@onyxmistic
|
Gözlerim dolmuştu, gözyaşlarımı silecek enerjiyi bulamıyordum. Bacağımdan akan kana baktım, normal şartlar altında müdahale etmemi gerektirecek kadar kanıyordu. Acı ve adrenalinle titreyen vücudumu zorla ayağa kaldırdım. Acıyı görmezden gelmeliydim. Ayakta kalmalı, koşmalıydım. Beynimde bir fırtına vardı. Korku, endişe, acı hepsi birbirine karışıyordu ama her biri bir anlığına kayboluyor, başka bir şey ön planda beliriyordu: Harekete geç. Korkumu ve karamsarlığımı göz ardı edip koşmaya devam ettim. Tepeyi gördüğümde, bir arabanın yaklaştığını fark ettim. O beyaz araba, sanki her şeyin sonu, belki de kurtuluşumdu. O arabaya ulaşmalıydım. Umut, her adımda biraz daha canlanıyordu. Adımlarımı hızlandırdım, bacaklarım titriyordu ama yine de hızlanmaya çalıştım. Yola fırladım. Bir tek şansım vardı ve o şans, o arabayı durdurmaktı. Ellerimi havaya kaldırdım, daha hızlı attığım adımlarla bir kaç saniye içinde arabaya ulaşmaya çalışıyordum. "Lütfen... dur! Lütfen! Ne olur dur! " Sesim titrek, nefesim yetersizdi. Ama o beyaz arabadan başka hiçbir şey gözümün önünde değildi. "Aslı sana dur dedim! Gidemezsin! Seni buna pişman ederim!" Sözleri, rüzgarın içinde yankılandı ve her bir kelime, içimde bir bıçak gibi kesiliyordu. Araba bana yaklaşırken, gözlerimden süzülen yaşlar hızlandı, içimde bir panik dalgası yükseldi. Ben yaklaşan arabaya, o ise bana çok yakındı. Kurtulabilmem için çok az belki de birkaç saniye zamanım vardı. Araba yaklaştıkça, gözyaşlarımdan buğulanan görüntü daha da netleşiyordu. Fakat netleşen manzara içimde bir korku uyandırdı. Arabanın içinde iki çocuklu bir aile vardı, ve hemen arkamda, eli silahlı bir Yiğit vardı. Onlara zarar verir miydi? Bütün hislerim birbirine karışıyordu, korku ve suçluluk iç içe geçmişti. Bir taraftan, çocukların güvenliği aklımı kurcalıyordu; diğer taraftan, içimdeki çaresizlik bir boşluğa çekiliyordu. O an, tam bu karmaşanın içinde, bir başka kurşun sesi kulaklarımı çınlattı. Kalbim bir anda hızla çarpmaya başladı. Bu kurşun, bir uyarıydı—"Buradayım" diyen bir tehdit, bir intikam çağrısı gibi. Ama ben duramazdım. O arabaya binmeliydim. Bir şey yapamazdı; bu kadar delirmişken geri adım atmak, intihar etmek gibiydi. Beni gören araç sahibi, bana yaklaştıkça hızını yavaşlatmaya başladı, ben de tüm gücümle ona doğru daha hızlı koşuyordum. Araba durduğunda, tüm gücümle kapıyı açmaya çalıştım, ellerim çaresizce metal kolu zorladı. Ama kapı kilitliydi. "Lütfen açın, peşimde biri var! Beni kurtarın, lütfen!" Yalvarır gibi ağlıyordum, her kelimem bir çığlık gibi boğazımda takılı kalıyordu. Ellerim kapı kolunu zorlamak için titriyordu, ama o kadar çaresizdim ki. Cama vurup yardım istemeye devam ederken, bana bakmayan şoförün gözleri bir noktaya takılı kalmıştı. Korkuyla, onun baktığı yöne doğru bakışlarımı çevirdim. Gözlerim, elindeki silahı arabaya doğrultmuş ve bana doğru adım adım yaklaşan Yiğit'i fark ettiğinde, korku kalbime adeta bir bıçak gibi saplanmıştı. Ona bakmayı bıraktım ve son bir çare aramaya başladım. Ama başka bir araba yoktu; bir umut ışığı daha sönmüştü. Her geçen saniye, kalbim sanki vücudumdan fırlayacakmış gibi hızla çarpmaya devam ediyordu. O an, kolumu kapı kolundan ayırmazken, arkamdan bir gölge gibi yaklaşan adamın varlığını derin derin