Yeni Üyelik
50.
Bölüm

Alayına Değil Kralına Gider, Adanalıyız Koçum Şeklimiz Yeter

@orenda

 

 

 

 

 

 

 

Araya giren bir ayı geçkin süre içerisinde Nazlı tamamen iyileşmiş hissediyordu kendini. Ama artık başka sorunları vardı. Mesela gecenin üçünde ağlayan kızını susturamaması gibi. Omzuna yatırıp, sırtını okşamaya ve derdi neyse gidermey dee çalışıyordu ama Güneş için hiç bir şey yeterli değildi.

 

"Karnını doyurdum anneciğim, altın temiz, gazın da çıktı neden uyumuyorsun?"

 

Odanın içinde volta atar gibi adımlayıp bir yandan da Güneşi ikna etmeye çalışıyordu. Neredeyse kendi de ağladı ağlayacak bir haldeydi. Etrafında onunla dolanan Halil de oldukça çaresizdi açıkçası. İlk günler uyumasından şikayet edip durdukları kızları artık çok az uyuyor ve derdi neyse sık sık ağlıyordu.

 

"Nazlı bana ver güzelim. Çok yoruldun."

 

Kollarını uzatmış Güneşi vermesini beklerken Nazlının gözlerini dolu dolu gördü.

 

"Nazlı neden ağlıyorsun? Lütfen ver bana, çok yoruldun."

 

"Bakamıyorum ben bu çocuğa Halil. Yapamıyorum işte. Güzel anne olamadım. Hep ağlıyor kızım."

 

Sona doğru ağlaması şiddetlenmişti. Halil tekrar uzanıp kızını aldı ve ağlayan bebeği omzuna doğru yatırdı. Diğer eli Nazlının başını tutup diğer yanına yaslamıştı.

 

"Olur mu öyle şey boncuğum? Sen görüp görebileceğim en güzel annesin. Bebeğimiz çok küçük, onun için ağlıyor. "

 

"Bakamıyorum ben ona. Kaç saattir uyutamadım bile."

 

Nazlının tekrar hıçkırmasıyla başının üstünü öptü.

 

"Üzüyorsun kendini ama böyle. Nazlı onunla ilgilenebilmek için uyumuyorsun. Yemeğini hep yarım bırakıyorsun. Annem seni dinlen diye gönderdiğinde on dakikadan fazla ayrı kalamıyorsun. Çok yoruldun bebeğim. Senin de dinlenmen lazım, otur azıcık."

 

"Ama ağlıyor."

 

"Ben gezdireceğim yavrum. Hadi güzel boncuğum, az uzan en azından."

 

Nazlı burnunu çekip, omzunda hala bağırmak mı ağlamak mı belirsiz ses çıkaran kızına üzgün gözlerle baktı. Halilin dudakları hadi diye kıpırdayınca gerisin geri yürüyüp yatağına oturdu. Halil kendi gibi sırtını okşayarak odanın içinde dolaşmaya başlamıştı.

 

"Güneşim... Babacığım neden ağlıyorsun? Ama kızım anne çok üzülüyor. Uyuman lazım minik boncuk. Annenin dinlenmesi lazım. Hadi prensesim..."

 

Konuşarak ikna olacak biri olsaydı Nazlının saatlerdir yalvarmaları sonuç alırdı. Ama maalesef Güneşi ikna etmek asla kolay olmuyordu. Bazen çok sakinken bazen bütün gün perişan edebiliyordu anne ve babasını.

 

Nazlı yine dayanamayıp ayaklandı.

 

"Güzelim dinlen."

 

"Ver Halil. Duramıyorum ben öyle. Sanki kucağımdan bıraktım diye ağlıyormuş gibi geliyor. Boğazı acıyacak, emzirmeyi deneyim."

 

Halilden alıp dediği gibi bir süre de emzirmeyle oyaladı. Emerken bir sıkıntısı yoktu ama doyduktan sonra yine memnuniyetsizliği devam ediyordu. Bu sefer döngü olarak gaz seremonisiyle uğraştı. Nazlı kucağında kızıyla dolaşırken Halil de amaçsızca peşlerinde yürüyordu.

 

"Ne olur kızım? Ağlama anneciğim, neyi yapamıyorum ben? Ne yapsam iyi olursun bebeğim?"

 

Nazlının uykusuzluk ve yorgunlukla harmanlanmış psikolojisi ağlamaya çok müsaitti. O sıra da odalarının kapısı çalındı. İkisi başını oraya çevirince Züleyha sadece kafasını uzatarak baktı.

 

"Yine uymadı ele bu çirkef?"

 

Nazlının gözünün yaşı daha çok arttı.

 

"Anne... Doktora mı götürsek? Uyuyamıyor yavrum, ağlıyor hep. Ben bilmeden bir yerini mi acıttım ki?"

 

Züleyha içeri girip hiç Nazlıya sormadan uzanıp ağlayan bebeği kucağına aldı.

 

"Hiç bişeyi yok yavrum, arsızlığından hep. Ağlama benim boncuğum. Bu çirkef nazlanacak dünya adam buldu diye ediyo hep. Oy kurban olsun annesi, gözlerin kıpkırmızı olmuş."

 

"Ama çok ağlıyor."

 

"O senin canının darını hissediyo da ondan ağlıyo bal kızım. Karnı tok mu minik boncuğun?"

 

Halil, Nazlının yanına yaklaşıp tekrar bedenini bedenine yasladı.

 

"Şimdi emzirdi anne. Altı da temiz ama susturamadık."

 

"Hah tamam o zaman. Al sen karını az uyut oğlum. Bende bu yerden bitmeyi bi hoşaf edeyim de görsün kimin kızını ağlatıyomuş? Hadi yavrum, acıkınca ben kapınızı tıklatırım."

 

"Ama anne..."

 

"Nazlım... Sen yoruldukça ona eziyet oluyo annem. Sen dinlen, bi neşen yerine gelsin bak o da ferahlayacak. Göbek bağınız kesildi diye hisleriniz de kesilmedi ya annem. Hadi dinle beni."

 

Züleyha bir kendine bir de kucağındaki bebeğine içli içli bakışına gülümsedi. Kendi koynunda nazladığı kızı büyümüştü de bebeği ağlıyor diye göz yaşı döker olmuştu. Kucağında bağırtısı yükselen minik boncuğun sırtını ovarak konuşmaya başladı.

 

"Ama bildim ben senin böyle çirkef olacağını. İlk günler hiç sesin çıkmadı ya güç topluyodun ele. Aha dedim bu bizi az büyüsün, sesiyle malamat edecek! Düş önüme kız! Gözü açılmamış saf kızımı buldun, götünün bekçisi yaptın ele. Gel bi de bana yap bakalım şirretliklerini."

 

Hem konuşup hem kapıdan çıkan kadının ardından baktı karı koca.

 

"Hadi Nazlı boncuk, kızın gelmeden iki saat en azından uyuyorsun."

 

"Halil..."

 

"Duydun annemi. Hadi yavrum, dinlen ki gücün olsun. Hem hazır yok, az sarılayım sana. Aramıza girdi minicik boyuyla. Kaç gündür hasret kaldım."

 

Nazlı biraz evvel ağlayan o değilmiş gibi şimdi de kıkırdadı. Yatağa girer girmez Halilin de peşinden girmesi ve dediği gibi sıkıca sarılması bir kaç saniye içinde olmuştu. Yüz yüze bakarken Halilin eli yanağında dolaşmaya başladı.

 

"Halil... Ya daha çok ağlarsa?"

 

"Annem onu buna pişman eder."

 

Nazlı alt dudağını ısırıp kıkırdamaya başladı.

 

"Uyu bebeğim, dinlenmen lazım. Çok yoruluyorsun."

 

"O olmayınca duramıyorum. Annem ona hepimizden iyi bakar biliyorum ama gözüm görmeyince sanki beni arar, bulamaz, korkar gibi hissediyorum. Ama ben de susturamıyorum bak. Nereyi yanlış yapıyorum Halil?"

 

Halil alnına dudaklarını yaslayıp, gezdirmeye başladı.

 

"Çok güzel bir anne oldun boncuğum. O kadar güzelsin ki sanırım annemin dediği gibi el kadar bebek bizi parmağında oynatıyor. Şimdi güzelce uyuyacaksın ve dinleneceksin. Güneş acıkırsa seni uyandırırım."

