın?" Mutfağa girdiğimde orada da yoklardı. "Cliff, Felix. Hadi çıkın artık. Saklambaç mı oynamak istiyorsunuz? Tamam, oynayalım." dedim sırıtarak.

"Sizi bulma konusunda ne kadar usta olduğumu biliyorsunuz değil mi?" Bunları söyleyerek erkek kardeşlerimi çıkmaya ikna etmeye çalışsam da nafileydi. O ikizler tam bir baş belasıydılar. Tatlı baş belaları.

Bir kat daha aşağıya inip bütün odaları gezdim. Hatta dolaplara, saklanabilecekleri her bir yere birer birer baktım. Ama kimse yoktu. Oda sayısı azaldıkça yavaş yavaş endişelenmeye başlıyordu.

"Hadi artık çıkın çocuklar, tamam bu defa siz kazandınız." Ne kadar seslensem de cevap yoktu. Şu kocaman evde yalnızdım. Kapıya yönelip, dışarı çıkmaya karar verdim. Belki de dışarıdaydılar ve doğum günü sürprizi yapmak için beni bekliyorlardır.

Evet, eminim ki öyleydi. Kapıyı açacakken yerde olan lekeler dikkatimi çekti. Siyah kırmızı karışık kurumuş lekeler. Kalbim hızlanmaya başlamıştı. Elimle kapı kulpunu çevirip açtım.

Ceset.

Gördüğüm tek şey cesetlerdi. Bütün bedenim kaskatı kesilmişti. Zaman durmuştu adeta. Galiba az önce yerinden çıkacakmış gibi delicesine atan kalbim bile durmuştu.

Gözlerimi acıtarak kendine yol çizen göz yaşlarım sanki bir lavmış gibi süzüldüğü yanaklarımı yakıyordu. O an avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Tüm dünyaya bunun gerçekliğini inkar edercesine haykırmak istedim.

Ama tek yapabildiğim şey bakmaktı. Karşımda kana bulanmış cansız 4 bedene baktım.

 

 

 