hissettim. Hızlı hızlı aldığı nefesleri, ensemde hissetmek, bedenimdeki soğuklukla birleştikçe tüm dünyam bulanıklaşıyor, her şey silikleşiyordu. Silahın metal soğukluğu, belimdeki sert temasla beni donmuş gibi hissettirdi. Vücudum hareket etmiyor, sadece bir adım daha atmanın cezasını düşünüyordum. O an, onun bana ne yapacağına dair tek bir düşünce vardı: Geçmişim, geleceğim, umudum, her şeyim, belimdeki o silaha sıkıca bağlıydı. "Seni uyardım!" diye haykırdı, belime silahı daha da bastırarak. Sesindeki tehdit, vücudumda bir donma hissi uyandırdı, her kelimesi bir bıçak gibi batıyordu. "İnsanlara zarar vermek istemezsin, değil mi Aslı?" diye ekledi, sesi titrek ama kararlıydı. "Gitmene asla izin vermem, ne olursa olsun." Her heceyi, sanki bir yemin gibi, yavaşça, tane tane söylerken, fısıldadığı her kelimede öfke, acı ve tehdit bir araya geliyordu. Sözleri kulaklarımda yankılanırken, o kadar yakın, o kadar sertti ki, içimdeki tüm direncim bir anda sönüp gitti. Bedenim onun her adımında daha da çökmüş, gözlerimden başka hiçbir şey yokmuş gibi, sadece silahın metalik soğukluğunu hissediyordum. Belimdeki silahın soğukluğu tüm hücrelerimi dondurmuştu. Her kelime, içimdeki tüm umutları silip süpürüyordu. O kadar yakındı ki, nefesinin her alışı, sırtımda bir ateş gibi hissediliyordu. "Geri dön," dedi, sesi şimdi bir tehditten daha fazlasıydı—bir emre dönüşmüştü. "Bir adım daha atma. Geri döneceksin, yoksa bedelini ödeyeceksin." Gözlerim, son bir kez o beyaz arabayı aradı. Kim bilir, belki de bu son şansım olacaktı. Arabayı kullanan adamın da gözü üzerimizdeydi, ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Yiğit baktığım yere bakarak, direnen umudumu yerle bir etti. Silahını bana ve hemen ardından, içerideki çocuklara doğru doğrulttu. Korktuğum sahne ile karşılaşmıştım. Şoförün gözlerindeki belirsizlik, hızla karanlık bir kararlılığa dönüştü. Onların güvenliği, tüm bu kargaşanın ortasında, bir anda tehlikeye girmişti. İçimden bir şey paramparça oldu. O silah, sadece beni değil, savunmasız çocukları da hedef alıyordu. Ve bir an, ne kadar çaresiz olduğumu, ne kadar kaybolduğumu bir kez daha hissettim. Çocuklarına doğrultulmuş silahı göre adam zaman kaybetmeden beni orada bırakıp gitmişti. Tüm yıkılmışlığım ve tükenmişliğimle pes etmiştim. Her yol tükenmiş, beynim ve bedenim bu esarete karşı yenik düşmüştü. O kadar dağılmıştım, o kadar bitmiştim ki, umutlarımın son kırıntıları bile kaybolmuştu. İçimdeki tüm acıyı, kaybedişimi ve yenilgimi haykırarak boşaltmak istiyordum. Bağırmak, çığlık çığlığa, boğazımın yırtıldığına aldırmaksızın bağırmak... Tüm o zehri dışarı atmak, belki de tek kurtuluşumdu. Çaresizliğimi her hücremde hissediyordum, aldığım her nefeste. Vücudum şoka girmişti sadece titriyordum. Korku ve şokla tüm hareket yetimi ve gücümü kaybetmiş gibiydim. Belime dayanmış silahla, kollarının arasında krize girmişçesine titriyordum. Düşünemiyordum, konuşamıyordum, kıpırdayamıyordum, sadece bedenimi sımsıkı saran kolu ve belime dayadığı silah eşliğinde yürüyordum. Onu tanıyamıyordum. Benim için bir sonraki hareketi tahmin edilemez bir yabancıydı. Ölmek istemiyordum, dışarıda yarım kalmış bir hayatım, sevdiklerim varken ölmek istemiyordum. Hayallerimin, umutlarımın olduğu zamanları çok özlemiştim. Kavuşmaya