 

Gözlerinden uyku akan karısının göz kapakları örtülmüştü bile. Nazlının dudakları boynuna değecek kadar yaklaştırdı kendine. Söylediği her şeyi büyük bir inançla dillendirmişti. Yemek yerken bile her an tetikte bekliyordu Nazlı. Azıcık sesini duysa kaşığındaki yemeği bırakıp, fırlıyordu. Uyusun diye uğraşıyor, uyuyunca da telefonuna çektiği resimlerini izliyordu. Üzerini değiştirirken camdan bir bebekmiş gibi narin davranıyor, çıkardığı kıyafetlerini derince soluyup, üzerinde kalan kokusunu ciğerlerine saklamadan kirli sepetine bırakmıyordu.

 

Kızlarının, dünyaya alışma süreci belli ki yorucu geçecekti ama Nazlıyı da koruması lazımdı. Çok hassastı psikolojisi. Her şeyi tamken bile ağlayan kızları için kendini suçlayacak bir şey bulabiliyordu.

 

Aslında onun da uyuması lazımdı ama Nazlının rahatlayan yüzünü izlemek şu an daha cazip görünüyordu.

 

Aylarca o kadar çok özlemişti ki geçmiyordu içindeki hasret esintileri. Bu yirmi günde sadece sorgu için ayrılmıştı yanından. Asafın ve Yiğitin de yanında olduğu bir an Umuta geçmiş, bağlantısının kör kaldığı anlarda neler oldu detaylıca anlatmıştı.

 

Halil yurda dönerken görevini fazlasıyla yerine getirmişti. Ondan istenilen, ailenin infaz kararı için yeterli belgelerdi ama M16 nın belirlenen plan dışına çıkıp, Halilin kesin talimatı olarak nişanın Türkiye de hiç bir basın organında yer almayacağı kuralını bozmuşlardı.

 

O gün sabaha kadar buz gibi bir terasta Nazlının gördükleri için ne kadar üzüldüğünü düşünmüştü. Hırsı, Yiğitle bulduğu kısa görüşme sırasında katlandı. Yiğit o gün Nazlının ve bebeğinin neredeyse öleceğini söylememişti ama Halilin planına aynı hırsla ortak olduğunda anlamıştı! Yiğitin öfkesinin, evinde yaşanılanlarla alakalı olduğunu çok iyi anlamıştı. Kalbi yine Nazlı çok yara aldı, Yiğitin delireceği kadar üzüldü demişti ama o gün Yiğit çok daha büyük bir hissi kendine yansıtmamak için çabalamıştı. Halil şimdi öpüp kokladığı boncuğunu neredeyse kaybediyor olacağını kabullenemiyordu.

 

Onun aileye girmesinde nişan dünyaya gösterilen bir formaliteydi. Ama Halil biliyordu. Onu aileye James Winshorun içinde yanan ateşi taşımıştı. Kendindeki hükmetme arzusunun bir eşini de Aybars Doğru da gördüğüne inanınca dişleri kamaşmıştı adamın. Sanılanın aksine ailesine asla değer veren biri değildi. Kimse onun için yeterli bir donanıma sahip değildi o ailede, kimse bıraktığı muhteşem serveti hak etmiyordu. Ama mecburiyetleri de vardı. Mesela şeytani yüzünü perdelemeli ve en iyi aile büyüğü profilini korumalıydı.

 

Halil adamın hırsını yakaladığı andan itibaren ince ince işledi. Asla yüksek sesle dile getirmediği imalarla dünyaya hükmetme isteğini adamın anlamasını sağladı. Öyle ki bir kaç ay içerisinde asırlardır korunan mahsenine bile girebilmişti. Türkiyenin geri dön çağırısı adamı tetiklemişti. Aybarsın aklı, hırsları ve en önemlisi orta doğuya açılacak güzergahta Türkiyenin ona verdiği değer kaybedilmeyecek kadar önemliydi. Bunu yitirmek istemediği için onu inine sokarak güven bağı oluşturduğunu düşünmüştü. Ona kızını teklif edecek kadar Türkiyeye ihtiyacı vardı. Yaptığı hatanın büyüklüğü onu dünyadan ebediyyen silmişti.

 

Bir kobrayı yuvasına soktuktan sonra sağ kalabileceğine inanması onun aptallığıydı!

 

Ama gerçekten Winshor ailesi kontrol altına alınmalıydı. Mahsene gizlenmiş arşiv bunun en büyük kanıtıydı. İngilterenin göz bebeği, hem kraliyet hem de yönetim alehine bir sürü sır saklıyordu. Günü geldiğinde kullanabilmek için hepsini malikanenin yedi metre altında koruyordu.

 

Halil için plan o gün yeni bir rota oluşturdu. Winshor ailesinin sakladığı sırların Türk İstihbarat arşivinde yer alması için elinden geleni yapacaktı. Onun karısının canı çok yanmıştı. Kimse M16 ya atılacak kazık için Halili suçlayamazdı.

 

James Winshora bir parmak bal niyetine armağan ettiği yeni nesil patlayıcı çalışmaları malikane içerisine düzenlenmiş geniş kapsamlı silah parçası geliştirme alanına da izinsiz giriş bileti sunmuştu.

 

Astım ilaçları içinde taşıdığı nanoidlerin kendi merkezlerinde fosfor bombasına dönüşeceğini asla tahmin etmemişlerdi.

 

Dengeyi çok iyi koruyarak ve asla dümdüz bir şekilde dillendirmeden orta dünya hakimiyet arzusuyla James Winshoru kendine hayran bıraktığını o buz mavisi gözlerde görebiliyordu.

 

Öyle ki nişandan üç gün önce Aybarsa senin gibi bir oğul, benim evimde doğmuş olsaydı dünya tek bir adı dillendiriyor olurdu diyecek kadar kendini benimsemişti.

 

Arşivde Türkiyenin işine yarayacak bilgileri boşatmak oldukça zor olmuştu ama dikkatleri başka yöne toplamak için James Whinsorun güçten düşen bedeni işe yaramıştı.

 

Tüm çalışmaları sırasında yanından ayrılmayan adam, anlık zaman dilimlerinde omurilik soğanına giren iğnelerin ona yaptığını anlayamamıştı bile. Sadece bir kaç saniye doğru noktayı uyaran kıldan ince iğneler bedensel olarak onu çökertmeye başlamıştı bile. Kobralar düşmanlarına saldırdığında, ölümün onları aldığı an uğradıkları hezimeti fark ederlerdi. Halilin üstün refleksleri, ensesinde on saniye durması gereken iğneler için oldukça gelişmişti. Bu sessiz saldırı sonucunda sürekli yaşadığı his kayıpları dikkatleri Aybarstan uzaklaştırmış ve Aybarsa istediği zamanı kazandırmıştı.

 

Nikah günü çıkış yapmak sandığı kadar kolay olmamıştı. Bir anda zaman ayarlı bombalar malikanenin sağ kanadında patlamaya başladığında ortaya çıkan kaos sonucu elindeki iki çantayla malikanenin ardında kalan ve genelde poligon gibi kullanılan alana doğru koşmaya başlamıştı. Yiğitin son gönderdiği koordinat o alanı kapsıyordu.

 

Avcının da kendine yetiştiği anda üstlerine doğru inişe geçen helikopterle zamana baktılar. Sol kanat patlamaları başladığında mahsen de uçuşa geçecekti. Üç dakika içinde havalanamazlarsa bu kadar güçlü bir sarsıntıyı helikopterle savuşturamayacaklarını biliyorlardı. İniş mesafesini kısaltan helikopterden kendilerine tırmanmak için atılan halat merdivenlere olabilecek en hızlı şekilde tırmanarak binmeye çalıştılar. Helikopter havalanmaya devam ederken çanta kontrolü ve tek elle tırmanmak oldukça zorlayıcıydı. Şiddetli hava akımına maruz kalmak da görüşü zorlaştırıyordu ama tam kalkış anında mahsen kanadında başlayan patlamalar helikopteri sarsmıştı. Son anda içeri bedenlerini atarken avcıyla beraber darbe almalarını engelleyemedi.

 

Halil o sarsıntıda helikopterin kontrolünü nasıl kaybetmediklerini anlayamamıştı ta ki pilot koltuğunda Solo Türk'ün göz bebeğini gördüğünde derin bir nefes aldı. Ertuğrul Paşa, tüm imkanlarıyla onlara destek olmuş, Türk hükümetini görevden bağımsız tutacakken insiyatif kullanmıştı.

 

Karışan İngiliz topraklarından, İngiliz Ordu Savunmasına ait bir helikopterle uzaklaşmaya başladılar. Birleşik Krallıktan, Belfast'a geçiş yapar yapmaz onları Türkiyeye geçirecek kargo uçağı ve onu koruyacak f16'lar hazırdı.