 

~~~~~~~~~~~

Etraftan gelen seslerle bilincim kendine gelmeye başlasa da hala bu düşten kurtulamıyordum. Sanki arafta kalmıştım. Ruhum ikiye bölünmüş gibi gerçek dünya ile rüya arasında savaşıyordum.

Bu cehennem düşlerden kurtulmak istesem de, bağırmak istesem de, sanki sesim yok olmuştu. Bir an sonsuza kadar o ana hapsolacağımı düşündüm. Ama bütün bedenim soğuktan kaskatı kesilince gözlerimi açabildim.

Fazlasıyla soğuktu. Ellerim istemsizce bu soğuğu dindirecek bir şeyler aradı. Bu su muydu? Evet, sırılsıklam olmuştum.

Yorgunlukla açılan gözlerim etrafı gezdi. Oda az ışıklı olduğu için etrafı pek seçemesem de, buranın tanıdık bir yer olmadığına emindim.

Ne olduğunu hatırlamaya çalıştım. Haydutlar. Savaştık. Ölüyordum, sonra Daniel. Daniel mi? Aklıma gelen isimle bilincim sanki şimdi asıl kendine geldi. Evet ya, o getirmiş olmalı beni.

Hareketlenmeye çalışırken, bedenimdeki acıyla inlesem de doğrulmaya çalıştım. İşte o zaman ölüm meleği gibi başımın üstünde duran zebaniyi gördüm. Karşı duvara yaslanmış, ağırlığını bir ayağına vererek, rahatça duruyordu.

Gözleri bomboş, hissiz bakıyordu. Galiba ilk kez bu gözler beni bu kadar ürküttü. Sinirli, alaycı tavrına alışıktım. Bu ise garipti. Yüzümü inceleyen hissiz gözlerine daha fazla bakamayıp gözlerimi indirdim. O elindeki su kovası mıydı? Kıyafetlerimin sırılsıklam olduğu aklıma geldi.

"Delirdin mi sen?" Bağırarak elime ilk gelen şeyi ona doğru fırlattım.

"Ruh hastası senin derdin ne?" Söylendiğimde ayağa kalkmaya çalıştım. Canım ne kadar yansa da ona doğru yaklaştım. Tam yine bağırmaya başlayacaktım ki sustum.

"Doğum günün müydü?" Sorduğu bir soru değildi. Cevabını biliyordu. Bildiğini bilmemi istiyordu. Acaba rüyamda mı bağırdım, konuştum diye düşündüm. Ama sesimi bile çıkaramamıştım ki.

"Anlamadım," kendimi toplayarak aklıma gelen ilk şeyi dedim.

Elindeki kovayı yere fırlatınca, çıkardığı sesin boş odada yankılanmasıyla gözlerimi kapattım. Bu adam gerçekten deli.

"Kaçtığın zaman arkana bakmalısın küçük fare. Eğer bir şeyi yapacaksan tam yap. Daha bir karar bile veremeyen biriyle işbirliği yapmam." Gözlerimin içine bakarken eline ne zaman aldığını bilmediğim odun parçasını taştan olan eski şömineye attı.

Hayatını kurtarmak için döndüm ben oraya, bu muydu yani? Nankör herif.

"Ölüyordun. Malum hala doğru dürüst bir plan yapıp harekete bile geçemedik. Anlaşmamız bitmeden cehennemi boylayamazsın."

Tamam "ölüyordun" kısmını abartmış olabilirdim, ben yanına gittiğim de yalnızca birkaç sıyrık vardı bedeninde. Dudaklarından çıkan küçümseyici kahkaha ile kaşlarım çatıldı.

"Çok mu komik?" Derin bir nefes alıp birkaç odun daha alıp şömineye attı.

"Neden döndün?"

"Kimdi onlar?" İkimizin de aynı anda konuşmasıyla bir süre sessiz kaldık. Ve sessizliği bozan yine ben oldum.

"Bir anlaşmamız var, ölerek bundan kaçamazsın. Ölmesen bile yaralanırdın, senin yüzünden zaten kaç haftadır bir şey yapamıyorum. Planlamayı daha da uzatamam. Kraliçeyi bir gün daha o tahtta görmek istemiyorum." Söylediklerimle kaşları şaşırmış gibi havalandı.

"Son görüşmemizde kraliçeyi öldürmek istemediğini sanıyordum?" Keyifli ve bir o kadar da şüpheyle çıkan sesiyle yeniden konuştum.

"Benim öldüreceğimi de nereden çıkarıyorsun?" Söylememle dudakları sinsice kıvrıldı. Hemen de anlamıştı. Beni şaşırtanda buydu, bakışlarımdan bile aklımdan neler geçtiğini anlayabiliyordu.

Seni anlayan birinin olması güzel bir şey olduğu gibi de çok tehlikeli. Şu an benim durumum için bunun güzel olduğunu söyleyemezdim. Kim bilir aklında ne tilkiler dönüyordu.

"Soruma hala cevap vermedin" dememle güzündeki gülümseme silindi. Daha ciddi ifade takınıp konuştu.

"Orman haydutları işte, orman her zaman tehlikelidir." Hadi canım, bende bu yalanını yedim.

"Haydut oldukları kesin. Kimin adamları?" Dedim düz bir şekilde. Gözlerini kısıp ciddiyetimi, belki de ne kadar aptal ola bileceğimi kestirmeye çalışıyordu.

"Bu seni ilgilendirmez." demesiyle yine sinirlerim bozulmaya başladı.

"Adamalar beni öldürüyorlardı ve sen beni ilgilendirmez mi diyorsun?"

"Beni öldürmek istiyorlardı" yüksek ve keskin bir tonda demesiyle bana doğru adım attı.

"Ne fark eder be adam, ben de oradaydım ölebilirdim"

"Ama ölmedin değil mi?"

"Bu mu yani?"

"Ne çok seviyorsun o kıymetsiz canını" demesiyle bir adım daha atacaktım ki fazla yakın olduğumuzu anladım. Bağırarak anlamsız konuşmamız bitmişti. Ben artık bu adama tahammül bile etmiyordum. Yemişim planı da.

Arkamı dönüp gözüm odayı aradı, kapıyı gördüğüm an çıkışa doğru adımladım. Bütün bedenim her attığım adımda kasıldıysa da yürümeye devam ettim.