çok yakındım tüm kaybettiklerime. Bu kadar yakınken kaybetmek... Ruhum iyileştiremeyeceğim son yarasını da almıştı. Bana ne yapacaktı. Ben ne olacaktım. Çaresizce geriye adım atmaya başladım. Her adımda, kalbimin çarpışı hızlanıyordu. Ölümün soğuk nefesini ensemde hissediliyordum. Artık kaçacak hiçbir yerim yoktu. Tüm umutlarım tükenmişti, ruhum çaresizlik içinde çırpınıyordu. "Nolur bırak beni artık, nolur gitmeme izin ver! " fısıltımda çaresizliğim konuşuyordu. Yüzüne bakacak cesaretim yoktu. Onunda bana verdiği bir tepki yoktu. Sendeledikçe silahın soğukluğunu belimde hissetmek titrememi daha da artırıyordu. Ayaklarımda güç kalmamıştı. Olduğum yere yığılmak istiyordum. Biraz önce kocaman umutlarımla geride bırakıp kaçtığım araba görüş alanımıza girmişti. Ayaklarım ileri ileri giderken ruhum geri çekiliyordu. Tekrar aynı gerçekle yüzleşemezdim. Öylesine tutunmak istiyordumki herşeyin düzelme isteğine, bedenim bir an durdu. Belimdeki silahı hissetmemle bedenim kendini normalden daha fazla ileri attı. Uzaklaşmak istedim düşüncesizce. Elinden kurtulup ona doğru dönmüştüm. "Lütfen." Diyebildim sadece ellerimi kaldırıp durmasını işaret ederken. "Kotam doldu Aslı." Her kelimesi, her sözcüğü bir ok gibi içimdeki boşluğu deliyordu. "Kotam doldu Aslı." Sözleri, bir anlam taşımaktan çok, bir ölüm fermanı gibiydi. Gözlerimdeki yaşlar hızla aktı, ama hiçbir şeyin önemi yoktu artık. İçimde, tükenmişliğin ve çaresizliğin verdiği bir boşluk vardı. "Gitmene izin vermem," dedi, sesi titremiyordu bile, sertti. Sanki her kelime, bir köşeye sıkıştırılmış, bir tehdit gibi yankılandı. Bir saniye, sadece bir saniye... İçimdeki umut sönmeden, son bir kez şansımı denemek istedim. İçimdeki korku ve kararsızlıkla, bir adım geri attım. Yiğit'in gözlerinde ufacık bir taviz kırıntısı aradım fakat bulamadım. Gözlerine attığım son bakıştan sonra, arkamı dönüp koşmaya başladım. Kalbim, bir çığ gibi hızla çarpıyordu. Her darbesi, vücudumda bir yankı gibi yankı buluyor, içimdeki korkuyu daha da derinleştiriyordu. Bir yanda, bedenim bana "koş" diyordu, ama diğer yanda, her şey bir halüsinasyon gibi silikleşiyor, dünya gözlerimde kayboluyordu. Bir anlık cesaretle başımı çevirdim ve arkamı döndüm. Bacaklarımın titremesine, nefesimin hızlanmasına aldırmadan, sadece bir an önce uzaklaşmak istedim. Ancak daha 9. ya da belki 10. adımımı atmışken, geriye bakmamla birlikte bir şey beni sertçe yakaladı. O an, Yiğit'in kolu omzuma dokundu, beni yerimde durduracak kadar güçlüydü. Kolunun soğuk, ama kararlı baskısını hissettim. Bir anda, tüm vücudum gerildi. Bir adım daha atamayacak gibi hissettim; sanki her şey, zamanla yarışan bir anıydı ve o anı, o umudu kaybetmek üzereydim. Sırtım Yiğit'in bedenine temas ettiğide her şey bir anda olmuştu. "Güzellikle olması için çabaladım." Dedi ve derin bir nefes alıp devam etti. "Sen bunu tercih ediyorsan istediğin gibi olsun." Dedi sabrı tükenmişçesine ve cebinden çıkardığı bez parçasını burnumla ağzıma kapattığında son bir kez çırpındım. "Yiğit, nolur, nolur bır-" gerisini hatırlamıyordum. ************************************* Gözlerimi açtığımda, bedenimdeki acılarla birlikte yaşadıklarımın yükünü, sırtımda dev bir taş gibi hissediyordum. Her hücrem ayrı çekiliyordu uykuya. Uyanırsam