 

İrlanda Hükümetiyle yapılan anlaşma neticesinde, sağlık sektöründe kullanılacak oldukça değerli bir cihaz Türkiye de kullanıma açılacaktı. Sınırları kolaylıkla geçebilmek için milyar dolarlık yatırımın Türkiyenin hava kuvvetleri tarafından korunarak ulaşımının sağlanması yadırganmamıştı.

 

Kimsenin ilerleyen zamanda, yüzyılın terör eylemi gerçekleşirken, Türk uçaklarının varlığını sorgulamasını istemezlerdi.

İngiltere hükümeti ise kraliyetin adına kara bir leke gibi çalınacak olayı biran önce kapatmak için başka gündemler arayacağına eminlerdi.

 

Mosad karşısında Türk İstihbaratının M16 ya attığı kazık asla açık edilemezdi. İngiliz hükümeti, arşivin en değerli bilgilerinin Türk istihbaratına geçtiğini asla yüksek sesle dillendiremezdi.

 

Halil tüm detayları en ince ayrıntısına kadar soruşturma sürecinde anlatmış ve görevini layığıyla tamamlamıştı.

 

O gün ülkeye girdiğinde deli gibi evine gitmek için biran önce sorgu talebinde kendi bulunmuştu. Ama Yiğitin koşarak üzerine gelmesi, gözlerindeki dehşet ve panik bir şeylerin hiç de yolunda olmadığını ona anlatmıştı.

 

"Gitmemiz lazım" demişti. Bağıra çağıra "biran evvel gitmeliyiz, Nazlı bebeğinizi doğuruyor" diye sarsmıştı kendini.

 

Yiğitin yarı sürükler, yarı iteler halde onu bir helikoptere bindirişini sisin ardında görüyordu sanki Halil. İdrak edemiyordu. Sanki o çok övünülen aklı durmuş ve tüm işlevini yitirmiş gibiydi.

 

Yiğit özür diliyordu. Nazlı istedi, seni tehlikeye atamazdık diye sürekli tekrar ediyordu. Ama Halil hala bebeklerini doğuran Nazlı cümlesinin dışına çıkamamıştı. Aylardır çok acı çekiyor, götürmem lazım seni diyen kardeşi neyden bahsediyor zerre fikri yoktu. Kızın doğuyor diyordu Yiğit. Bunun nasıl olabildiğini anlayabilse bahsedilen kızın kendi çocuğu olduğunu da idrak edebilirdi. Nazlıya söz verdim, bebek doğmadan orda olmalıyız diye sürekli tekrar ettiğinde kalbinin acıyla kasıldığını hissetti. Bu bir metefor değildi. Gerçekten soluk aldıkça kalbinde şiddetli bir acı peydah olmuştu. Nefes diye yalvaran ciğerlerine damla damla akan oksijen kalbinin canını çok yakıyordu. Eli göğsünde acının hafiflemesi için zaman tanımaya çalıştı kendine.

 

Avcının hızlı bir şekilde hafif düzeyde yaptığı sakinleştiriciye kadar da hissettiği tek şey nefes almasını engelleyen kalp acısıydı. Sinir sistemindeki kasılmalar rahatladığında kalbi de gevşemişti. Hala göğsü acısa da nefes alması daha kolaydı.

 

"Nazlı" dedi sadece. Aklının içinde bir ses tüm duvarlarına çarpacak şiddette bir yankıyla bebeğini doğuruyor diye bağırıyordu.

 

Hastanenin üzerine iniş yapan helikopterin pervane hızında düşüşü beklemeden kendini dışarı attı. O kadar hızlı koşuyordu ki Yiğitin ona yetişmesi hiç kolay olmamıştı.

 

O koridorda...

 

Tüm ailesini perişan gördüğü koridorda korku her yanını sarmış ve yıllar önceki küçük çocuk gibi kaçmak istemişti. Tıpkı o günkü gibi Yiğiti saklama bahanesiyle sedirin altına sığınmak ve duyacağı her kötü şeyden gizlenmek istemişti.

 

Onun karısı hamileydi. Onun öpüp, kokladığı, canı acır diye dilediği gibi sarılamadığı karısı aylardır eziyet içinde bebeğini korumaya çalışmıştı.

 

Halasının yüzüne attığı tokat ve sonrasında sıkı sıkı sarılmasıyla hıçkırarak ağlama isteğini zor tuttu. Gözlerinde izni dışında yaşlar akıyordu ama zerre kadar içinde yanan ateşi söndürmüyordu.

 

Karısı hakkında duyduğu her şey ciğerini parçalıyordu. Nazlandırarak büyüttükleri boncuk acı çekmişti. Bir paket şekerin hasretiyle aylar geçirmişti. Bebeği ölmesin diye kendi canını tehlikeye atmıştı. Bunların hepsini Halil yokken yaşamıştı.

 

Ama en çok canını yakan,bu kadar dardayken bile Halili düşünmüştü. Aklı kalır diye söylemelerini istememiş, uzaktaki Haliline yine kıyamamıştı. Herkesin eşiyle geldiği kontrollere Nazlı ailesiyle katılmış, yokluğunun sitemini yapmamıştı. Gururun söyledikleri ise ömür boyu çıkmayacaktı aklından.

 

Nazlı onun ne yaşadığını zerre bilmezken bile yine Halili düşünmüştü. Görünürde herkesin hayranlıkla izlediği Aybars Doğruya kin gütmemişti Nazlı. Görünene aldanıp, öfkelenmemişti. Halbuki hakkıydı!

 

Acıyla kıvranan bedeni, yalnızlıkla boğulan ruhu sitem etmeye, kırılmaya hak sahibiydi. Ama o kaçırdığı her an için bir teselli toplamıştı. Zamanında yaşayamadığı bir kalp atışını armağan etmişti. Ardında hafta hafta ağırlığı, boyu ve hangi meyve boyutundaysa onun yazdığı ultrason fotoğrafları biriktirmişti. Halilin telefonunda, her an aklına düştükçe izlediği, izlerken dudaklarının şevkatle kıvrıldığı bir hıçkırık kaydı da vardı. Sonra Nazlının parmaklarından gün gün dökülmüş anları defalarca okumuştu. O gün kaç kez kıpırdadığı, neler yaptığı, bebeğine hangi anılarını anlattığını erinmeden yazdığı koca bir defteri vardı Halilin.

 

Güneşleri doğana kadar Nazlı tüm çocukluk anlarını kızlarına hikaye niyetine anlatmıştı. Bazı yerler vardı ki nasıl hatırlıyor hala demeden yapamıyordu. Halil, Nazlının ona duyduğu aşka yetişemiyordu. Böyle büyük bir aşkla sarmalanmayı, eksik yanı hala tam olarak idrak edemiyordu.

 

Halil, Nazlının ona sunduğu bu yuvayı hak edecek ne yaptığını bulamıyordu.

 

Köksüz bir dal parçasıyken halası ve eniştesi sayesinde bir toprağa dikilmişti. Ama Nazlı ona çınar kökleri gibi kökler bahşetmişti. Sonunda Halil arayışını bitirmiş, ait olduğu evin içine girmişti.

 

Hep kalbinde cevapsız kalan sorusu nihayete ermişti. Halilin eve ihtiyacı yoktu. Halil bir yuvaya sahipti zaten. Nazlının kalbi onun arayışını bitirmişti.

 

Şimdi parmaklarına doladığı saçları öperken geçen günlerini düşündü. Ara ara, sinirlendiği anlarda nişan hadisesi alnına çarpılıyordu ama Nazlı yine de ona kıyamıyordu.

 

Üstelik artık babaydı da. Yemyeşil gözleri olan, annesinin güzel yüz hatlarının hepsini yüzüne saklayan bir güneşleri vardı. Siması yavaş yavaş belli olan kızında en çok sevdiği şey annesini andıran o yanaklarıydı. Sonra ağız yapısı ve burnu da Nazlının kopyasıydı. Henüz varlığı çok belirgin olmayan saçları ve kaşlarının da annesine benzeyeceğine emindi. Güneş ondan sadece gözlerini almıştı. Geri kalan her detayında Nazlıyı görüyordu Halil.

 

Kızının gözünün önüne gelen yüzüyle dayanamayıp, sessizce kalktı yataktan. Olabilecek en hafif hareketlerle çıktı. Salona doğru ilerlediğinde halasının sesini duymuştu. Kızıyla kavga edişlerini izlemek, yıllar önce Nazlıyla da böyle ilgilendiğini hatırlatıyordu ona. Halasının hiç değişmeyişi eniştesi kadar Halili de büyülüyordu.