"Konuşmamız daha bitmedi Vanessa." Arkamdan o ölümcül sesiyle bağırsa da ben artık dışarıya çıkmıştım bile.

Bedenimi taşımak benim için gittikçe zorlaşıyordu. Özellikle bacağımdaki yara canımı çok yakıyordu. Gözlerim etrafı gezince, buradan çıkmanın tek yolunun yeniden ormana girmek olduğunu anladım. Bu halde oraya gitmek ölüm fermanımı imzalamak demekti.

Hadi ama neden her şey ters gidiyordu ki? Kapıyı çırparak çıktığım yere dönememem değil mi? Kendine gel Vanessa. Şu an gurur yapmanın vakti değil. Mantıklı düşün, git o aptalı kendine inandır.

Eğer gerçekten o tahtı istiyorsan bunu yap. Kendimi biraz daha ikna ettikten sonra ciddi bir ifade takınıp kapıyı açtım. Daniel şöminenin karşısındaki sandalyeye oturup sakince bana bakıyordu. Kendinden o kadar emindi ki, buraya döneceğimi biliyordu.

Sanki az önce buradan gitmek için çıkan ben değilmişim gibi karşısındaki yatağa oturdum. Başımı dik tutarak konuşmaya başladım. Bu iş yeterince uzadı artık.

"Mektup işini ben dönünce halledeceğim. Sarayda yeterince kalabalığız, bir varisten kurtulsak hiç de fena olmaz. Böylelikle hem şüpheler benim üzerimden çekilmiş olur.

Herkesin varisimizin ihanetiyle uğraşırken Kraliçenin savaş anlaşması yaptığı her bir krallığı rahatlıkla öğrenebiliriz. Kraliçe Girard halkını sürgün etmiş biliyor musun?"

Sorumla kaşının biri havalandı. Konuyu nereye götüreceğimi merak ettiği halinden belliydi.

"Biliyorum."

"Eskiden Lunanın halkını da sürgün etmişti. Bunu ortamı daha da karıştırmak için kullanabiliriz. Halk zaten çok kinli, intikam ateşi onlara ele geçiriyor.

Sana düşen bu ateşi körükleyip şehri savaş meydanına çevirmek. Böylece kraliçenin o sarsılmaz tahtına ilk darbeyi vurmuş oluruz."

Bir nefeste söylediklerimle derin bir nefes aldım, sözlerimden memnun olmuşçasına dudağının kenarı o şeytani sırıtışıyla kıvrıldı.

"Kraliçenin anlaşma yaptığı herkesi biliyorum. Bunun için vaktimizi harcamaya gerek yok. Onlar arasında bizim için en önemli av kim biliyor musun?"

Başımı sadece hayır anlamında sallamakla yetinmiştim.

"Xenon" Gözleri parlayarak söylediği isimle düşündüm. Bu adamın adını hiç duymamıştım.

"Sevgili büyük annenin gayri resmi çocuğu," söyledikleriyle kahkaha attı. Ben ise gerçekten bu adamın daha neler bildiğini düşünüyordum.

"Xenon'un resmi bir imzası olmasa da savaş planın yaratıcısı kendisi olur. Doğrusu kimse ne adını duymuş, ne de varlığından haberleri var. Anlaşılan bu günler için büyütmüş onu.

Krallığın birçok yerinden yüzlerce bilim adamını bir araya toplamayı başarmış. Büyük bir şeyler planlıyor. Yaptıkları şeyi 2 yıl önce kendi gözlerimle gördüm."

Elindeki içkiden bir yudum alıp, sanki o görüntüleri yeniden zihninde canlandırdı. Gözleri avına saldıracak bir aslanınki gibi parlıyordu. Yeniden bana doğru dönüp konuşmaya başladı.

"Her şeyi yok edebilecek güçte. Çok güzeldi," Son dediğiyle şaşırsam da ne istediğimi anlamıştım. Bu adam kraliçeden daha tehlikeli olabilirdi. O silahları istiyordu, hakimiyeti istiyordu, güç istiyordu.

Yapabilecekleri aklıma geldikçe endişeyle yutkundum. Silah işi gerçekten her şeyi fazlasıyla karıştırabilirdi.

"Ne yapacaksın onları?" Sorumla yüzündeki gülümseme daha da genişledi.

"Bence görmen daha eğlenceli olur." Bir yudum daha alıp elindeki bardağı masaya bıraktı.

"O adamı bulmalıyız, kraliçenin gücü o." Sonunda konuşma bitmişti. Daniel birkaç şeyi daha detaylıca konuştuktan sonra saraya doğru yol almıştık. Atın üzerindeyken fazlasıyla savunmasız olduğum aklıma geldi. Ne okum yayım, ne de hançerim yanımdaydı.

Hiç güvenmediğim bu adamla anlaşma yaptığım yetmiyormuş gibi bir de canımı emanet ediyordum. Saraya yaklaştığımızda o büyük duvarlardan yola girmek istemedi.

Orman yoluyla geldiğimiz için bir başa saray yoluna açılan göle varmıştık. Daniel atın üzerinde oturmuş yüksek kuleye bakıyordu. Gözlerinde gerçekten nefret vardı, bu saf nefretin ta kendisiydi.

"Gelmeyecek misin?"

"Vardığımda Mijiye dinlenmesi için zaman ver, o sonra kendisi döner." Arkasını dönüp geldiğim orman yoluna girdi.

Şimdi fark etmiştim, bu adam hiç saray duvarlarından içeri adım atmamıştı. Benim için düzenlenen parti bile saray duvarlarının dışında gizli bahçede olmuştu. Buraya en çok yaklaştığı zaman oydu.

Bir şüphe daha. O gerçek bir tehlikeydi. Ve bu tehlike zamanla her şeyi yok edebilirdi. Onunla iş birliği yapmış olsam da, baş düşmanlarımdan biri olduğunu asla unutmamalıydım. Bunu unutursam bedelini bir başa hayatımla öderdim.

 

 

 

Loading...
0%