düşünürdüm. Uyanmadan, sonsuza kadar uyumak istiyordum. Ama ne kadar uyursam uyuyayım yüzleşmem gereken korkularımdan kaçamayacağımı biliyordum. Gözlerimi tekrar kapamadan önce, karanlık düşüncelerle dolu kabuslarımla, baş başa kalmaktan kaçamayacağımı biliyordum. Bedenimdeki ağrılar, yaşadığım o korkunç anların izleriydi. Ama bu izler, aynı zamanda içimde bir şeylerin değiştiğinin işaretiydi. Artık kaçış yoktu, yüzleşmem gereken gerçekler vardı. En son hatırladığım elindeki silahın belimdeki soğukluğuydu. Silahı vardı. Ben nasıl bir dünyada yaşıyordum bunca yıl. Nasıl farketmedim onun böyle tehlikeli biri olduğunu. Aklım almıyordu. Duvarla bakışmayı bırakıp, nerede olduğumu anlamak için doğruldum. Sol ayak bileğim ve sol bacağımın üstü sargılıydı. Yavaş yavaş zihnim açılıyordu. Kaçarken düşmüştüm. "Eserini beğendin mi?" Duyduğum sakin ama bir o kadar öfkeli sesle hızla soluma döndüm. Köşedeki tekli koltuğa yayılmış koyu kahve gözleriyle beni izliyordu. Üzerindeki gömlekte çamur ve kan lekeleri vardı. Düğmelerinin bir kısmı açık gömleği ve dağılmış saçlarıyla en az benim kadar berbat haldeydi. Bir o kadarda öfkeliydi. "Bu benim eserim değil, senin eserin!" Bacaklarıma bakarak konuşmuştum. Onunla savaşacak gücüm tükenmişti; artık sadece kabullenmenin sessiz direnişindeydim. Ona bakmasam da, ayağa kalkıp bana doğru ağır adımlarla yürüdüğünü hissettim. Yatağın kenarına vardığında, sessizce üzerime eğildi, sonra yanıma oturdu. Varlığı tüm odayı kaplamış, beni soluksuz bırakmıştı. "Kaldır başını," dedi. Sesi, duygusuz ve sertti; ürkütücü bir sakinlikle emir verirken, bir sonraki hareketinin ne olacağını kestiremiyordum. "Sana karşı sabırlı olabilmek için elimden geleni yaptım," diye devam etti, gözleri soğuk bir tehdit gibi üzerimde gezindi. "Ama sen... her seferinde sabrımı zorladın, sınırlarıma meydan okudun." Bir an sessiz kaldı, sonra gözlerini daha da kısarak fısıldadı: "Bu oyunu kirleten sensin. Fakat unuttuğun bir şey var... kiminle oyun oynadığını bilmiyorsun." Sözcükleri kalbime ağır ağır işliyordu; her cümlesinde gizlenmiş bir sitem, keskin bir gerçek vardı. İğne gibi batıyor, ruhumun derinliklerine işliyordu. "Tanımadığın, oyun sever yanımla tanıştıracağım seni. Hem de en kısa zamanda." Sesi, öfkeyle titriyordu. Gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir hiddet parlıyordu, tüm zehrini kelimelere döküp arkasına bakmadan kapıya yöneldi. Kaçamayışımın acısını ve içinde bulunduğum durumu kabullenemeyişimin yükünü taşıyamaz hale gelmiştim. İçimdeki hüzün, biriken öfke ve çaresizlik, her geçen saniye daha da yoğunlaşıyordu. Ruhum, bu karanlık sarmaldan kurtulmak için bağırmayı, haykırmayı istiyordu. Susmanın, beni daha da içinden çıkılmaz bir girdaba sürükleyeceğini biliyordum. Bu acıyı kelimelere dökmezsem, içimdeki zehir daha da büyüyecek, beni tüketip yok edecekti. "Bu şekilde nereye varabileceğini düşünüyorsun?" Sesim öfkeyle titriyordu. Konuşmaya başlamamla adımlarını durdurmuştu. "Seni sevmemi... Senin karın olmamı... Bunu nasıl bekliyorsun?" Her kelime, içimdeki kırgınlığı daha da artırıyor, her cümlede daha da hırçınlaşıyordum. Arkasına dönmeden beni dinliyordu, ama dönmesinden de dönmemesinden de aynı derecede korkuyordum. "Senin yüzünden... Senin yüzünden abimi öldürecekler! Anlamıyor