 

"Ne oldu? Bak böyle indirirler süngünü. Sen benim kızımı bi daha ağlat da bak nasıl bellediyom sana Züleyha kimmiş. Hah... Aferin minik boncuğuma. Durup durup o fındık kadar midene dünya süt yollarsan aha da iki damla gaz diye inlersin."

 

Kızını dizine yatırmış, sırtını ovalayışını kapı ağzında tebessümle izledi Halil.

 

"Aç gözlünün tekisin valla Güneş zillisi. Anan aç sanıp dayıyo memeyi, sende hiç yok demiyon ele. Gerçi ananın da elinden ekmeği alamıyoduk zamanında. Bakma şimdi kuru götlünün teki olduğuna. O zaman her yanı tombuldu benim kızımın."

 

Bu sefer kaldırıp koklamış sonra şap diye öpmüştü yüzünü. Halilin kaşları havaya kalktı. Kendileri öperken bir dünya azar işitiyorlardı halbuki. Daha dün akşam babasına neler demişti. Adam minicik busenin zılgıtını çekmişti. Demek yasaklar gizli kapılar ardında delinebiliyordu.

 

"Kız! Biz böyle fingirdeşiyoz ya o huylu babana, atmaca dedene bişey demek yok. Sırrımızı ele vermeyek emi bal kızım? "

 

Şap diye bi öpücük daha bıraktı boynuna.

 

"Kız pek güzel kokuyon ne yapacaz biz senle? Babana söylemek yok emi minik boncuğum? Dayını perişan ediyo mikrop. Yok elini yıka, yok parfüm kokma, yok üstündeki sert, yüzünü çizer. Buldumcuk oldu iyice başımıza."

 

Halil dişini alt dudağına geçirmiş kahkaha atmadan izlemeye devam etti. Resmen kızını dolduruyordu annesi.

 

"Babam, Güneşi istediğin gibi öpüp ona izin vermediğini öğrenince baya eğleneceğim."

 

Züleyha duyduğu sesle bir anda yönünü kapıya çevirmişti. Gözleri de suçlu bir çocuğun yakalandığı an gibi iri iri açılmıştı.

 

"Allah seni ne etmesin sıpa! Aklımı aldın ya. Sen ne zamandır ordasın hem?"

 

"Kızımı şap şap öpüp, bize karşı doldurduğunu dinleyecek kadardır diyelim."

 

Züleyha ayıbını fark etmiş ama kabul etmeyi kendine yedirememiş bir halde başını dikti.

 

"Sizle ben bir miyim sıpa? Anam ben öğretemeyecem bu erkek kısmına lafı! Kart kart sakallarınızla öptüğünüzü bi görüyüm o dudaklarınızı dikerim! Al şirret kızını da gezdir az. Yine çok bulmuş, sömürmüş benim kızımı! Az çıkardı da rahatladı. Uykusu yok emme. Nöbetini tut kızının. Ben kocamın yanına gidiyom."

 

Halil kısık kahkahasını salıp, uzatılan kızını aldı kucağına. Tavırlı tavırlı yürüyen annesine baktı. Asla kabul etmiyordu. Asla kendi aleyhine olacak bir şeyi üstlenmiyordu. Bu sefer daha şiddetli güldü.

 

"Çok fena değil mi prensesim? Senin annen de öyle gerçi. Mutlaka üste çıkacak bir açık bulur."

 

Kollarında duran ve gözleri hiç de kapanma niyeti olmayan kızının burnunun ucuna öpücük bırakıp odalarına doğru yürümeye başladı. Nazlı uyanana kadar orda dolaşırlardı.

 

"Hadi babacığım, odamıza gidelim. Uyuyan bebekten feyz alırsın da sende uyursun belki."

 

Kuş yavrusu gibi ağzını açarak esnemesine içi giderek baktı. Merdivenleri çıkarken boynundan derin bir koku çekti ciğerlerine.

 

"Annen gibi kokuyorsun minik boncuğum."

 

Minik bir ses çıktı sadece. Ağlamadığı anlarda inanılmaz güzel görünüyordu bebeği. Ağlasa bile güzeldi ama şu an ki sakinlikle gevşemiş yüzü sihir gibiydi.

 

Sessizce odalarına girdiğinde kızı yerini sevmiş gibi az genleşmiş sonra yine eski pozisyonunda başını omzuna yaslamıştı. Odanın içinde adımladıkça oldukça huzurluydu.

 

"Hep böyle olsan, benim karım hiç üzülmez prensesim."

 

Tuhaf bir şekilde onları anlamayan, karşılık veremeyen bebeğiyle sohbeti çok seviyordu Halil.

 

O sırada gelen seslerle iki eliyle kavradığı kızını başının üstüne doğru yükselti.

 

"Bunu sürekli bendeyken yapıyorsun Güneş hanım. Anne uyuyor diye doldurdun bezini değil mi?"

 

Güneşin tekrar esnemesiyle uykusunun da geldiğini anladı.

 

"Gel bakalım, bu sefer bez açılınca işemek yok hanımefendi. Seni çok seviyorum ama elime işemen çok keyifli bir şey değil."

 

Mırıl mırıl konuşurken Güneşi beşiğin alt değiştirme kısmına yatırdı. Güneş sürekli kendiyle sohbet edilsin istiyordu. Bir kere annesi Nazlının da böyle olduğunu söylemişti. Yerinde duramayan anne boncuk da lafla oyalanıyormuş. Kızından daha azını beklemek ayıp olurdu zaten. O sırada Nazlının tetikte bekleyen bedeni seslere uyanmıştı bile. Kızının ağlamadığını ve kocasının onunla tatlı tatlı konuşmasının keyfini sürdü. Başını kaldırıp Halilin özenle her şeyi sıraya dizişini ve titizlikle alt değiştirme rutinini gerçekleştirişini izledi. Nazlı hızla bezi alıp, kremini kavrar, ıslak mendilini yakınında tutardı. Ama Halil öncesinde ihtiyaç olur diye zıbın alıyordu. Kremi, pudrayı sıraya diziyor ıslak mendilleri çıkarıp hazır bekletiyordu. Başını biraz daha kaldırdı daha iyi görebilmek için.

 

"Aferin benim kızıma. Tam bir prensessin. Böyle uslu durarak babaya yardımcı olman çok nezaketli bir davranış. Dur bakalım, şurayı da sileyim. "

Çok önemli bir olay üzerindeymiş gibi bütün dikkatini boklu bir popoyu temizlemeye veriyordu kocası.

 

"Mükemmel ikiliyiz prensesim. Emin ol bu hayatta kimse bana bunu yaptıramazdı Güneş hanım. Hedefini sol gözünden ıskalamadan vuran, keskin nişancı bir babanın olması poponun, büyük bir dikkatle temizlenmesini sağlıyor minik boncuk."

 

Kızının amaçsız bir ses çıkarmasıyla Halil kısık, kısa bir kahkaha atmıştı.

 

"İmkanlarımdan böyle yararlanmana bayılıyorum bebeğim. Baban, annenden çok daha düzgün bezliyor seni kabul edelim."

 

Nazlı son duyduğuyla kaşlarını çatıp "hiç de bile" diye cırlamıştı. Halilin kahkahası biraz daha sesli hal aldığında yine tuzağa düştüğünü anladı. Adamın gerçekten ardında gözü vardı.

 

"Bizi gizli gizli izliyor ışığım. Kıskandığını böyle gösteriyor anne."

 

Nazlı yataktan kalkıp yanlarına doğru geldi. Gerçekten biraz uyumuş olmak çok iyi hissettirmişti. Yeni temizlenmiş kızının boynuna burnunu sokup, bir kaç derin nefes aldı.

 

"Ağlamıyorsun miniğim. Geçti mi sıkıntın?"

 

Alıp omzuna yasladı. Uzun bir süre de hasretmiş gibi gözleri kapalı, hafif hafif iki yana sallanarak kızına sarıldı.

 

"Sen kendini üzdüğünde o da çok ağlıyor Nazlı. Annem haklı bence. O senin hissettiğin her şeyi hissediyor."

 

Halilin sıcak eli sırtını okşayarak daha çok rahatlamasını sağlamıştı. Gözleri aralandığında dikkatle ona bakan Halile mahçup bir bakış attı.

 

"Çok korkuyorum."

 

Halilin yüzüne çıkan eline yanağını yaslayıp tekrar gözlerini kapattı Nazlı. Ona dokunuyor olmak çok iyi geliyordu. Kızının ağlamadan, kucağında olması çoğu kişinin anlayamayacağı kadar kıymetliydi.

 

"Niye bebeğim?"

 

"O çok ağlayınca yapamıyormuşum gibi geliyor Halil. Sultan teyzem, annem hemen derdi neyse bulup, çözüyorlar. Ama ben beceremiyorum ona bakmayı."

 

Halilin dudakları kıvrıldı. Yaklaşıp kaşına, şakaklarına öpücük bıraktı.

 

"Senin kucağından başka hiç bir yerde uykuya dalmıyor farkında mısın? İki saati aşkın süredir annem gezdirdi. Ben biraz oyaladım ama o gözlerini kapatmak için omzuna konmayı bekledi."

 

Halil söyleyene kadar fark etmemişti Güneşin uyuduğunu. Başını az geriye çektiğinde gözleri kapanmış bebeğine baktı.

 

"Ama acıkmıştır."

 

Her an uyanacak bebekleri için sesleri fısıltının dışına çıkmıyordu. Milimlik hareketlerle yatağa geçip ortalarında kalan kızlarının acıkıp, uyanacağı saati beklediler.

 

"Nazlım..."

 

Güneşin elini seven Nazlı başını kaldırdı.

 

"Amasyaya gitmek için erken mi yoksa? Sultan abla, kırkı çıksaydı diyor sürekli."

 

Halilin önceden asla kulak asmadığı şeyleri şu an kafasına takıyor olması dalga geçilmek için çok müsaitti.

 

"Böyle şeyleri çok da dikkate almazdın sen."

 

"Nazlı..."

 

Nazlı dişlerini göstererek güldü.

 

"Nazenin çok zor durumda kaldı Halil. Zaten hiç bir faydam dokunmadı kıza. Kaç haftadır koşturuyorlar, ben öyle izliyorum. Daha fazla Ünzile abla da Tahir abide laf duymasın. Zaten bizim için aylardır erteliyorlar. Nazenin burada diye daha çok üstüne gitmişler adamın. Birde..."

 

Halil yarım kalan lafın devamı için kaşlarını çattı.

 

"Sanırım Asafı gerçekten Annemin yeğeni sanmışlar. Yani tabi öyle ama öz sanmışlar onlar. Annem, Nazenini istemeye gideceğimiz zaman hep yeğenim demiş. Onlarda yani dedesi anne-baba öldü de Asafı halası büyüttü gibi düşünmüş. Öğrenmişler..."

 

Nazlı devamını getirmeyince Halilin kaşları daha bir çatıldı.

 

"Yetiştirme yurdunda büyüdüğünü öğrenmişler demeye çalışıyorsun."

 

Nazlı sanki Asafa ayıp etmiş gibi kendi utanmıştı. Bu bir günahmış gibi gören insanlar vardı. Sanki buna sebep Asafmış gibi davranan, bununla canını yakmayı hak bilen kimseler yerine Nazlı utanmıştı. Halilin sinirle çatılmış kaşlarına parmaklarıyla dokunup, yumuşattı.

 

"Asaf çok kıymetli benim için Halil. O artık senin kardeşin değil sadece, benim de abim. Aylarca gözünü ayırmadı üstümüzden. Öyle ki kendi mutluluğunu hep öteledi. Ben iki kez zorla Nazeninin yanına göndermesem gitmeyecekti bile Bursaya. Onu kırmalarını istemiyorum. O yüzden biran evvel gidelim, düğünü yapalım ve abim de Nazeninine kavuşsun. Üstelik benim kuşuma da yazık ya. Bir şekilde bizim yüzümüzden mutlu geçmesi gereken nişanlılık dönemi heba oldu. Çok vicdan azabı çekiyorum Halil."

 

Halil öylece bakmıştı bir süre. Asafa söylenilebilecek her söz kendine söylenmiş gibi sayılırdı. Yiğitten zerre farkı yoktu. Üstelik ona olan borçları boyunu geçmişti.

 

"Gidelim boncuğum. Biran önce olsun düğünleri. Annem de hem ev hem düğün hazırlığı yaparken çok yoruldu."

 

Nazlı buna da kıkırdadı. Sonra yaptığını fark edip, hızla eliyle ağzını kapattı.

 

"Nazenine çeyiz serecek."

 

Bunun ne demek olduğunu anlamadı ve Nazlıyı neden bu kadar eğlendirdiğini çözemedi.

 

"Dünya kadar bohça yaptı ya Ünzile ablayı da aradı. Böyle bir adet varmış, düğünden bir hafta önce çeyiz seriliyormuş önceleri. Gerçi Amasyada yapan insanlar varmış hâlâ. O yüzden düğünden bir hafta önce gidiyoruz. "

 

Kaşları kalkmış öylece ona bakan kocasına iç çekti.

 

"Of ya niye anlamıyorsun? Gösteriş yapıyor işte. Nazeninin yengesini sinir edecek ne kadar argüman varsa seriyor kadın ortaya. Beş davuldan aşağısını kabul etmem diye de babama söyleniyordu. Dudu yenge davul tokmağını bağrında hissedene kadar çaldıracakmış."

 

Halil de kısık bir sesle kahkaha attı.

 

"Kinlendiyse buna sebep olanın vay haline."

 

"Offff hemde nasıl? Asafa laf ettiler diye delirdi. Nazeninin çay kaşıklarını bile fiyonklayıp sıraya dizer. O yüzden ne derlerse suyuna gidiyor herkes. Çok sinirli çok."

 

Halil başını iki yana salladı. Biri, Züleyha Sulhana laf ederse buna pişman olurdu. Ama biri Züleyha Sulhanın çocuklarına laf ederse kendine yeni bir dünya arayışına girse iyi olurdu.

 

Nazlı aslında başka bir şey daha sormak istiyordu. Ama bir miktar da hoşuna gitmeyecek şeyler duyar diye cesaret edemiyordu. Bir kaç gün önce evlerine gelen iki adam, Yiğit ve Asaf saatlerce annesinin kış bahçesinde konuşmuşlardı. Bu adamları hastanede de görmüştü Nazlı. O yüzden içini kurt gibi kemiren ne oluyor sorusuyla daha fazla dayanamadı.

 

"Halil?"

 

Halil zaten sürekli kendine değen ve hemen kaçan gözlerden aklında bir şeyler dolaştığını anlamıştı ama bu ses tonundaki tedirginliğin sebebini çözemedi.

 

"Neyin var boncuğum?"

 

"Geçen gün gelenler... Bir şey mi oldu Halil?"

 

Kaşlarını kaldırıp, Nazlının mırıl mırıl sorusunu dinledi. o gün hiç kimse ne yaptınız demediği için Halil de önemsememişti. Mahir ve Kürşat güvenlik şirketi projesi için bilgi aktarmaya gelmişti sadece. Ama Nazlı galiba aklında daha farklı şeyler canlandırmıştı. Rahatlatmak ister gibi başını uzatıp dudak kenarına minik bir öpücük kondurdu.

 

"Bir şey olduğu yok boncuğum. Sadece bundan sonra yapacağım işin detayları üzerine ön bilgi geçtiler.

Ekibimi kendim oluşturuyorum. Avcıyı ve Mahiri de dahil etmek istedim ve onay gelmiş. Onun haricinde Yiğit için oluşturulacak alan hakkında konuştuk."

Nazlı başını sallayıp anlamasa da anlıyormuş gibi bir hareket yaptı.

 

"Hmm... Öyle diyorsan..."

 

"Endişelenme güzelim. Aklına takılması gereken hiç bir şey yok. Yasal bir şekilde iş yapacağız. Güvenlik hizmeti sağlayacağız sadece. Bu kadar."

 

Nazlı başını iki yana salladı. Asla o kadar olmadığına emindi.

 

"Hiç inanasım gelmiyor biliyor musun Halil?"

 

Tatlı sitemine ve azıcık da laf sokarmış gibi bakan gözlerine dayanamayıp bu sefer dudaklarının tamamını hissedeceği kadar güçlü bir öpücük bıraktı. O anda kıpırdayan kızı yüzünden de dudakları dudaklarında asılı kaldı bir kaç saniye. Güneşin uyumaya devam ettiğini anladığında geri çekildi.

 

"O zaman şöyle anlatayım bebeğim. Dümdüz bir koruma hizmeti sağlamayacağız da önemli diyebileceğimiz kişilerin etrafında bulunan tüm çalışanlarını her an bir saldırı karşısında etkisiz konumdan kurtaracağız."

 

"O nasıl olacakmış ki?"