musun?" Cümlelerim, içimdeki fırtınayı dışa vurmanın tek yolu haline gelmişti. Ve her sözcük, yaralarımı daha da derinleştiriyordu. Bir an duraksadım, içimde biriken öfke yerini yavaşça çaresizliğe bırakıyordu. "İstemiyorum işte!" dedim, artık bir fısıltıya dönen sesimle. "Bırak beni... Lütfen, bırak." Sözlerim bittiğinde, yavaşça bana döndü; gözlerindeki soğukluk ve öfke içimi donduruyordu. "Sevmeni beklemiyorum." Sesi buz gibi, duygusuzdu. "Kabullen ve alış. Bu yeterli." Adımlarını yavaşça bana doğru atarken gözlerindeki o ifadesizliğin altında gizlenmiş tehditkâr bir gerçek vardı. "Bu evliliğin bir aşk evliliği olacağını iddia ettiğimi hatırlamıyorum." "Bu ne demek şimdi? Neden evleniyorsun benimle o zaman?" küstahlığına tahammül edemiyordum. Buda ses tonumu kontrol edemememe sebep oluyordu. "Öyle olması gerekiyor diyelim." dedi, yüzünde alaycı bir gülümseme belirirken. Öfkem patlamaya hazır volkan gibiydi ve patlamıştı. "Diyemezsin! Hayatımı alt üst edip, sonrasında karşıma geçip öyle olması gerekiyor diyemezsin!" dedim bağırarak. Çileden çıkıyordum ve bunu görmek onu daha da öfkelendiriyordu. "Senin için fark eden bir durum mu var Aslı? Onun gibi bir şerefsizi kabullendin, beni daha kolay kabullenmen için elimden geleni yaparım, şüphen olmasın." Sözleri içimdeki öfkeyi daha da ateşledi. Hiç düşünmeden elim havada patladı, tokadım yüzünde yankılandı. Şokla karışık bir öfke içindeydim, gözlerimden yaşlar süzülürken ona doğru bağırdım: "Sen kim olduğunu sanıyorsun? Kim?" O kadar çok bağırıyordum ki, gözlerinde ilk kez şok olmuşluk hissini görüyordum. Benim bu halim mi yoksa attığım tokat mı onu bu hale getirmişti bilmiyordum ama bildiğim tek bir şey vardı. Bu hale gelmeme sebep olan, her bir kelimesiyle beni yaralayan acımasız sözleriydi. "Sen kimsin, ne hakla beni alıkoyuyorsun? Ne hakla benimle evlenme hakkını kendinde buluyorsun!" Bana karşı herhangi bir hissi yoktu. Hayatımla istediği gibi oynuyordu ve açıklama gereği bile duymuyordu. Her kelimem yankılanırken, içimde biriken her şey dışarı taşmıştı; bir an için sessizlik çökse de, aramızdaki gerilim havayı kesiyordu. O an kelimelerin bile kifayetsiz kaldığını hissediyordum. İçimdeki öfke, yılların birikmiş acısı ve hayal kırıklığı, bedenimi ele geçiriyordu. Hem ağzımdan çıkan sözcüklerle hem de ona attığım yumruklarla, içimdeki patlamayı dışa vuruyordum. Göğsüne inen her darbeyle biraz daha kayboluyordum. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu; sadece o anın içindeki öfkemle körleşmiştim. "Sen beni ne sanıyorsun? Beni bu şekilde aşağılayamazsın!" diye bağırdım, gözlerimden yaşlar süzülürken. Sesim öfkeyle çatallandı, boğazımdan yankılanan kelimelerle tüm gücümü topladım. Yiğit'i tüm gücümle itmeye çalışıyordum, ama sanki duvara çarpıyormuş gibi, kıpırdamıyordu bile. Ağlamalarım ve bağırışlarım birbirine karışmıştı, ona her vurduğumda içimdeki acı biraz daha büyüyor, çaresizliğim her defasında bir kat daha artıyordu. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu; sadece ona olan öfkem ve kendimi savunma isteğimle körleşmiştim. Yiğit, donup kalmıştı. Bu kadar sert bir tepki vermeme şaşırdığı yüzünden okunuyordu. Birkaç saniye boyunca bana, ne yapacağını bilemez halde baktı. Gözlerinde anlık bir şaşkınlık, hatta sarsılmış bir ifade vardı; sanki içimdeki öfkeyi ve acıyı ilk defa bu kadar derinlemesine fark etmiş gibiydi. Fakat, beklemediğim bir anda, kolları güçlü bir şekilde bedenimi sardı. Yumruklarım, bir anda boşlukta asılı kaldı. Ellerim havada donakalmıştı, çırpınışlarım onun kolları arasına hapsolmuştu. Yavaşça azalıyorlardı ama içimdeki hüzün, çaresizlik ve kırgınlık dalgası hız kesmeden devam ediyordu. Artık sadece ağlamalarım vardı, titreyen çığlıklarım. Nefesim kesik kesik, acı doluydu. Sanki yılların birikmiş öfkesi ve ihanet hissi, tüm yoğunluğuyla dışarı akıyordu. "Ben istediğiniz zaman oynayabileceğiniz bir oyuncak değilim." Çığlıklarım arasında dilimden dökülen tek cümle buydu. Sonrasında, acı ve öfke içinde, ağlamalarım ve boğazımı yırtarcasına bağırmalarım...Her bağırış, içimdeki kırıklığı biraz daha dışa vuruyordu. Ağlamalarım hız kesmeden devam etti, her bir damla gözyaşı, içimdeki yaraları daha da derinleştiriyordu. Bu süreçte, hiç sesini duymadığım Yiğit, sadece yükselen çığlıklarıma göre sarılmasını sıkılaştırıyordu. Sessizlik içinde, beni izlediği her an, her hareketi daha da belirginleşiyordu. Ne kadar süre böyle kaldık? Kaç dakika geçti? Zaman, o an durmuş gibiydi; sadece acı ve hüzün vardı. Çığlıklarımın yankıları, yavaşça havada kaybolurken, kendimi yere çökmüş, bitkin bir halde bulmuştum. Kendimi tamamen tükenmişliğe teslim etmiştim. Çığlıklarım, yerini sessiz iç çekişlere bırakmıştı. Her şey o kadar belirsizdi ki, sadece gözlerimden süzülen yaşlar ve bedenimdeki yorgunluk kalmıştı. Artık öfkelenemeyecek kadar yorulmuş, tüm acımı, kinimi gözyaşlarımla dışa vurmuş, ruhumun derinliklerinde bir boşlukta kaybolmuştum. Bir süre sonra, kolları gevşedi ve beni serbest bıraktı. Artık sessizce ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. Gözyaşlarım, durmaksızın akıyordu; engel olamıyordum. Yıllarca içime gömdüğüm acı, bir nehir gibi aktı, taşarak gitti. Bir süre sonra, sanki ruhumu delip geçen o sessizliği fark ettim. Yanımda yoktu artık, beni orada, çaresizce bırakıp gitmişti. Saatlerce olduğum yerde, donmuş bir şekilde kaldım. Gözyaşlarım kurumuş, boğazım ağlamaktan yırtılmış, yorgunluktan tükenmiş haldeydim. Kendimi boşlukta, yalnız ve kaybolmuş hissediyordum. İçimdeki kırgınlık, aşağılanmışlık duygusu beni boğuyordu. Kendimi değersiz ve küçük hissediyordum, sanki tüm bu olanlar sadece benim hatammış gibi. Sahi, beni sevdiğini düşündüren neydi ki? Nasıl birinin gerçekten beni değerli görebileceğine inanmıştım? Her şey, her şey ne kadar anlamsız ve yanlış geliyordu artık... O an, hayatımda hiçbir şeye bu kadar kırılmadığımı hissettim. Kendimi öylesine savunmasız, öylesine kaybolmuş bir halde buldum ki, sanki her şeyim paramparça olmuştu.
————————————
Sevgili okurlarım, öncelikle hepinize merhaba 🤍 Bu yolculukta yanımda olduğunuz için çok teşekkür ederim! Ben bölümü yazarken büyük bir keyif aldım, umarım siz de okurken aynı şekilde mutlu oluyorsunuzdur. Eğer beğendiyseniz, küçük bir oy ve yorumla desteğinizi esirgemezseniz çok sevinirim. Her bir yorum benim için çok değerli ve beni daha da motive ediyor. 💖
Bu arada, benimle Instagram'da da buluşabilirsiniz: @onyxmistic 💕
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Sağlıkla ve mutlulukla kalın, hep birlikte daha güzel hikayelere! 🌟 |
0% |