 

"Yani evinde çalışan hizmetli, şoför, sürekli bir arada bulunduğu asistanı gibi kimseler acil durumlarda donanımlı bir askere dönüşecek. Çok fazla değerli kimse kaybettik Nazlı. Ülke için çok fazla değerli insanı, bilgisiyle yok etmelerine göz yumduk. Bunu şansa bırakamayız. Yiğit ise sanal ağda kolay kolay kimsenin kıramayacağı duvarlar örecek. Elini kolunu sallayan herkes, herkesin maillerinde dolanıyor. Sağlam bir yazılım ordusuna da ihtiyacımız var. Birlik bu konuda iyi ama desteğe ihtiyaç var. Özellikle yasal çizgide tutulacak bir güvenlik çemberi kurmalıyız. Sen bunları kafana takma bebeğim. Sorun yok. Sıradan bir iş adamıyım ben."

 

Nazlı ağır ağır başını sallayıp, boynu ağrıdığı için yastığa bıraktı kendini. Uyuyan bebeğine olabildiğine yaklaşıp gözlerini kapattı. Birazdan nasıl olsa ağlayarak acıktığını duyuracaktı. Son sessiz saniyelerin tadını çıkardı.

 

Önlerindeki bir kaç gün de yine oldukça yoğun geçti. Asaf ve Nazenin için ev ayarlanması ve eşya seçimleri derken neredeyse eve zor girer oldular. Nazlıyı sadece kısa alışverişler için dışarı çıkarıyorlardı. O da gönül koymaması için yapılmış bir çocuk kandırma metoduydu. Meyra yoğun bir şekilde alması gereken sertifika için çabalıyordu. Yiğit, yeni proje için koşturacak zavallı seçilmişti. Çünkü Asaf düğün yapacaktı ve Halil, ailesinden uzun süre ayrılmaya hazır değildi. Ama genelde Züleyha'nın yönettiği bir düğün hazırlığı başlatılmıştı zaten. Önden bastırılıp Amasyaya gönderilen davetiyeler de buna dahildi.

 

Bir hafta sonra gerçekleşecek düğün için hepsi sabah erken sayılacak saatlerde arabalara doluştular. Asil, Züleyha ve çocuklar aynı arabaya bindiler. Nazlı Güneşin çantasını yanına alıp arkaya geçtiğinde Halil ve Gurur öne yerleşmişti. Yiğit ve Meyra otogardan Süreyyayı almak için çıkmışlardı bile. Nazenin ve Asaf da arabalarını çalıştırdığında yola çıkıldı.

 

"Halil abi, arkadan iteyim istersen! Kağnı mı bu araba?"

 

Gururun yolun ilk birinci saatinde söylenmesine yan gözle baktı. Dikiz aynasından uyuyan kızını kontrol edip Nazlının yan dönerek kapanmış gözlerine baktı.

 

"Arabadan insene, bir şey deneyeceğim."

 

Tek düze bir sesle konuşurken görüş açısından uzaklaşmış arabalarla ne kadar mesafe açığına girdiklerini hesaplıyordu.

 

"Abi biz böyle on beş saate varamayız!"

 

"Sana bizimle gelmeni teklif etmemiştim."

 

"Çok fazla kuruluyorum abi sana! Öyle böyle değil. Allah fırsatını vermesin elime çünkü acımayacak gibiyim."

 

Halil tekrar yan bir bakış atıp ilerlemeye devam etti.

 

"Acımadığını gördük zaten..."

 

Gurur da aynı ters bakışı attı.

 

"Açmak istemezsin o mevzuları abi. Hayır açarsak ben yine acımam da o yüzden diyeyim dedim."

 

Halilin onaylar gibi başını sallaması ve hiç bir karşılık vermemesiyle sevgili tribi atar gibi yönünü iyice cama döndü. Ama suskunluğu yarım saat sürmüştü.

 

"En azından yüzle git be! Seksen nedir?"

 

"Sesine dikkat ediyorsun genç! Bebeklerim uyuyor."

 

Gurur da başını arkaya çevirip uyuyan ikiliye baktı. Bir an unutup sesi biraz fazla çıkmıştı.

 

"Allahtan iyi aile çocuğuyum da efendiliğimi bozmuyorum. Senin romantizmine diye başlardım yoksa abi!"

 

Halilin dalga geçer gibi bir bakış atması ve küçümseyici sırıtışı kaşlarını çatmasına neden oldu.

 

"Ne? Ne demek o? Niye öyle baktın?"

 

"Hiç..."

 

Gurur biraz evvel kıçını döndüğü adama bu sefer yüzünü dönüp iyice yaklaştı yakınına.

 

"Ne demek istedin sen bana? Niye öyle sırıttın abi?"

 

"Babamın söylenmeleri geldi bir an aklıma diyelim. Malum seviyor sana söylenmeyi. "

 

Gururun kalın kaşları daha çok çatıldı.

 

"Abi inanılmaz kuruluyorum sana. Yemin ederim çok kuruluyorum bak. Minik boncuğu da bile isteye uzak tutuyorsun, anlamıyorum sanma! Babamı kaptın zaten okey! Nazlı safı eve girdiğin gün tavdı, eyvallah. Ama kız benim abi! Yedirmem sana onu. Yani ninni niyetine bir daha fenerbahçenin yüzüncü yıl marşını dinletme! "

 

Halil, Gururla uğraşmanın keyfine dayanamayıp kısık bir kahkaha attı.

 

"Biz bu konuya tam olarak nereden geldik?"

 

Gurur küskün bir çocuk gibi önüne dönmüş ve kollarını birbirine dolamıştı.

 

"Bilmiyorum! İçimde kalıp bana dert olacağına söyleyip sana yük olsun dedim. Dayısıyım ben o kızın! Bu önemli... Bu çok çok çok önemli detayı atlamazsak sevinirim."

 

Halil yine kahkahasını tutamadı.

 

"Kıskançsın oğlum. Resmen bebeğimi benden kıskanıyorsun."

 

"Abi görmemişler gibi benim kızım benim kızım diye dolaşıp, çocuğu elimize vermiyorsun. Kıskanç ben miyim gerçekten?"

 

"Benim kızım sonuçta. Tabiki babasının kollarında olacak. Prensesime holigan gibi Çarşı sloganları sayarken düşünecektin."

 

"Sende marş dinlettin!"

 

"O son dediğini söylemeyecektin, görüş saatleri dışında kızıma yaklaşmazsın."

 

Gurur cama bakarken kıs kıs gülmüştü. Güneşi gezdirirken en sevdiği sloganı atıyordu ve en olmadık insana yakalanmıştı.

 

"Ne kükremiş aslanlar nede aşağıda ötüp duran kanarya en süperi Yükseklerde Uçan Kartallar." Diye dolaşırken benim kızım diye iki de bir söylediği kızın keyfi gayet yerindeydi halbuki.

 

Yolculuğun üçüncü saati Halilin deyimiyle iki bebek de uyandı. Güneş bir ara sıkılıp ağlamaya başlayınca yol ortasında hep beraber durarak onu oyaladılar. Açık hava çarpmış olacak ki dirençli bir isyan değildi bu. Karnı doyup, altın temizlenmiş ve babasının omzuna kusmuş olarak görevlerini tamamlayınca tekrar uykuya geçiş yaptı.

 

Nazlı pusete bebeğini yatırırken Halil bagajdan kendine bir tişört almış ve üstünü değişmek için kirli olanı çıkarmıştı. O sırada Nazlının kalkık bagaj kapağının kenarından halilin çıplak üstüne baktığını gören Meyra eliyle dizine vurarak uyandırdı gündüş düşünden.

 

"Gözünle ırzına geçiyorsun adamın. Kocan olmasa tamam diyeceğiz."

 

Nazlı biraz zorlanarak da olsa gözünü çekip Meyraya baktı. Sonra arabanın ön tarafında konuşan annesi ve Süreyya teyzesini, Zümrüt ve Yağıza etrafı gösteren babasını takip etti. Yiğit ve Asaf Gururun anlattığı bir şeye gülüyordu. Nazenin Güneşin bakım malzemelerini yerleştirdiği çantadan başını kaldırıp arabanın arkasında oturan kızlara yönünü döndü.

 

"Ne oldu?"

 

Meyra alışkanlıkla uyumuş bebeğin pusetini hafif hafif sallıyordu.

 

"Boncuk kocası askerden yeni dönmüş gibi izliyordu ne iş dedim."

 

Üzerini değişmiş ve Asafların yanına yürüyen adama anlık bir bakış attı Nazenin. Sonra Nazlının asık suratına baktı.

 

"Ne oldu Nazlı kuşum?"

 

Nazlı omuzlarını düşürüp kızının açıktaki parmağına işaret parmağını değdirdi. Biraz evvel takıldıpı kızın gerçekten ğzgün olduğunu gören Meyranın da kaşları çatılmıştı.

 

"Ne oldu, söylesene be?"

 

"Halil beni eskisi gibi beğenmiyor. Tabi doğurdum, pörsüdüm resmen. Şu halime bak! İyice bıraktım kendimi. Yakası sünmüş tişörtlerle geziyorum. Önceden maşaladığım, düzleştirdiğim saçlarım sürekli kuş yuvası topuzu."

 

"Saçmalıyorsun Nazlı!"

 

Nazlının gerçekten buna üzüldüğünü gösteren bakışları Meyraya değdi.

 

"Bir ayı geçti doğum yapalı. Bir aydan fazladır yanımızda Halil. Meyra eskisi gibi azıcık yaklaşmıyor bile. Halbuki aylardır uzaktık biz. Yani... Ya benim Halilim bana dokunmadan duramazdı."

 

Nazenin neyden bahsettiğini anlayıp gülümsemiş ve bakışlarını kaçırmıştı. Meyra ise tek kaşı havada dert yanan Nazlıya bakıyordu.

 

"Ulan bir doy be! Bir doy Allahsız bir doy! Daha lohusa sayılırsın. Adam benle elleşmiyor diye ağlamadığın kaldı."

 

Ama neredeyse ağlayacaktı da.

 

"Ama Meyra... Beğenmiyor artık beni. Sürekli yorgunum, Güneşle ilgileniyorum diye tipimde felaket bir şey oldu. Hem..."

 

"Vallahi yine toynak dersen gebertirim seni!"

 

"Kadını gördük değil mi? Gördük! Bakım fışkırıyordu gözeneklerinden, ben nemlendiriciyi zor sürüyorum."

 

"Kızım manyak manyak konuşma! Adam anlayışlı olmak için elinden geleni yapıyor. Su içtiğin bardağı izleyen biri senin kocan. Az toparla kendini yine sıçarsınız ağzımıza endişen olmasın! Bir tur daha maa aile doğururuz. "

 

Nazlı akan burnunu çekerken son duyduklarıyla engel olamayıp kıkırdadı.

 

"Korkma çiçeğim, en az iki yıl çocuğumuz olmazmış. Esra hanım dedi. Ameliyatın yan etkisiymiş. Gerçi böyle giderse sanmıyorum bir çocuk daha görür müyüz. Hani bebek için karısıyla ilgilenen bir baba da lazım ya!"

 

Meyra dümdüz bakıyordu sadece. Nazenin ise hoşuna giden konuyla kıkırdıyordu.

 

"Kudurdun mu?"

 

Öyle sakin ve öyle berrak sorulan bir soruydu ki kelimenin aurasıyla asla örtüşmüyordu.

 

"Ne?"

 

"Kudurdun sen! Başka açıklaması olamaz. Kırkın çıksın sık dişini bir hafta daha. Bu ne lan? Anksiyete sebebim oldun. Şimdi Halil ne zaman yaklaşsa benim nabız bin beşyüze vuracak. Nazlı regli takvimini ben takip edeceğim."

 

Nazlı tekrar öndeki erkeklere bakıp Meyraya döndü.

 

"Ya saçmalama! Tabiki o değil derdim. Ama bu adam delirirdi bana Meyra. Şimdi çocuk avutur gibi bir iki yalandan öptü bitti. O kadar yani. Ya ben kocamı tanımıyor muyum? Şimdi beğenmiyor beni işte. Ondan uzak."

 

Meyra ve Nazenin gözgöze geldiler. Bunu fazlasıyla kafasına taktığı belliydi Nazlının.

 

"Nazlım... Belki de o da sana çok yaklaşırsa yanlış anlarsın diye düşünüyordur kuşum."

 

Nazlı bu sefer anlamayan gözlerle Nazenine baktı.

 

"Ya niye yanlış anlayım? Manyak mıyım ben?"

 

"Ay ne bileyim Nazlı? Bence sen güzelce iyileş diye üzerine gelmiyor. Yoksa Meyra haklı. Görüyoruz biz yani. Adam gözünün önünden ayrılsan kaybolacakmışsın gibi takipte."

 

Meyra da gerçekten üzülmesine dayanamayıp dizine vurdu hafifçe.

 

"Nazeninin kına için aldığımız elbise var ya..."

 

Kaşlarını da dans ettirir gibi oynamıştı. Nazlı onaylar gibi başını salladı sadece.

 

"O elbiseyi görsün Halil enişte Nazlı. Vallahi görsün yani."

 

Nazlı omuz silkip "Halil karışmaz ki benim kıyafetime" dedi. Meyranın kınayıcı bakışlarıyla neyi kaçırdığını anlayamadı. Dün gece çok az uyumuşken keşke dolambaçlı anlatmasalardı ona dertlerini.

 

"Kızım ben onu mu diyorum? Kına diye gayet rahat bir elbise seçtin. Görsün, belki hoşuna gidecek adamın. Bakımsızım demiyor muydun? Birde bakımla kobra avına çık."

 

Nazlı duyduğu hoşuna gitmiş bir şekilde sırıtmış ve başını sallamıştı. Nazeninin ailesi kendilerine göre daha muhafazakar olduğu için düğüne çok abartmadan bir elbise seçmişlerdi Meyrayla. Ama kına için Nazenin kadınlar arasında olur diye ikisine de rahat olmaları için baskı yapmıştı.

 

Nazlı kendi düşüncelerinden kurtulduğunda Asafla bakışan Nazenini izledi. Meyranın da dizini dürterek kıkırdadı. Gözleriyle Nazenini işaret etmişti.

 

"Hah bak! Asıl bu garipler dert sahibi olsun. Yazık, ırmak gibi çocuk kurudu be."

 

Nazenin yine neyi kaçırdığını anlamak için ona sırıtarak bakan ikiliye döndü.

 

"Efendim?"

 

"Yok çiçeğim bir şey. Asaf diyoruz. Son yüz yılın sabır ehillerindenmiş de. Sonunda muradına eriyor diye seviniyoruz. Yazık benim abime, uzaktan uzağa izliyor."

 

Nazeninin yanakları esmer tenine rağmen kızardı. İri gözlerini kaçırdı. Arka koltuğa bakmaya çalışmaktan boynu ağrımıştı zaten.

 

"Şey... Ne zaman yola çıkarız? Çıkalım mı ki? Geçe kalmayalım."

 

"Utanıyor ablası yapma."

 

Meyranın sırıtarak takılışına Nazlı tek kaşı kalkıp cevap verdi.

 

"Onun aksine senin son günlerde fazla utanmaz oluşun dikkatimi aşırı çekiyor Meyra zillisi. Bizim bilmediğimiz neler yapıyorsan artık kapatın şu konuları diye çemkirmiyorsun bile."

 

Meyra oldukça rahat bir halde geriye yaslandı.

 

"özel hayatımızı konuşmuyoruz şekerim."

 

Nazlının şimdi iki kaşı havadaydı. Nazenin ise iri iri açtığı gözleri ve ağzıyla çok komik görünüyordu. İyice aradan kayıp, arkaya doğru yaklaştırdı kendini.

 

"Meyra! Meyra siz! Ay siz! Vallahi mi?"

 

"Ya adımı mı sayıklıyorsun acaba Nazenin kuşu? Hadi hadi millet harekete geçti. Dağılın."

 

Arabadan inerken son zehiri atmak için arabanın içine eğilip, ona eblek bir suratla bakan ikiliye sırıttı. Bir zamanlar Nazlının onlara verdiği karşılığı iade etmesi için muhteşem bir zamanlamaydı.

 

"Cinsel hayatımı sizinle tabi ki konuşmayacağım."

 

Zıplaya zıplaya Yiğitin arabasına giderken kıkırdadı. Yalan söylememişti sonuçta. Cinsel hayatında sana güvenmiyorum, beni kullanırsın diye evlenmeyi bekleyeceğim diyen sevgilisini kimse bilmese de olurdu. Salak çocuk diye mırıldanıp, kendisini tebessümle izleyen Yiğite göz kırptı.

 

"Yine bir haltlar yenmiş sarı. Suratındaki şeytani ifade ürpertici."

 

Meyra omuz silkip, kapısının yanından çekilsin diye kalçasıyla ittirdi azıcık Yiğiti.

 

"Hiç bir şey yapmadım namuslu çocuk. Kay kenara da gidelim."

 

Yiğit bir iki kişiyi dönüp baktıracak şiddette bir kahkaha atmıştı. O günden sonra çok fazla olmamak kaydıyla Meyra kendine böyle sataşıyordu. Aslında halasının yanında gözünün içine baka baka evlilik teklifi beklediğini söyleyince soluğu kuyumcuda alası gelmişti ama Asaf ve Nazeninin koşturmacası arasında kaynamak istemiyordu. Üstelik yaklaşık bir aydır deli gibi prosedürlerle uğraşan bir zavallıydı. Kendileri için özel bir şeyler isterken araya sıkıştırılmış evlilik teklifi Meyrayı belki üzebilirdi.

 

Nazenin de kendi arabalarına geçince tekrar yola çıktılar. Araba hareket ettiğinde Asafın telefonu çalmaya başlamıştı. Arabaya bağlı telefonun sesi yankılanınca istemsiz Nazenin ekrana baktı. Tahir Babam yazısını görmek her seferinde kalbini pamuk gibi yapıyordu. Asaf bekletmeden açtığında babasının sesi içeri doldu.

 

"Oğlum... Ne yaptınız? Yolu azalttınız mı?"

 

Asaf bilinçsizce başını salladığını fark etmemişti bile.

 

"Azaldı sayılır baba. Şimdi mola vermiştik, tekrar çıktık yola. "

 

"Aman dikkatli gelin yavrum. Geç olsun güç olmasın. Kara kızım ne yapıyor?"

 

Nazenin kıkırdadı. Bir kere annesine, laf arasında babasının Asafı araması çok güzel olur demişti Nazenin. O günden sonra babası hep Asafı aramış, Asafın telefonu üzerinden konuşma yapmışlardı. Bu çok hoşuna gidiyordu Nazeninin. İlk aradığında Asaf ne konuşacağını bilemeyecek kadar çekinmişti ama şimdi çok rahat iletişim kuruyorlardı.

 

"Evimize geliyorum babacığım. Çok özledim sizi."

 

"Bizde çok özledik kara kızım. Musap, sabah kalkar kalkmaz formasını giydi bile. Gözümüz yolda yavrum."

 

"Az kaldı babacığım."

 

Asaf telefona bakıp geri yola döndü.

 

"Baba, anneme sorsana lazım bir şey var mı?Alalım merkezden geçerken."

 

"Yok evladım eksiğimiz. Tek eksiği de bekliyoruz işte. Annen kapı ağzında bekliyor. Allah emanet olun hepiniz."

 

Vedalaşmayla telefon kapanmıştı Nazenin yan dönüp, yola dikkatle bakan nilanlısını izledi. Asaf da yüzünde dikkatle dolaşan gözlerin varlığıyla dudakları kıvrıldı.

 

"Çok mu yakışıklıyım?"

 

Nazenin ne yaptığını fark etmeden iç çekmiş sonra da "çoook" diye uzatarak Asafı tastiklemişti. Asafın kahkahasıyla ne yaptığını fark etti. Yüzü ısındı hemen.

 

"Asaf ya..."

 

Asaf kucağındaki eline uzanıp, parmaklarını iç içe çeçirdi. Elinin üstüne de güçlü bir öpücük bıraktı.

 

"Asaf sevsin senin o utanmış, mahcup yüzünü."

 

Nazenin bacaklarını toplayıp, koltukta iyice küçülmüş bir halde nişanlısını izliyordu. Elini bırakmamıştı Asaf. Sonra günlerdir yaptıkları hazırlıklar geldi aklına. Hayatının en güzel günleriydi.

 

"Evimiz çok güzel oldu değil mi?"

 

Asaf ağır ağır başını salladı.

 

"Eşyalar geldiğinde çok daha güzel olacak. Sen gerçekten beğendin mi Nazenin? Hiç doğru düzgün başka yerlere bakmadın bile."

 

"Gerçekten beğendim. Konağa yakın. Tam istediğim gibi. Mutfağına da bayıldım. Ama eşyalar gerçekten yetişir mi emin değilim. Biz şeydeyken gelirse ya?"

 

Asaf yan bir bakış attı.

 

"Biz neredeyken?"

 

"Asaf!"

 

"Biz balayındayken gelecek maalesef güzelim. Ben ayarlayacaktım ama hala engeline takılınca bir şey diyemedim."

 

"Nasıl? Ama hani üç güne yerleştireceklerdi eve?"

 

"Mobilyalar eksikmiş güzelim. On günden önce gelemeyeceğini söylemek için aradılar. Ben, biz yokken yerleştirecek birilerini ayarlayacakken halam da ben hallederim dedi."

 

Nazenin Züleyha ablasını bildiği için kıkırdadı.

 

"O öyle söylememiştir Asaf."

 

Asafın yüksek sesli kahkahasıyla da tahmini doğru çıktı.

 

"Tam olarak öyle söylemedi tabiki. Ben Yiğitle yerleştirip, temizliğini yaptıracak önden birilerini ararken bizi duydu. Burda eşek başımı var bir güzel kalayladı. Sonra ben hallederim, gelince kendi düzeninize göre değiştirirsiniz her şeyi deyip gitti. Zahmet etme falan demeye kadın asla fırsat vermiyor. Mahcup oluyorum her seferinde."

 

"Hakkı çok üzerimizde. Annemi de arayıp çeyiz sermek için ısrar etmiş. Heveslendi diye gerek yok diyemedim. Çok uğraştı vallahi."

 

Asaf yolu takip ederken başını salladı.

 

"Çocukları için bir şey yapıyor olmak mutlu ediyor onu." diye mırıldandı. Tam da böyle düşünüyordu artık Asaf. İlk zamanlar tuhaf karşıladığı her şeye beraber geçen yedi ayda çok alışmıştı. Bir evin içerisinde yer edinmek çok farklı birşeydi. Belki dramatik bile gelebilirdi ama Nazlının, Halille dayı mı amca mı olduğunu tartışıyor olması, küçüklerin abisi olarak arkadaşlarına tanıştırılması çok özeldi. Çok yakın bir zamanda yemek odasına gittiğinde Gurur masada oturup kızlarla sohbet ederken bir anda ayaklanmış gel abi yerine oturmuşum diyerek her akşam yemek için oturduğu sandalyeyi ona uzatmıştı. Büyük bir ailenin, her akşam toplandığı yemek masasında bir sandalye sahibi olmak çok kıymetliydi. Yaşayana kadar eksikliğini bilmediği, yaşadığında ise vazgeçilemeyecek kadar değerli bir durumdu. Halası ve eniştesi ise bambaşka bir yer almıştı gönlünde. Halilin yapacağı işi anlatırken hemen Asafın adını zikretmesi ve sanki tanımıyorlarmış gibi ev insanına bile kendinde beğendiği bir şeyi sürekli anlatması çok farklıydı. Otuz yaşına gelmiş olması hiç önemli değildi. Asaf kendini ilkokulda, törenlerde şiir okurken en önde annesinin alkışladığı o çocuk gibi hissediyordu. Asil eniştesi ise bambaşka biriydi. Adını gerçekten üstünde taşıyordu. Her çocuğuna ayrı ayrı zaman ayıran, hepsini özenle dinleyen biriydi. Altı çocuğuna kendini de dahil etmişti. Nazlı için ziyarete gelen bir ahbabına benim oğlanlardan diye tanıştıracak kadar ailesinin içine sokmuştu, benliğini.

 

Bu aile onun içinde çok büyük bir eksikliği söküp almıştı. Öyle ki Nazeninin ailesinin karşısına ilk çıkarken yaşadığı tedirginlikten zerre esame kalmamıştı şimdi. Üstelik daha iki gün önce Nazenini ilk kez yüksek sesle ve öfkeli konuşurken duymuştu. Dedesi Asafın yetiştirme yurdunda büyüdüğünü öğrenince bundan hiç haz etmemişti. Nazenine söylediği şeyleri bilmiyordu ama Nazenin ilk kez bir büyüğüne yüksek sesle bu benim hayatım diye bağırmıştı. Önceden olsa bu onu üzer ve geri çekilmesi için büyük bir etken olurdu. Ama gerçekten aile insanı güçlü kılan en önemli değerdi. Şu an çok iyi bildiği bir şey vardı. Küçükken yüzüne vurulan kimsesizliği şimdi birilerinin ağzında gezecek olsa Asaf tek kelime etmeden halası bunu ona yapanı pişman ederdi. Halil, Nazlı, Yiğit, Meyra, Gurur ve hatta Yağız ve Zümrüt dahil çevresinde onu aileden sayan herkes Asafın ağzını açmasına müsaade bile etmezlerdi.

 

Bu çok büyük bir lükstü. Bu bir insanın sahip olabileceği en büyük lükstü!

 

Hayatı boyunca her şeyini kendi yapmış veya yapmak zorunda kalmış biri için bana gerek bile kalmadan onlar destek olur demek büyük bir hazineye sahip olmakla eş değerdi...

 

Loading...
0%